Herkes ve her şey, varışı ölüm olan bir yolun yolcusu... Durun! Siz ey insanlar! Bir lahzacık dinleyin beni... Dilim yok, dudağım yok ama mezar taşım anlatsın size melâlimi... Ne de hızlı geçiyorsunuz yanımdan, korkuyor musunuz ölülerden, sizin de içine gireceğiniz mezarlardan? Yoksa, bu manzara ürkütüyor mu sizi?
Siz ey insanlar! Siz bizden değil, kendinizden korkuyorsunuz. Ölüden değil ölümden ürküyorsunuz. Kandırmayın kendinizi. İsterseniz acele edin, olur ya, kaçarsınız kaderinizden belki -o, sizin kederiniz.- Acele edin, varacağınız her yerde eceliniz bekliyor, attığınız her adım ona götürüyor sizi.
Siz ey insanlar! Biliyor muydunuz; kalp çarpıntıları doğumla başlayan ölüm bestesinin mırıltılarıdır. Topkı güneşin doğup batışı yahut, çiçeğin açıp solması gibi insan da doğup batmaya, açıp solmaya mahkumdur. Zamanı durduramazsınız ve her sâniye ömrünüzden bir parça daha koparır. Verdiğiniz her nefesle ömür sermâyeniz daha da azalır. Ve insan, bugün ayak bastığı toprağın altında, yarın kendini bulur.
Siz ey insanlar! Düşünmüyorsunuz bu hayatın birgün biteceğini. Hiç hissetmiyorsunuz ensenizdeki Azrail’in nefesini... Zaman, ölümü soluyor... Ölüm... O ufkun ardındaki ufukta bir karınca, öyle değil mi? Heyhât! Kaderiniz, belki kederiniz olan o karınca, bir Ebâbil kuşunun ayaklarında, ışıktan daha hızlı gelir ve bulur yakalar sizi...
Siz ey insanlar! Şu üzerinde yürüdüğünüz yerler toprak değil, sizden önce yaşamış olanların bir kilim hâline gelmiş fâni alınlarıdır. Ayak bastığınız şu kara toprak, aslında geçmişlerin yanakları ve dudaklarıdır. Nice âlimleri, cahilleri, sultanları, köleleri toprağın altında yanyana koydular... O da, hepsine büyük bir iştahla kucağını açtı... Toprağın altında tenler çürüyünce, köle ile sultan birbirine karıştı.
Yoklasınlar kafatasını mezarda her ölenin Farkı var mı bakalım, hükümdarla kölenin...
Her yeni gün, geçmiş bir dün oldu. Evler belirsiz, içindekiler hep meçhûle kondu. Bu dünya kimseye yâr olmadı, gelenler gitti, gidenler geri dönmedi. Nice analar yavrularını, nice yavrular analarını terketti. Güzelim âzâlar yavaş yavaş dağıldı, nâzik tenler toprağa karıştı. Toprak kendisine teslim edilen cesedi öylesine yedi ki...
Yalancı dünyaya konup göçenler Ne söylerler, ne bir haber verirler Üzerinde, türlü otlar bitenler Ne söylerler, ne bir haber verirler Yunus der ki, gör takdirin işleri Dökülmüştür kirpikleri, kaşları Başları ucunda hece taşları Ne söylerler, ne bir haber verirler
Açan çiçek soldu, solan çiçek toprak oldu. Onu sevenler, onu koklayanlar başka çiçeklere kondu... O büyük hâkimiyyetine rağmen, hiç bir çiçeğin solmasına engel olamadı Sultan Süleyman’ın saltanatı. Alemde boy veren hiçbir servi ecel baltasından kurtulamadı. Şu dünyaya ne yenilmez bahadırlar ve yiğitler geldi de, hepsi ölümün acı kuvveti karşısında yenik düştü. Ancak şehitler ve âşıklar, toprağın kara gözlerine bir sürme gibi çekildi.
Siz ey insanlar! Unutursunuz tüm bunları. Güneş tepenizde, öğle vakti, yumsanız gözünüzü ne çıkar. Siz bastığınız yeri görmezken, âlem görür yaptıklarınızı... Olsun. Siz yine de düşünmeyin ve bir deve kuşu gibi kafanızı kuma sokun, unutun tüm bunları... Öyle mi? Doğru ya! İpek elbiseler dururken kim düşünür yakasız gömlek giymeyi... Lüks arabalar beklerken kim ister tahta tabuta binmeyi... Evler, köşkler varken kim ister mezara girmeyi...
Siz ey insanlar! Dinleyin! Bilirim. Sevdiğinden ayrılmak insana zor gelir. Hele ondan ayrıysa, hasretinden iliklerine kadar erir. Ona kavuşmak için bazen canını bile verir.
Mâna ebedî, madde eskimeye mahkum. Gönlünü maddeye kaptıranlar, onunla beraber eskimekten kurtulamazlar. Bu dünyâyı kendilerine yâr edinenler, ondan ayrılmak istemezler. Oysa ölüm, sevgililerinden zorla ayırır onları. Ve sevdikleri yüzüstü bırakıp, gözlerine doldurur bir avuç toprağı. Mânâ ebedîdir. ALLAH çağırır kullarını “bana gelin” diye. Bazıları niçin kulak tıkar bu çağrıya bilmem, çırpınır teslim olmaz en güzel hakîkate. Fakat bu çırpınmalar birgün son bulur. Kimi sevmediği, kimi de sevdiği halde âkıbete teslim olur.
Siz ey insanlar! Siz bizden değil, kendinizden korkuyorsunuz. Ölüden değil ölümden ürküyorsunuz. Kandırmayın kendinizi. İsterseniz acele edin, olur ya, kaçarsınız kaderinizden belki -o, sizin kederiniz.- Acele edin, varacağınız her yerde eceliniz bekliyor, attığınız her adım ona götürüyor sizi.
Siz ey insanlar! Biliyor muydunuz; kalp çarpıntıları doğumla başlayan ölüm bestesinin mırıltılarıdır. Topkı güneşin doğup batışı yahut, çiçeğin açıp solması gibi insan da doğup batmaya, açıp solmaya mahkumdur. Zamanı durduramazsınız ve her sâniye ömrünüzden bir parça daha koparır. Verdiğiniz her nefesle ömür sermâyeniz daha da azalır. Ve insan, bugün ayak bastığı toprağın altında, yarın kendini bulur.
Siz ey insanlar! Düşünmüyorsunuz bu hayatın birgün biteceğini. Hiç hissetmiyorsunuz ensenizdeki Azrail’in nefesini... Zaman, ölümü soluyor... Ölüm... O ufkun ardındaki ufukta bir karınca, öyle değil mi? Heyhât! Kaderiniz, belki kederiniz olan o karınca, bir Ebâbil kuşunun ayaklarında, ışıktan daha hızlı gelir ve bulur yakalar sizi...
Siz ey insanlar! Şu üzerinde yürüdüğünüz yerler toprak değil, sizden önce yaşamış olanların bir kilim hâline gelmiş fâni alınlarıdır. Ayak bastığınız şu kara toprak, aslında geçmişlerin yanakları ve dudaklarıdır. Nice âlimleri, cahilleri, sultanları, köleleri toprağın altında yanyana koydular... O da, hepsine büyük bir iştahla kucağını açtı... Toprağın altında tenler çürüyünce, köle ile sultan birbirine karıştı.
Yoklasınlar kafatasını mezarda her ölenin Farkı var mı bakalım, hükümdarla kölenin...
Her yeni gün, geçmiş bir dün oldu. Evler belirsiz, içindekiler hep meçhûle kondu. Bu dünya kimseye yâr olmadı, gelenler gitti, gidenler geri dönmedi. Nice analar yavrularını, nice yavrular analarını terketti. Güzelim âzâlar yavaş yavaş dağıldı, nâzik tenler toprağa karıştı. Toprak kendisine teslim edilen cesedi öylesine yedi ki...
Yalancı dünyaya konup göçenler Ne söylerler, ne bir haber verirler Üzerinde, türlü otlar bitenler Ne söylerler, ne bir haber verirler Yunus der ki, gör takdirin işleri Dökülmüştür kirpikleri, kaşları Başları ucunda hece taşları Ne söylerler, ne bir haber verirler
Açan çiçek soldu, solan çiçek toprak oldu. Onu sevenler, onu koklayanlar başka çiçeklere kondu... O büyük hâkimiyyetine rağmen, hiç bir çiçeğin solmasına engel olamadı Sultan Süleyman’ın saltanatı. Alemde boy veren hiçbir servi ecel baltasından kurtulamadı. Şu dünyaya ne yenilmez bahadırlar ve yiğitler geldi de, hepsi ölümün acı kuvveti karşısında yenik düştü. Ancak şehitler ve âşıklar, toprağın kara gözlerine bir sürme gibi çekildi.
Siz ey insanlar! Unutursunuz tüm bunları. Güneş tepenizde, öğle vakti, yumsanız gözünüzü ne çıkar. Siz bastığınız yeri görmezken, âlem görür yaptıklarınızı... Olsun. Siz yine de düşünmeyin ve bir deve kuşu gibi kafanızı kuma sokun, unutun tüm bunları... Öyle mi? Doğru ya! İpek elbiseler dururken kim düşünür yakasız gömlek giymeyi... Lüks arabalar beklerken kim ister tahta tabuta binmeyi... Evler, köşkler varken kim ister mezara girmeyi...
Siz ey insanlar! Dinleyin! Bilirim. Sevdiğinden ayrılmak insana zor gelir. Hele ondan ayrıysa, hasretinden iliklerine kadar erir. Ona kavuşmak için bazen canını bile verir.
Mâna ebedî, madde eskimeye mahkum. Gönlünü maddeye kaptıranlar, onunla beraber eskimekten kurtulamazlar. Bu dünyâyı kendilerine yâr edinenler, ondan ayrılmak istemezler. Oysa ölüm, sevgililerinden zorla ayırır onları. Ve sevdikleri yüzüstü bırakıp, gözlerine doldurur bir avuç toprağı. Mânâ ebedîdir. ALLAH çağırır kullarını “bana gelin” diye. Bazıları niçin kulak tıkar bu çağrıya bilmem, çırpınır teslim olmaz en güzel hakîkate. Fakat bu çırpınmalar birgün son bulur. Kimi sevmediği, kimi de sevdiği halde âkıbete teslim olur.