Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Yön Veren Yazilar

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
YÜREĞİNİ YOKLA EY DOST!!!

Dur dostum, dur ve bak etrafına...
Ne görüyorsun?
Orada, karlar üzerinde yırtık pabuçlarıyla okula giden çocuklar var.
Önlüksüz, deftersiz, kitapsız...
Orada dağ yollarında doğuran anneler var...
Orada annesinin memesinden süt yerine kan emen bebeler var...
Orada, gözleri hep bir iş umudunda sönen, evine her akşam ekmeksiz dönen,
yüreği utanç mengenesine sıkışmış babalar var...
Orada çocuklarını avutmak için tenceresinde aş yerine taş kaynatan anneler
var.
Orada kapısını soğuk rüzgarlardan başka kimsenin çalmadığı, açmadığı
garipler var...
Yaşlılar, dullar, yetimler, yatalak hastalar var.
Doktorsuz, ilaçsız, mezar sessizliğindeki evlerinde kuşatılmış bir nice
insan var orada...
Çöplüklerde ekmek arayanlar var...
Dur ve bak etrafına...
Isınamayanlar, aylarca et görmeyenler, bir lokma ekmek için çamurlara
bulananlar var orada...
Gör onları...
Önce gör!
Görmezsen mes'ulsün çünkü...
Bir beldede açlıktan ölse bir kişi, tüm şehrin insanları sorumlu tutulur
onun ölümünden... diyor Allah'ın Rasulü...
Gör, çünkü "komşusu açken tok sabahlayan bizden değildir" diyor.
Gör ve ağla, Ömer bin Abdülaziz gibi:
"Ümmet içindeki açların, fakirlerin, hasta olup ilaç bulamayanların,
sırtına giyecek elbisesi olmayanların derdine düşen, Ömer bin Abdülaziz.
Boynu bükük yetimlerin, yalnızlığa terkedilmiş dul kadınların, hakkını
arayamayan mazlumların, küfür ve gurbet diyarlarındki Müslüman esirlerin
acısını yüreğinde duyan,
Kendisini, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışmaya takati olmayan
muhtaç yaşlılardan, aile efradı kalabalık olan fakir aile reislerinden
sorumlu hisseden...
Ömer bin Abdülaziz gibi ağla ve sor:
"Ya yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse,
Rasululllah bunlar için bana serzenişte bulunursa ben nasıl cevap
vereceğim."
Çünkü sorulacaksın!
Gör ve ulaş Fatih gibi kuytu sokaklarına şehrin...
Yıkılmış hanümanları bul, mahcub gönüllere var, vakıf vakıf tutuştur sönmüş
ocakları...
Bezmi Alem, Gülnuş Sultan ol, kanat ger, fukara hastacıklara, sebil ol,
susuzluktan dudağı çatlamışlara...
Gör onları, çünkü "Beni kalbi kırıkların yanında ara" diyor Rabbin!
Rabbine bir yakınlık bulmak için gör!
Gör ve paylaş!
Paylaşacak neyin varsa...
Mal, mülk toplayıp, üstüne oturanları kınıyor Yaratan...
"Yazıklar olsun" diyor toplayıp toplayıp sayanlara...
Karunlaşanlara yazıklar olsun!
Malını mülkünü putlaştıranlara!
Karunlaşanlar yerin dibine geçiyor Kur'anımıza göre...
Elini sıkıp yalayanlara yazıklar olsun!
Yetimi itip kakanlara...
Muhtaçlara hor bakanlara...
Yazıklar olsun!
Unutma:
Bir melek iner her gün göklerden
Dua eder paylaşanlar için... "İhsan et Rabbim, yenisini ihsan et" diye...
Ve bir melek yönelir Rezzak-ı Aleme, "telef et nesi varsa cimrilik edenin,
telef et!" diye seslenir.
Kefenin cebi yok unutma...
Paylaş!
Hiç olmazsa tebessümünü paylaş!
Bir tebessüm bırak geride. Yüreklerde...
Cömertliğinden iz kalsın!
Sevinç taşı insanların yüreğine, ümid taşı!
Ekmeğini paylaş...
Sofranı paylaş!
Rızkı veren pay ayırmış sofrandan.
Mahrum için, yetim için, esir için, yolda kalanlar için, borçlu olanlar
için, can pazarına çıkanlar için...
"Hepiniz fakirsiniz" diyor Yaratan...
Her şey bir varmış, bir yokmuş O'nun nazarında...
Yunus gibi bakarsan şayet
Mal da yalan mülk de yalan
Gel biraz da sen oyalan...
Sadece fakirler değil...
Herkes fakir... Sen, ben, o
Yaratan'ı unutmazsan!
Yaratan'a bak, kendine bak!
Bir kader tablosundan başka nedir yaşadığın?
Hayat imtihanında iki insan;
Ya sen muhtaç olsaydın, ve muhtaç sen olsaydı!
Paylaş ki yüreğin büyüsün.
Fakirliğe düşeceğim diye korkmadan paylaş.
Paylaş ki Rabbin "sevilenler" kervanına katılasın!
Ver!
Ver çünkü,
"Ver" diye sesleniyor Yaratan...
"Ver" diye sesleniyor Kur'an...
Ver çünkü, "Ver" dedi sana her şeyi veren... Nefes alıp vermeyi, görmeyi,
tutmayı, tebessüm etmeyi... Canını, malını... şu nur yüzle bebeleri... şu
bağ bahçeleri... şu saray yavrusu evleri, apartmanları, gökleri, yeri...
Kapat gözlerini, ne kadar fakirsin, gör!
Bir göz alabilir misin zenginliğinle, ya bir kalb, ya bir akıl, ya bir
hafıza...
Nasıl bulursun eşinin ismini, nasıl tanırsın çocuğunun yüzünü, hafızan
silinirse?
Ver çünkü "Allah bu dünyaya zayıfların duası sebebi ile yardım eder"diyor
Rahmet Peygamberi...
Ver ve güzel ver!
Çünkü
"Sadakaları Allah alır" diyor Kelam-ı Kadim!
Sadakaları Allah alıyor, sakın unutma!
Yaratan'a vermek nasıl olursa öyle ver...
Edeble ver. Şükranla ver. Gözlerinin içi gülerek ver. Yüreklere sevinç
taşıyarak ver.
Hakk'ın rahmet nazarına ma'kes olarak ver.
Sağ elin verdiğini sol elin duymayacak kadar...
Sadaka taşlarının o eşsiz nezaketi içinde...
Yağmur gibi ver, güneş gibi ver, toprak gibi ver...
Kibirsiz ol verirken..
Başa kakmadan ver!
Mihnet yüklemeden!
Aşağılamadan, hor görmeden ver!
Kendini onun yerine koyarak ver... Duygularını paylaşarak ver!
Allah'ın lütfunu paylaşan iki kul gibi ver.
Malının içinde saklanmış hakkı iade eder gibi...
Arınma duygusuyla ver!
Paran arınsın, buğdayın arınsın, malın mülkün arınsın, yüreğin arınsın!
Bir Müslümanın yufka yüreği ile kuşatırcasına ver!
Şefkatle, sevgiyle, çağlayanlar gibi ver!
Bir mü'minin edebi içinde ver!
Rabbin buyruğuna bütün kalbinle katılırcasına ver.
Yarım hurma ile olsun ateşten korunurcasına ver.
Sevdiklerinden ver.
Severek ver!
İyiliklerle, güzelliklerle, Rabbin rahmeti ile buluşma niyetiyle, yüz
aydınlığı için ver, gönlünde sevinç pırıltıları ile buluşmak için ver...
Kazalara belalara zırh olsun diye ver.
Kurtlanmış fasulyeyi verme, çürümüş domatesi, kokmuş eti, atılacak elbiseyi
verme...
Seni iğrendirecek olanı verme...
Yarın senin sofrana konulacak olanı, üzerine giyeceğin şeyleri ver...
Verdiklerin ahiret azığın olsun...
Cennet sofrana konsun.
Erteleme ver!
"Erteleyenler helak oldu" diyor Kutlu Önder'in...
Yarın verecek zamanın olmayabilir...
Bak nasıl da göçüp gidiyor ansızın kafileler...
Dağlar gibi malı mülkü bırakarak...
"Kısa bir süre ver Rabbim" diyeceğin anlar gelecek, "sadaka verecek kadar,
iyiler defterine geçecek kadar bir süre ver..."
Oysa ecelde pazarlık yok.
Dar zamana bırakma hesabı, kitabı...
Derle, toparla, denkleştir ve gönder göndereceklerini...
Bak etrafına bir...
Gör...
Görmemekten sorumlusun.
Ver
Vermemekten sorumlusun...


Altına ve gümüşe kul olanlar helak oldu...
Unutma!

Hep O'nunla kalin...!
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Kiyamette Ilk Sorgu üç Kişiye

Kiyamette Ilk Sorgu üç Kişiye

Ebû Hüreyre radıyallahü anh’den anlatılır:

Resûlüllah aleyhisselâm şöyle buyurdu:

Kıyamet gününde üç kişi ilk olarak sorguya çekilir:

Birincisi, cihad esnasında ölen kimsedir ki, Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah, kendisine verilmiş olan nimetleri önüne serer. O da, bunlara nail olduğunu itiraf eder.

Bunun üzerine Allah kendisine:

Bu mazhar olduğun nimetler içerisinde ne yaptın? diye sorar.

O da:

Senin yolunda şehîd oluncaya kadar savaştım, cevabını verir.

Allahü Teâlâ:

Yalan söylüyorsun; sen «yiğit» desinler diye savaştın ve sana «yiğit» dediler de, der. Sonra meleklerin kendisini almalarını emreder ve yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılır.

İkincisi, ilim tahsil edip başkasına da öğreten ve Kur’ân okuyan kimsedir ki, bu da Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine verilmiş olan nimetleri bir bir sayar ve önüne serer. O da bunları tasdik eder.

Ve Allah kendisine:

Bu eriştiğin nimetler içerisinde ne yaptın? diye sorar.

O da:

İlim tahsil ettim, ilmi başkasına öğrettim ve senin rızan için Kur’ân okudum, diye karşılık verir.

Allah kendisine:

Yalan söylüyorsun, sen ilmi, «alim» desinler diye öğrendin. Kur’ân’ı da «güzel Kur’ân okuyan kişi» desinler diye okudun. Ve sana böyle dediler de, der. Sonra meleklere kendisini almalarını emreder ve yüz üstü sürüklendirilerek cehenneme atılır.

Üçüncüsü de, Allah’ın kendisine bolluk verdiği, malların her çeşidini ihsan ettiği kimsedir ki, Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine verilen nimetleri karşısına çıkarır. O da bütün bunların kendisine verildiğini kabul eder ve Allah sorar:

Şu nail olduğun nimetlerle ne yaptın? der.

O da:

Verilmesini istediğin ne kadar yer varsa, hep o yerlerde ve o yolda dağıttım, diye cevap verir,

Allahü Teâlâ:

Yalan söylüyorsun. Sen bütün bunları kendine «ne cömerd adam!» dedirtmek için yaptın. Ve sana böyle dediler de, der. Sonra meleklere onu almalarını emreder. Ve yüz üstü sürüklendirilerek cehenneme atılır.

(Müslim, Tirmizî, Nesei)
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
BaŞımızn Tacı EfenDimiz

BaŞımızn Tacı EfenDimiz

Resulullah efendimiz(s.a.v)yemegi yere diz çöküp iki ayagı üzerine oturarak besmele ile yerdi.
Ben kulum Kul gibi yer içerim''buyururdu.Sıcak yemek yemez ve sıcak yemekte bereket olmadıgını söylerdi.
Yemegi eliyle ve üç parmakla daima önünden yerdi.Yemekleri parmakları ile sıyırır ve''Yemegin sonu daha bereketlidir''derdi.
Yemegin sonunda nimetleriveren Cenab-ı Hakk'a hand eder ve ellerini yıkardı.
Su içerken üç yudum'dabesmele ile başlar ve ''elhamdülillah diyerek bitirirdi.Kabı uzaklaştırdıktan sonra nefes alır veya verirdi.
Karnını doyurmaz müminlerin de bundan uzak durmasını isterdi.
Selam dua İle
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Kabir Azabina Iki Sebep

Kabir Azabina Iki Sebep

İbni Abbas radıyallahu anh’ın şöyle anlattığı rivayet edildi: Peygamber aleyhisselâm iki kabre rastladı ve şöyle buyurdu: Bu kabirlerdeki iki kişi insanlarca mühimsenmeyen bir suçtan azap görüyorlar. Biri bevlettikten (idrarını yaptıktan) sonra korunmadığı ve dikkatsiz davranıp, pislikten kaçınmadığı için; diğeri de koğuculıık yaparken, insanların arasını bozduğu için azap görüyor. Sonra Peygamber aleyhisselâm yaş bir dal alarak ikiye ayırdı ve birer parçasını bu kabirlere dikti. (Etrafında bulunanlar):

— Ey Allah’ın Resulü, bunu neye böyle yaptın? diye sordular. Peygamber aleyhisselâm da:

— Yaş kaldıkları müddetçe azaplarının azaltılacağını ümid ettiğim için böyle yaptım, buyurdu.

(Buharı, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî, Neseî)
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Başka Dua Bilmez Misin?

Başka Dua Bilmez Misin?

Bir şahıs, Harem-i Şerîfin kapısında, Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım!.. diyerek hep aynı duâyı okuyordu. Ona, Sen başka duâ bilmez misin? dediler. O şöyle açıkladı, bu duâyı tekrar etme sebebini:

Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular. Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım. Îmânım ise, Bu haramdır, boşuna saklama; sahibini bul, teslim et! dedi. Ben böyle mücâdele içinde iken, birinin sesi duyuldu:

Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim!

Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken, bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce, hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:

Ben Mağrip sultânının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi baktın. Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma, elli bin altına sat beni.

Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, Meşhur bir tüccar dostum vefât etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın, çehiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:

Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar.

Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım. Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!.. (Nevâdir-i Süheylî, Sayfa: 280-81)

Evet, enteresan bir hâdise. Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim. Kaldı ki bu, sadece dünyadaki semeresi. Âhiretteki karşılığı ise, ebedî bir saâdet. Rabbimiz cümlemizi, îmânımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın. Âmîn
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Leyla'ya gitmek...

Leyla'ya gitmek...

Mecnun bir keresinde Leyla'nın aşkı ile yice kararsız kalmıştı.

Leyla'ya gitmek için bir deve satın aldı, yola çıktı.
Uyumayı ve dinlenmeyi terketti, epeyce yol aldı.
Leyla'nın bulunduu şehre yaklaştığı zaman;

"Artık sevgilimin şehrine yaklaştım" dedi;
kalbi rahatladı, biraz gevşedi.

Bu arada kendisini uyku bastı, uyudu.

Devenin geride "Küşek" isimli bir yavrusu vardı.
Ondan zorla ayrılmıştı. Aklı fikri hep ondaydı.
Mecnun'un uyuduğunu fark edince, hemen yönünü çevirdi
ve süratle yavrusuna doğru yol aldı, Küşek'in yanına vardı.

Mecnun uyandı ki gittiği yolu geri gelmiş. Tekrar yola çıktı,
Leyla'ya tam kavuşacakken yine biraz dalıverdi.

Deve yavrusunun derdindeydi. Hemen yönünü çevirip yavrusuna koştu.

Mecnun, Küşek yüzünden bir türlü Leyla'sına kavuşamıyordu.

En sonunda deveyi terk etti, onu Küşek ile başbaşa bıraktı;
Leyla'sına tek başına gitti...

Hak yolunda nefis deve yerindedir.
Kul onunla Hakk'a yol alacaktır.
Ancak onun gerideki arzu ve beklentileri yok edilemezse,
gözü hep arkada kalır. İlk fırsatta soluğu orada alır...
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Ağızdaki Taşın Hikmeti

Ağızdaki Taşın Hikmeti

Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.

Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:

- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.
Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Bilge Sözler 1

Bilge Sözler 1

"Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."
Mustafa Kemal ATATÜRK

"Dil, bir medeniyet olayıdır.Bir medeniyetin kurduğu dil, başka bir medeniyetin düşündüklerini söyleyemez.
Yetmez onu söylemeye. Bir ulus, medeniyetini değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır."
Nurullah ATAÇ

"Milletin genç unsurları bozuk olmaz. O, ancak yetişkin adamlar bozulduğu zaman bozulur."
Montesqieu

"Bilgi iki çeşittir: Bir konuyu bilmek, o konuyu nereden öğreneceğini bilmek."
Samuel Johnson

"İnsanların zekasını alınız, geriye kıymetli hiç bir şeyi kalmaz."
Sir Hamilton

"Yabani uluslar dışında her ülke, kitaplar tarafından yönetilir."
Voltaire

"Çok yazmak, çabuk yazmak hiç de önemli değildir. Dünya "nasıl" yazdığınıza değil, "ne yazdığınıza" bakar."
G. Henry Lewes

"Bizden sonraki nesillere faydalı olacak şekilde yaşamadıkça ve onlara biraz daha görüş, düşünüş,
biraz daha fazla cesaret ve bilhassa ahlak sağlamlığı aşılamadıkça yaşamdan çekilmeyelim."
P.Pecaut (1828-1898)

"Küçük avantajların peşinden koşarken büyük başarılardan olursunuz."
Konfiçyüs

"Başarının gerçek ölçüsü, nelere sahip olduğun değil, nelerden vazgeçebildiğindir."

"Hayat bir bisiklete binmek gibidir. Pedalı çevirmeye devam ettiğiniz sürece düşmezsiniz."
Claude Pepeer

"Keşke sözcüğü yerine, bir daha ki sefere demeyi deneyin."

"İnsanoğlunun içinde uyuyan güçler vardır. Kendisi bile şaşırır. Çünkü bu güçlere sahip olduğu aklının ucundan bile geçmez. Bu güçleri uyandırıp eyleme geçerse, o kişinin hayatında büyük bir devrim olur."
Swette Maden

"Akıllılar dövüşmeden önce kazanırlar, cahiller kazanmak için dövüşürler."
Zhuge Liang
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Bilge Sözler 2

Bilge Sözler 2

"Rüyaları gerçekleştirmenin en kestirme yolu uyanmaktır."
J.M.Power

"Susma dayanılması güç bir hazır cevaptır."
G.K.Chesteron

"Bilginin efendisi olmak için çalışkanlığın uşağı olmak istiyorum."
F.V.Logau

"Ayakkabım yok diye üzülüyordum ta ki ayaksız bir adam görene dek."
Arap Özdeyişi

"Dünyada ilk bakışımda doğruluğuna çok güvendiğim şeylere,
ikinci kez bakmam gerektiğini anlayacak kadar çok yaşadım."
J.Billings

"Aslan ülkesinde, tavşan avlarken gözünüzü aslanlardan ayırmamalısınız;
ama aslan avlayacaksanız, tavşanlara aldırmanız gerekmez."
J.M.Power

"Güçlük içinde bulunduğun süreyi ne kadar uzatırsan. çözüm bulma olasılığın o kadar azalır."
C.Nicole

"Güçlü olan zayıf yanını herkesten iyi bilendir; daha güçlü olan ise zayıf yanına hükmedebilendir."

"Umut iyi bir kahvaltı, kötü bir akşam yemeğidir."
F.Bacon

"Ateşe ateşle karşılık verenlerin ellerinde kalan genellikle küldür."
A.V.Buren

"Yanılgı insanlar içindir, ancak silginiz kaleminizden önce bitiyorsa, fazlaca yanlış yapıyorsunuz demektir."
J.Jenkins

"Gerçek başarısızlar, yanılgılarını deneyimleri ile düzeltemeyenlerdir."
E.Hubbart

"Limandaki gemiler güven içindedir; fakat gemiler limanlar için yapılmamıştır."
J.A.Shedd

"Babam iki tür insan bulunduğunu söylerdi; İşi yapanlar ve yapılan işten kendine kredi çıkartanlar!
O, benden birinci grupta yer almam için çalışmamı istedi. Zira bu grupta diğerinden daha az rekabet vardı... "
Indra Gandhi
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
tesbihatların anlamları

tesbihatların anlamları

Allahu Ekber........... Allah en büyüktür.

Sübhane Rabbiyel Azim........Ey büyük Rabb'ım! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim.

Semiallahulimen hamideh..........Allah kendisine hamd edenleri işitti.

Rabbena leke'l-hamd..........Ey Rabbımız! Her çeşit hamd ancak sanadır.

Sübhane Rabbiye'l-ala..........Ey Yüce Rabb'ım! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim.

Esselamu aleykum ve rahmetullah........Allah"ın selamı üzerinize olsun.

Allahümme ente’s-selamu ve minke’s-selam tebarek-te ya-zel celali vel ikram........Allah’ım! Sen kurtuluş merciisin.Esenlik ve güvenlik sendedir. Ey Azamet ve Kerem sahibi Allah’ım! Senin şanın çok yücedir.

Ala Resulina Muhammedin salavat...........Peygamberimiz Hz.Muhammed’e salavat getirin.

Subhanallahi ve’l-hamdülillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim........Allah eksik sıfatlardan beridir. Hamd Allah’adır. Allah’tan başka ilah yoktur veAllah en büyüktür. Allah’tan başkasında güç ve kudret yoktur.

Subhanallah..........Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.

Elhamdülillah.........Hamd Allah’adır.

Allah’u Ekber..........Allah en büyüktür.

Lailahe illallahu vahdehula şerikeleh lehül mülkü velehül hamdüala külli vehüve şey’in kadir..........Eşsiz olan ve ortağı olmayan Allah’tan başka ilah yoktur. Hükümranlık Onundur, hamd Onadır ve O her şeye güç yetirendir.

Subhane Rabbiye’l-aliyyi’l-a’le’l-vehhab........Çok bahşedenlerin en yücesi olan Rabb’im! Sen noksan sıfatlardan münezzehsin.

Amin..........(Duamın kabul olacağına )Ben inanıyor,güveniyorum.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Gerçekten İsteyen

Gerçekten İsteyen

Gerçekten İsteyen

Her başarı yolculuğunun, aynı anda korunması gereken iki temel boyutu vardır: İstemek ve eylem. İstersiniz ve yaparsınız; arzularsınız ve yapmanıza izin verilir. Başarmak istiyorsanız, hem arzuda, hem de eylemde ısrar etmeyi alışkanlık haline getirebilmelisiniz.
Gerçekten isteyen, istemekten bıkmaz ve Peygamberimizin(asm) “Acele etmediği sürece her birinizin duasına icabet olunur. Ancak şöyle diyerek acele edenler var: “Ben dua ettim, duam kabul olmadı”1, “Allah ısrarla dua edenleri sever”2 şeklindeki uyarılarını dikkate alır.

Bir gün istemekten bıktığınız şey, aslında istediğiniz şey değildir. Gerçekten yaşamak isteyen, tüm ümitlerini kaybettiğinde bile istemeye devam eder. Gerçekten aç olan insan yiyecek aramaktan bıkamaz.
İki türlü istersiniz: Birincisi inançla, heyecanla, içten ve zevkle; diğeri şüpheyle, güvensizlikle, bıkkınlık, çöküntü veya ilgisizlik halinde. İkinci yolda ilerleyiş yoktur; gerçekten istemediğinizi elde etmeye hazır değilsiniz. Sizin bile inanmadığınıza, kaderinizin Yaratıcının inanmasını nasıl beklersiniz? Almaya hazır olmadığınız, size verilmeye hazır değildir.
En coşku uyandırıcı vermek, en muhtaç olana vermektir. Kimse en içten isteyenden daha muhtaç olamaz. En çok muhtaç olanın isteği, ayda veya haftada bir aklına gelmez. Onu her an ruhunun bir köşesinde yanan ateş olarak canlı tutar. Öyle bir düzeye gelir ki, hayatı tamamen arzularının penceresinden görür. Çok susamışsanız, bir avuç toprağı bile sıkıp suyunu içmek istersiniz.

Sevmekten ve sevgi duygusuyla kalbinizi sürekli aydınlatmaktan usanmayın, ona ne kadar kötülük yaparsanız yapın, hala size iyilik yapmak isteyen bir Kudretin sanatısınız. Vermekten bıkmayandan istemekten bıkmak, insan vicdanını sızlatır. Size her sabah Güneşi veren, bazı özel isteklerinizi henüz vermemişse, üzerinize düşeni yeterince yapmamış olmalısınız.

İstemekten bıkıyorsanız, istediğiniz değerli değildir veya değerinin ne kadar büyük olduğunun farkında değilsinizdir. Onu iyice araştırın, ona yüksek değerler bağlayın; isteklerinizin yeniden canlandığını göreceksiniz.
Israrı başarmak istiyorsak, şu anda yaptığımız işlere odaklanmalı, bilincimize içinde bulunduğu saniyeleri yaşatmalıyız.
Çabalarımızın sonucu bize çabalama heyecanı verir; ama şu anda yaptıklarımızdan kopup sonuçlara odaklandığımızda ilerleyişimiz durur. Zengin olma hayali zenginlik yolunda çalışmayı unutturabilir. Dikkat nereye saplanmışsa, eylem oraya yönelik olacaktır. Merdivenin bir sonraki basamağına adım atabilmeniz için oraya bakmalısınız, merdivenin zirvesine değil. Tırmanırken sadece zirveyi gören, ilk adımda yuvarlanacaktır.

Dünya, Cennet değil. “Elma” dediğinizde pencerenizden kırmızı bir elma uzatılmayacak. Eğer istiyorsanız size verilecek; ama, onun yokluktan varlığa uzanan bir yolu ve yolculuğu var. Bu yıl size yedireceği meyvelerin çekirdeğini, Yaratıcı yıllar önce toprağa ekmişti.
Nice insan kendilerine sunulacak başarılar yola çıkarıldıktan ve tam kapısının eşiğine geldikten sonra, “artık istemiyorum,” demiş ve o başarılar, getirenlerin hüzünlü olarak geri dönmelerine şahitlik etmiştir. Dünyada hikmet hâkimdir ve hikmet sabretmektir: Yalnızca bir saniye daha fazla sabreden birinci olacaktır. Sonuçlar heyecanın dostu, ama sabrın düşmanıdır. Heyecana da, sabra da muhtaçsanız, şimdi yaptığınız her şeyi muhteşem geleceğinizle bir arada düşünmelisiniz.

Şu tuzağa hep düşüyoruz: Sevdiğimizi hayal etmenin zevkine dalarak, ona kavuşmanın çileli çırpınışından kaçıyoruz. Hayalde kavuşmanın zevkini, kavuşma yolculuğunun çilesine tercih edenler, kavuşamazlar. Sonra da, günahsız geceleri, ümitsizce ağlayan kırık kalplerle doldururlar.
Bir sınavı, seçimi veya yarışmayı kazanmak için çalışmak heyecan verir. Ama kazanacağınız şeyin büyüklüğünü hayal ettiğinizde aldığınız zevk, ona ulaşma sabrınızı taşıracaktır. Sabrın zorlanması zaferin, taşması ise yenilginin habercisidir. Eğer Cenneti görseydiniz, dünyadan nefret eder, hemen şimdi ölüp oraya gitmek isterdiniz; oysa oraya gitmenin yolu, yaşamak ve orayı kazandıracak işler yapmaktır.

İplik kadar ince ve bıçak kadar keskin bir dengeden söz ediyorum. Sonuçlarınız büyük olmayacaksa veya ne kadar büyük sonuçlar elde edeceğinizi hayal edemiyorsanız, çalışma heyecanı duymayacaksınız. Öte yandan, kazanacaklarınızın büyüklüğü sizi şimdiki işlerinizden ve arzularınızdan kopardığında, çabalamayı terk edersiniz. Cennet sevdası yüzünden, çalışmayı terk edip dağlara kaçan, mağaralara gizlenen insanlar yaşadı. Sınav heyecanı yüzünden çoğu öğrenci çalışamaz hale geldi.

Sonuçlarımızı bilelim ve onları beynimizde çok iyi canlandıralım, bizi heyecanlandırmalarına, sabrımızı zorlamalarına izin verelim; ama onların gerçekleşmesini yaratıcımıza bırakalım. Bize düşen buğdayı ekmek, çapalamak ve imkanımız varsa sulamaktır. Başakları biz yaratmayacağız. Her şeyi yaptığımız halde, bir kuraklık veya felaket, emeklerimizi heba edebilir. Çok iyi hazırlandığımız halde, sınav günü geçirdiğimiz bir hastalık yüzünden kaybedebiliriz.

İnsan acelecidir; şimdi bir milyar kazandıracak işi, on yıl sonra 1 trilyon kazandıracak işten daha değerli görüyor. Diktiğiniz ağacın bir yıl sonra meyve vermesini beklemeye hakkınız var; ama vermediğinde onu terk etmeye hakkınız yok. Daha geç gelen, daha değerlidir. Daha zor olan daha sevgilidir. Büyük aşklardan bu dersi almadınız mı?

Hedefe ulaştıran tek kural, ilerlemekte sürekliliktir. Kısa dinlenme aralıkları dışında duraklamayın; duraklamak durmanın ilk biçimidir. Karınca hızıyla bile yürüseniz, dünyayı dolaşmanız mümkündür.
Mikroskopla görebildiğimiz bakteriler o kadar hızlı çoğalırlar ki, Yaratıcının koyduğu düzen sayesinde toprağa dönüşmeselerdi, bir yıl içinde yer yüzündeki tüm karaları 5 metre yüksekliğinde bakteri kaplayacaktı. Küçümsediğiniz küçüklerin aslında tüm büyüklerin ta kendileri olduğunu keşfedin.

Peygamberimizin(asm) “Allah katında amellerin en sevimlisi, az da olsa devamlı olandır”3 sözü üzerinde düşünelim. Her gün bir saat çalışan insan, dün ve yarın 24 saat çalışıp, bugünü boş geçiren insandan çok daha kazançlıdır. Başarı, az da olsa devamlı yapılan işte gizlidir.
Devamlılık, ihtiyaç duyulduğu kadar ve ihtiyaç duyulan aralıklarla yapmaktır. Gücünüzü toplayıp merdivenin zirvesine birden sıçrayamazsınız. Devamlılık, biriktirip birden harcamak değildir. Ağacınızın ihtiyaç duyduğu “yılda bir ton suyu” bir günde verip bir yıl boyu onu susuz bırakırsanız, kurutursunuz. Geleceğinizin akışı, bugününüzün akışı gibi istikrarlı ve adım adım olacak.

Eylemlerinizin eser üretmesini istiyorsanız, az da olsa devamlı yapın. Günde hiç olmazsa beş defa, neleri elde etmek istediğinizi hatırlayın; onlar için her gün bir milim de olsa ilerleyin. Günde bir defa bile istemeyen insanlar, istediklerini sanıyorlar. Dua edip etmediklerini sorduğunuzda, geçen yıl kurdukları hayallerini hatırlıyorlar. Bir gün yapmazsanız, bu bir hafta yapmamanıza, bu bir ay, bu bir yıl ve bu da bir ömür hatırlayamamanıza neden olacaktır..

Bir düşünce insanı coşku durumuna sokuyor. Fakat insan bu düşüncenin birkaç dakika sonra bilincinden çıkıp gitmesine izin veriyor. Üstelik yerine karamsarlığı, çöküntüyü koyuyor. Sizi coşturan bir düşünceyi papağan gibi içinizden tekrar etseniz ne olur?

Her başarımı, “odağımdan sapmamaya” borçluyum. Bir gün saparsam, ona geri dönmem günler alıyor. Geceleri uyumadan önce, yapmak istediklerim gözlerimin önünden geçer. Bazen öylesine heyecanlanırım ki, çöken göz kapaklarım açılıverir ve çalışmaya geri dönerim. Size heyecan veren bir söz, bir dua, vücudunuzu emanet edeceğiniz gecenin başında kalbinizden geçmezse, ruhunuzun elektriklenmesini beklemeyin.

1 Buharî, Daavat: 22
2 Cami’u’s-Sağir 2292, Hadis No:1876
3 Cami’us-Sağir 1:165 Hadis No:197 s

Muhammed Bozdağ
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Sen Namaz Kılmış Olmadın

Sen Namaz Kılmış Olmadın

Resulullah (s.a.v.) Efendimiz, bir gün mescitte ashabıyla birlikte otururken, isni Hallad olan, yeni öğrenmiş bir bedevi zat girdi. Rüku ve secdesini tam yapmadığı bir namaz kıldı. Sonra huzura gelerek selam verdi. Resulullah Efendimiz selamını aldı ve.
- Dön namazını tekrar kıl, buyurdu.
O zat dönerek, önceki kıldığı gibi namazını tekrar kıldı. Resul-i Zişan (s.a.v.),
- Dön tekrar kıl; çünkü sen, namaz kılmış olmadın!, buyurdu.
Bu hal üç defa tekerrür edince Hallad (r.a.) :
- Ya Resulullah! Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, ancak bu kadar biliyorum, doğrusunu bana öğretirmisin? dedi.
Bunun üzerine Efendimi z (s.a.v.):
- Namaz kılmak isteyince güzelce abdest al, kıbleye dön, iftitah tekbirini al, kolayına geldiği kadar Kur’an oku, sonra rükua varıp sukunet buluncaya kadar dur. Sonra başın büsbütün doğruluncaya kadar ayakta kal, sonra secdeye varıpmutmain oluncaya kadar dur, başını kaldırıp hareketsiz kalıncaya kadar otur. Bunları bütün namazlarda böylece yaparsan namazın tam olur, bundan neyi eksiltirsen namazı eksiltmiş olursun, buyurdu.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Kurşunkalem gibiyiz

Kurşunkalem gibiyiz

Hiç kurşunkalemle aramızda benzerlikler olabileceğini düşündünüz mü?

"Nasıl?" dediğinizi duyar gibiyim. İşte açıklaması:

*Kurşunkalem gibiyiz, hatalarımız düzeltilebilirse de izlerini tümüyle yok edemeyiz. Geçmişi değiştiremeyiz ama düzeltme yoluna gidebiliriz.

*Kurşunkalem gibiyiz, acılarımız bizim kalem açacaımızdır. Yaşadığımız zorluklar kişiliğimizin biçimlenmesine yardımcı olurlar.

*Kurşunkalem gibiyiz, birisinin elimizden tutmasına izin verirsek çok şey yapabiliriz.

*Kurşunkalem gibiyiz, her fırsatta izimizi bırakabiliriz. Yaşamda var oluş nedenimiz budur, izimizi bırakmak. Belki küçük bir yolda, belki birlikte olduğumuz insanlarda, belki yetiştirdiğimiz insanlarda, ama kesinlikle arkamızda iz bırakmaya çabalamalıyız.

*Kurşunkalem gibiyiz, içimizde ne olduğu önemlidir. Anlayış ya da hoşgörüsüzlük, sevgi ya da şiddet, barış ya da huzursuzluk, nezaket ya da benmerkezcilik, umut ya da umutsuzluk, yüreklilik ya da korku, önemli olan içimizde ne olduğudur.

Şimdi yazı yazmak için elinize bir kurşunkalem aldığınızda, bir an için durun ve bu küçük yazı aracını düşünün. O, bize yaşam hakkında kimi önemli dersler öğretmektedir.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Namazım,niyazım beni neden terkettin?

Namazım,niyazım beni neden terkettin?

Bekledim... Baktım ki geldiğin yok... Dedim hele şuna bir mektup yazayım... Hâlimi anlatıp, Gel! diye yalvarayım... De hele, neye gücendin? De hele, niye bıraktın beni?
Hakkını veremedim hiç tamam... Bir zamanlar hiç unutmazken buluşacağımız vakti, sonraları unutur oldum... Bazen yük geldiğin oldu bana... Seni beklerken, eski heyecanım kalmadı... Sana aşkla bakamadım... Seni ilgisiz bıraktım... Ettim bir eşeklik! Ama be canım, ne demeye uydun sen bana! Ne demeye çekip gittin!?
Gerçi, haksız değilsin... Ne desen, ne etsen haktır bana... Oyalanmazsın elbet ben gibi dökük bir handa... Herkes gibi sen de pek, sağlam yerler ararsın... Çürükle halvetlikten, elbette hoşlanmazsın... De ki mecnûn ararım, beni unutmayacak... Benimçün işin gücün bir kenara koyacak... Ne diyeyim, doğrudur, gün geldi, işim için seni ihmal ettim.
Bilenler, farzını, sünnetini, hükmünü anlatıyor... Edebinden bahsediyor. Seni huşû ile ifâ etmekten, sana dalıp, dünyayı unutmaktan bahsediyor. A canım, ben ne anlarım o işlerden... Ben senin az biraz huyunu bilirim o kadar. Ve sanırım, huyuna suyuna gidemedim...
Az biraz dedimse, küçümseme!.. Aslında tanırım seni... Bilirim ne nazlı olduğunu... Bilirim incelik beklediğini... Şimdi, aramızda yabancı yok, bak, hadi söyle, niye bıraktın beni?
Derdin ki bana, abdestini al... Güzel elbiselerini giyin... Kokularını sürün... El âleme giderken süslenmeyi biliyorsun! Hadi, benimle buluşacağında da şık ol... Ama ben, bazen pek güzel geldim sana... Bazen pek darmadağın... Acep diyorum, bu mu zoruna gitti? Kılığımı kıyafetimi, kokumu mu beğenmedin? Hani suyla, sabunla, miskle gidermeye çalıştım da, yine de o hassas burnun, kalbimdeki necâsetin kokusunu aldı, beni ondan mı terk ettin?
İsterdin ki, buluşacağımız yer tertemiz olsun... Ne bileyim, temizdi zannederim... Öyle pek sevmem iş yapmayı bilirsin... Ama be canım toz, necâset değil ki... Yine de, acep diyorum, ona mı gücendin?
Ört derdin... Ört kendini... Tek teli görünmesin saçlarının... Topuklarını kapatsın çorapların... Bana edeple gel... Nizamla gel... Ama ben, üşendim bazen, çorap giymeye bile... Bazen, özensiz olurdu başörtüm... Yoksa, buna mı içerledin?
Yoksa hiçbiri değil de... Sana hakkıyla yönelemeyişim mi üzdü seni? Yönümü, bir silüet olarak sana dönmüşken, aklımın nice başka yönlere koşturması mı zoruna gitti... Hani, sana doğruymuş gibi dururken, aslında, nice yerlerde gezinir gelirdim... Bedenim seninleyken, kalbim, ruhum, dolaşır dururdu uzaklarda... Seninle hemhâl olmuş görüntümün altında, nice keder, nice şüphe, nice vesvese yaşayışım mı mâlûm oldu ki, bırakıp gittin?
Nazlım! Yoksa, dediğin saatte gelmediğim için miydi sitemin? Hani, sana yönelmem gerekirken, işlerimi bitirmeye çalıştığım, hattâ bazen, seni her şeyden sonraya bırakıp mahzun ettiğim zamanların acısını mı çıkartıyorsun? De hele, ne olur! Tâ ezelden verdiğim: Vaktinde gelmek sözünü tutamadığım için mi kırıldın? Tamam haklısın... Vakitli olursa güzeldir, her iş... Ve elbet sen, vaktinde hazır olunmaya pek lâyıksın...
Ya da belki, o firâsetli gözlerinle, kim bilir nasıl derûnuna baktın da, gördün, kalbimin harap vaziyetini... Hani, sana niyetlenirken dilimle, kalbimin nasıl da başka başka arzulara dalıp gittiğini fark ettin... Ne bileyim, belki, sana niyet ederken, nice gaflet yaşadı da kalbim, riyaya, kibre sürüklendim, bunun için terk ettin...
Ah be nazlım! Ne yapayım, kalbimin bir ipi yok, ki tutsam da çeksem, uzağa kaçtığı zaman... İşte, sana bunları yazarken bile, sırf gidişinin değil, başka düşlerin kederiyle içi yanmada... Ne yapayım ki, sadece sana değil, bu sebeple, kalbim herkese yaban kalmada...
A nazlım! Sana niyetlenip de, başkalarına dalışım üzdüyse seni... Sende gibi görünüp de, uzaklarda oluşum üzdüyse, ne diyebilirim?
Ama kim bilir, belki de, seninleyken, dünyayı ellerimin arkasında bırakamayışımdan rahatsız olmuşsundur. Başım secdede iken, az mıydı sanki, kaybettiğim bir eşyayı düşünmelerim? İsterdin bilirim... Seninleyken, bütün kâr-zarar hesaplarından sıyrılıp, sadece sana bakayım, bakışlarınla sarhoş olayım isterdin... Seni seveyim, o kadar ki, sana durmuşken, ne sağımı, ne solumu göreyim... Hani, aşkın gözü kördür derler... Bilirim sana aşk ile durmamı beklerdin.
Kim bilir ne de çok özlüyorsun, sahabenin kıldığı o namazları... Hani, baldırlarına bir ok saplansa, kendilerini unutmak için sana niyetlenir de... Okun çıktığını hissetmezlermiş bile... Ah be nazlım! Şimdi âhir zaman bilmez misin? Bilmez misin ki, imanımız elimizde kor gibi durmada! Zaten o kor dahî hikâye! Zaten her şeyim şüpheli, her hâlim defolu! Ne olduğum belli değil zaten! Sırası mıydı yani, bir de sen bıraktın gittin!?
Belki de, sadece sendeyken ayakta durup, haksızlıklar karşısında pısmışlığımdır, seni kızdıran... Hani, sendeyken, başım, sırtım dimdik kıyama durup, sağda solda ezilmekte olan nicesi için, parmağımı bile kımıldatmayışıma kızmışsındır belki... Öyle ya... Kıyam, sadece senin bir parçan olarak kalmamalıydı. Tüm hayatıma yayılan ve cesurca, haksızlıklar karşısında da dimdik durabilmemi sağlayan bir idman olmalıydı. Kıyam... Evet ya... Kıyamı sadece sana mahsus bir basit harekete dönüştürüp, korkaklığa ve yılgınlığa düşüşümden rahatsız olmuşsundur belki... Nefsimin azgınlığı ve yersiz istekleri karşısında da... Şeytanın fısıltıları karşısında da kıyama geçebilmeliydim... Tabi yaa... Seni, bütün hayatımı kaplayan bir sevda gibi yaşayamadığıma içerledin!
Ya da, belki sadece dilde kalan duâlarımdı seni üzen... Doğru düzgün hissetmekten geçtim, anlamlarından bile gâfil olduğum âyetleri, sadece, ağız alışkanlığıyla, hızlı hızlı okuyup da, bunu da okumadan sayışıma mı bozuldun? Ki dile gelişleri bile yarım yamalak, eksik gedikti... Hâlbuki Hak'la konuşmak olmalıydı, sende okumak! Bulaşık yıkarken türkü mırıldanmaya benzememeliydi. Ne yalan söyleyeyim, çoğu zaman, sendeyken alamadığım hazzı, bir türkü söylerken hissettim. E tabiî bakmazsın yüzüme! Ben sana âşık olamadım!
Eğildim... Kıyamlarımın beni dik başlı yapmaması için, eğilmemi öğütlerdin çünkü. Yoksa, diyorum, rukûlarda söylediğim o, Sübhâne Rabbiye l-Azîm lerin içi mi boştu ki? Hani hem, O'nun bütün eksikliklerden münezzeh bir güç olduğunu söyleyip, hem de yine O'nun yaptıklarında kusur buluşlarım mıydı seni küstüren? Öyle ya, mademki eksiklikten münezzehti, her yaptığı da mutlaka, bir sebeple, bir hikmetleydi... Sabredemeyip, şikâyet ettim. Bel çalıştırmaktan ibaret bir beden hareketinden öteye geçmeyince... Ubûdiyete götürmeyince rukûlar beni, dedin ki belki: Boşa kürek sallıyorum, burada vakit kaybetmeyeyim!
Âhh, neler neler geliyor aklıma... Yoksa diyorum, alnım yere değmişken, aklım havada olduğu için mi darıldın? Kalıbım, sevgilisinin ayaklarına kapanmış, mahcup ve yanık birininkini andırırken, kalbim, ukalaca ve âsice çarptığı için mi? Hani Subhâne Rabbiye l-A lâ! sözleriyle yüceltirken Rabbini, bir yandan, o en Yüce'nin râzı olmayacağı laflar edişine mi kızdın dilimin? Âhh, o dil var ya, o dil! Kemiği yok işte mübâreğin! Hem canım, sen ne diye takıldın ki, o densize?!
Ya da ona takılmadın da belki, yerinde duramayan, jet hızıyla bir çukura, bir zirveye gidip gelen hâllerimdi seni üzen... Ânı yaşayamadım doğru-düzgün, evet... Sadece, anlık yaşadım her şeyi... Samimiyet ve istikrar bekledin... Veremedim...
Selamlarım, Kirâmen Kâtibîn'e idi ama... Beş vakit selam verip, yine de onların varlığından gaflete düşüşümdü belki, gidişinin sebebi... Her yaptığımı... Ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı yazan... Her söylediğimi... Ve söylemem gerekirken sustuklarımı yazan... Her kaçtığımı... Ve kaçmam gerekirken yakalanıp kaldıklarımı belgeleyen o yazıcılar mı şikâyet etti beni sana? Bilmiyorum ki...
Şimdi söyle! Sıradan bir kumaş parçası, işe yarar bir elbise olana kadar, kaç iğne darbesi alıyor, kaç kez ateş altına yatıyor bilir misin?! Sitem yüklü gidişini, hasret çektirişini, işte buna yoracağım! Zira, sen benimleyken, ben benimleydim. Seni benden ötürü zannederdim. Ben sana sahibim, sen bana tâbîsin sanırdım... Meğer ben, başıma bile sahip değilmişim nazlım! Meğer tâbî olmak öyle kolay mesele değilmiş! «Kıldım» demesi kolay da seni... «Kılması» zor imiş...
Diyorlar ki: O gittiyse gelir... Sen ondan gittiysen, seni beklemededir... Ben işte burada, eli-kolu kırık, gücü bitik, kendine pek yenik ve ezik bir hâlde, gelişini bekliyorum. Bir yere gitmedim... Şimdi, dersin ki belki, ben seni nasıl duyayım, uzaklara gittim, seni terk ettim...
İnanmam be güzelim! Hissediyorum, yakınlarımdasın... Sana bunca ihtiyaçlıyken, seni bunca dibimde hissederken, Fîzan'da olsan ne çıkar?
Bilmem mi seni! Terk etmiş gibi yapıp, beni peşine düşürmek niyetin... Ama işte... Peşine düşüp de yakalayacağımı ve seni hiç bırakmayacağımı söyleme zamanlarım gerilerde kaldı. Büyük konuşmamayı öğrendim. Anladım ki, sen benim hakkıyla beklemeye ve karşılamaya güç yetiremeyeceğim, ancak, bana lûtfedilen ve şükründen âciz kaldığım bir nimetsin... Emirsin... Boynumun borcusun... Fakat o kadar miskin ve öylesine fakirim ki... Vallahi, senden ancak, âmirler âmiri seni bana hediye ederse, istifade edebilirim. Hakkında, Ben namaz kıldım! demekle, ancak gafletteymişim. Bütün hayatıma yayılmayan kıyamlar, kıraatlar, secdeler ve rukûlardan ötürü, seni de sahte etmişim.
Şimdi, işte tüm bunlara rağmen, gel!.. Ben böyle çürükken, sen sapasağlam lûtfet, bana kendini... Ben böyle hastayken, sen sıhhatle lûtfet seni... Ben yaşayan bir ölüyken, sen, dipdiri, capcanlı ve coşkulu bir âşık gibi, bana gel! Hakkını veremeyeceğimi bil, râzıysan gel! Yok, işte ne yapayım, yok, sarhoş olamıyorum! Ben böyle yarı ayık ve kayıkken, sen mest ü hayran ol, bana rağmen bana gel! Ben eksikken, bütün varlığınla sen koş bana... Zira Ben sana koştuğunu zannedince, burnu havaya dikiliyor. Burnumu sürtercesine utandır da, tüm pişkinliğime karşın, hadi, gel! Ben i beklersen, işte, dokuz canlı bir nefisle, keçi gibi inat edip, ayak diremede! Yahu ne olur ki, uyma da ona, yola çık, gel!
İşte dedim diyeceğimi! Daha bundan sonra da uğramazsan, senden sorsun hesâbını! A benim nazlım! A benim niyazlım! Sana, Gözümün nûrudur diyenin hatırına, yalnızca beş vakit değil, ah keşke, vakitli vakitsiz, çat kapı çık gel! Yetsin artık, küskün durduğun bana...
Hem, beni sakın cehennemle korkutma! Yokluğun zaten yangın! Yokluğun zaten musibet! Cehennemden kurtulayım diye değil! Hem bırak, isteyenine kalsın üstelik cennet!! Çok naz, âşık usandırır derler... Gafil Ben in zaten canına minnet... Ne olur, uzatma artık hasreti... Ne olur, insâf et!
Yahu her şeyi ko!! Beni de ko da kenara, gel! Mâbudun aşkına çık gel! Kucaklaşalım...

=ALINTI=

NAMAZDAN SONRAKİ DUALARINIZDA OLABİLMEK ÜMİDİYLE
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Adam Gibi Adam Olmak

Adam Gibi Adam Olmak

Bizim kültürümüzde “adam”ın tam karşılığı “insân-ı kâmil”dir. Böyle olduğu içindir ki her insan “adam” değildir. Hele “beşer” ile “adam”ı birbirine karıştırmak, yüksek yerlerde bulunanlara mahsus bir kibir ile birleşirse, İblis'i “şeytân-ı la'în” eyleyen felâkete yol açabilir mazallah.

Türkçe'de “er kişi” mânâsına kullanılan “adam” lafzı, tıpkı müteradifi olan Arapça “ racül ” (bizde daha ziyade “ricâl” şeklindeki çokluk hâli bilinir) veya Farsça “ merd ” kelimeleri gibi, bu mânâsının fevkinde müsbet bir mevkii de ifade eder. Nitekim “adam olmak, adam etmek, adamdan sayılmak, adam yerine konmak, adam kıtlığı, adam evlâdı .. ” gibi tâbirlerin zımnında hem “adam”ın müsbet mevkiine hem de bu mevki'e zamanla ve gayret sarfedilerek , çalışılarak ulaşılacağına işâret vardır. Fakat iştikâkı bilinmeyince “adam”ın kıymeti de bilinmemekte, olur olmaz yerde, meselâ nev -i beşer için gayr-ı muayyen bir zamir gibi kullanılmaktadır. Bilhassa “adam olmak” tabiri, bazen adamlıkla imtizacı asla mümkün olmayan süflî hâl ve makamları, üstelik gayr-ı meşrû metodlarla ele geçirme hedefi gibi de anlaşılabilmektedir.

Adam'ın aslı Adem'dir

“Adam olmak”, çalışıp ilim tahsil etmekle, terakkî ile ulaşılabilen ve meleke halini aldığı için devamlılık gösteren bir “davranış güzeliği”ne yahut kemâlâta nailiyyettir . Onun için ebeveynler, “Evladımız okusun -yahut büyüsün- adam olsun.” derler. Fakat “adamlık”, bu “okuma” veya “büyüme”nin sonunda ulaşılan mevki ve makamla değil “ muâmele ” ile kaim olur. Bu sebeple “adam”ın tarifi, belki bizde öylesi mebzul miktarda bulunduğu için, rütbe ve mansıp sahibi olmuş ama adam olamamışlara dair kıssalar anlatılarak, mefhûm -ı muhalifinden hareketle yapılır.

“Adam olmak” tabirindeki “adam” kelimesi “âdem”den galattır; dolayısıyla adam olmak aslında “âdem olmak”tır . Kelimenin arka planındaki cinsiyet mânâsı burdan gelmektedir. Bâkî'nin “İnsân-ı kâmil olmağa sa'y eyle âdem ol” veya Nev'î'nin “ Nev'iyâ lâzım değil olmak fülân ibn -i fülân / Ma'rifet kesbeyle tâ bir âdem ol Âdem gibi” mısralarında hem “adam” lafzı doğru imlâsı ile “âdem” şeklinde kullanılmı ş, hem de adam olmanın çalışma ve marifet kazanmayla alâkasına işaret edilmiştir. Yine Bâkî'nin de belirttiği gibi bizim kültürümüzde “adam”ın tam karşılığı “insân-ı kâmil”dir. Böyle olduğu içindir ki her insan “adam” değildir. Hele “beşer” ile “adam”ı birbirine karıştırmak, yüksek yerlerde bulunanlara mahsus bir kibir ile birleşirse, İblis'i “ şeytân -ı la'în ” eyleyen felâkete yol açabilir mazallah .

Ünsiyyet ile nisyân arasında

Kur'ân-ı Kerîm'de insandan bahsolunurken bazen “beşer” bazen da “âdem” kelimesi kullanılır. Bunlar aynı şey değildir. “Beşer” lafzının Arapça'daki kök mânâsı “derinin dış kısmıdır” ve beşer kelimesiyle anıldığı bütün âyetlerde insan, mutlaka maddî ve fânî hususiyetleri ile mevzu' edilmiştir. Beşeriye t , insanın zâhiridir , dünyevî yanıdır. Nefsimiz beşeriyetimize dâhildir. Onun için “Beşer şaşar” denilmi ştir. Zira bizi dalalete düşüren şaşkınlığımız, unutkanlığımız, açgözlülüğümüz, cehlimiz, nankörlüğümüz, zâlimliğimiz ve zayıflığımız hep “beşer” tarafımızla alâkalıdır. İnsanı yalnızca bir “beşer” kabûl eden ve sistemini bu kabûl üzerine kuran Batı medeniyeti, bütün tahakküm ve tafrasına rağmen mensuplarını her geçen gün biraz daha gayr-ı insanî bir alana savurmaktadır.

Halbuki insanın bir de “âdem” yanı vardır. “Âdem” de “iç, iç yüzey” mânâsına bir kökten müştaktır ve insanın diğer mahlûkatta bulunmayan batınî tarafını, cesede üflenen ilâhî nefhayı, ruhu ve gönlü ifade eder. İnsandaki âdemiyet, meleklerin kendisine secde kıldığı Hazret-i Âdem'den mirastır ve “âdem” bu sebeple ferd olarak Hazret-i Âdem'den öte bütün insanlığın özü ve mümessilidir.

“İnsan” kelimesi, câlib -i dikkattir, hem “yakın olmak ( üns )”, hem “unutmak ( nisyân )” ile alâkalıdır ve biri müsbet diğeri menfî bu iki mânâyı da özünde barındırır. Tek başına kelimelerin mânâları dahi böylece bir ilâhî hakikati ifşa eder: İnsan beşeriyyeti ile âdemiyyeti arasında sınanan bir varlıktır. O'nun “Allah'ın iki eliyle” yaradılmış olması hakikati, bu iki yönüne işarettir. İnsanın vazifesi “beşer” olarak kalmamak, beşeriyetini âdemiyetinin emrine vererek, başlangıçtaki, meleklerin secde kıldığı kâmil hâlini kazanmaya çalışmaktır. Bu hâl “ ahsen -i takvîm”dir . Eğer insan beşeriyetine yönelir, âdemiyetini ihmâl ederse “ esfel -i sâfilîn”den olur. Hazret-i Âdem'in Kur'ân -ı Kerîm'de hikâye edilen macerası, bütün insanlar için bir misâldir. Hazreti Âdem, meleklerin dahi ta'zimde bulunduğu bir mevki'de iken beşeriyetinin galip gelmesiyle ahdini unuttu, Şeytan'ın iğvâsına kapıldı, kemâlâtını kaybedip rahat bir hayattan, zorluklarla dolu dünya hayatına atıldı. Fakat İblis gibi günahında ve isyanında diretmeyip tevbe etti. Allah da onun tevbesini kabûl ederek onu seçkin kullarından yaptı, kendisine nebî, yeryüzüne halîfe kıldı. Bu, “Âdem'in çocukları da beşeriyet ile âdemiyet arasında imtihan olduklarını unutmadan Şeytan'ın ardı sıra gitmezler, sürçmeleri hâlinde tevbe ederler ve Elest Bezmi'ndeki ahitlerine sâdık kalırlar ise meleklerin secde ettiği Âdem mevkiine yeniden çıkabilirler” demektir.
Ali Yurtgezen
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Yolda Olmak

Yolda Olmak

YOLDA OLMAK, MENZİLE HAZIRLANMAK

İnsan ne ile meşguldür, ona bakılmalıdır.

Mevlâna Celaleddin-i Rumî k.s. buyuruyor:

“Ey erememiş, noksan kalmış kimse! Nihayet sen de
bir gün dünyadan gideceksin. Dünyadaki işlerin yarım,
ekmeğin pişmemiş olarak kalacak.”

Şunu unutmayalım ki, herkes bir yol üzerindedir.
Bu yol iki taraflı olup, bir tarafta alemlerin habibi olan
Muhammed s.a.v.'in yoludur ki, O bu yolun baş tacıdır.
Diğer tarafta ise mel'un şeytan vardır. Bu yol nefsin ve
iblisin yoludur. Biz, Azrail a.s. geldiği zaman bu yolların
biri üzerinde bulunacağız.

Halinize bakınız! Ruhunuz hayırdan taraf mı?
Yoksa şerden tarafa mı? Hangi hal üzerinde isek öyle öleceğiz.

İşte bunu unutma ve 50-60 senelik dünya hayatı için
hamurunu çiğ bırakma! Nefsinin çirkin sıfatlarıyla yarı
pişmiş bir halde kalma!

Eğer nefs-i emmaredeysen, cehennem kokusu senin ağzının
kokusunda vardır. Nefs-i levvamede isen, isyanın gürültüsü
kalbinde vardır. Mülhimede isen vesvesen vardır.

Kuddusî'nin buyurduğu gibi:

“Bilmek bilmek değil, bulmak bulmak değil. Evliyayı sevip
gönül vermek, rengine boyanmaktır.”

Sen mürşidinin rengine ne kadar boyandın?
Haliyle ne kadar hallenip, ona ne kadar mutabaat ettinse
o nispette müridsin. Defterde ismin mürid, ama omuzundaki
rütben çok değişik.

Allah dostlarından birisi, bir müridi ile yolda gidiyorlardı.
Sofi düşündü ki, mürşidi nereye basıyorsa ben de oraya
basayım. Bu şekilde murad edip, devamlı mürşidinin ayak
izlerinden yürüdü. Mürşid sofiye dönüp dedi:

- Sofi, benim bastığım yere bassan dahi basmış olmazsın. Cübbemi giysen, cübbemi giymiş olmazsın. Sarığımı sarsan dahi, sarmış olmazsın. Beni derimi yüzüp sana giydirseler, yine giymiş olmazsın. Benim yaptığımı yapmadıkça benim bastığım yere basmış sayılmazsın.

Aslan, tilki ve kurdun bir hikâyesi vardır.
Bu üçü bir gün sığır, keçi ve bir tavşan yakalarlar.
Aslan der ki “Kurt, sen bu avları taksim et!” Kurt
taksime başlar ve der ki: “Sen şahım, büyük bir aslansın!
Şu büyük yaban öküzü senin, keçi benim, şu iri tavşan da
tilkinin olsun.

Aslan ne bu taksimata, ne de konuşmaya memnun olur.
Der ki: “Sen ne zamandan beri ‘ben' demeyi öğrendin?
Hayli zamandır aslanlarla gezersin de kurt olduğunu unutursun.
Niçin ‘biz' demiyorsun? Bu tamahın yüzünden başının derisi
soyulsa gerek!” deyip, bir pençede kurdu indiriverdi ve dedi ki:
“Bak şimdi nasıl dosdoğru oldun! Keşke bu sözü söylemeden
böyle mum gibi olup dosdoğru yatsaydın, o zaman başına bu bela gelmezdi.”

Sonra tilkiye dönerek dedi: “Hadi bakalım, adalet nedir göster.
Şu üç avı bir de sen taksim et.” Tilki, “Şahım! Şu yaban öküzü
senin kuşluk taamın olsun. Keçi öğle vakti, tavşan da akşam
önüne konsun.” dedi. Aslan “Aferin, dedi, ne kadar adil dağıttın!
Madem ki sen ‘ben' değil, ‘sen' dedin, sen demek biz demektir.
Kim de bizi bilirse bizdendir. İşte bu üç avı da sana veriyorum.”

Sonra tilkiye sordu: “Sen bu ilmi, nereden öğrendin?” Tilki dedi ki: “Kurdun başına gelenlerden.”

Buradan şu çıkıyor: Vücut ikliminde kurt mesabesinde olan
bir nefsimiz var. Tilki mesabesinde de bir şeytanımız.
Dünya cihetiyle insanın kurdu mesabesinde olan nefsi,
vücut ikliminin aslanı hükmünde olan kalbe teslim
olmadıkça, kalbin yaradılışındaki kudsi vazife olan
rahmanî tecelliye boyun eğmedikçe, o insanın akıbeti
kurdunki gibi olur.

Kemali yarı kalmış, pişmemiş ekmek misali insanlar,
kurt mesabesinde olan nefslerini ıslah ettikleri, tilki
yerindeki şeytanlarını kovdukları derecede Allah'a
yaklaşırlar. Bunun için Hz. Mevlâna şöyle buyuruyor:

“Ey insan! Mezarı imar etmenin ağaçla, taşla, kerpiçle olacağını sanma! Olgunluğunu tamamlayıp mezara hazırlanmak, kalbin safası hususunda kendine düşen vazifeyi yapmakla olur. Öyleyse sen kendini mezara hazırla!”

Ebu Bekr Sıddîk r.a.'a birisi gelip şöyle dedi:
“Ya Ebu Bekr! Ben kendime bir kabir hazırlayacağım, ne dersin?”
Hz. Ebu Bekr r.a. şöyle cevap verdi:
“Sen kendine kabir hazırlayacağına, kendini kabre hazırla!”

Mehmet ildirar
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Neye öncülük ederseniz;o,sizi takip eder

Neye öncülük ederseniz;o,sizi takip eder

“Essebebü ke’l fâil” (sebep olan yapan gibidir) prensibi
hayatın her ânında bizi takip etmektedir.İyi ya da kötü
yaptığımız şeylerle etrafımızı ister istemez etkilerken
bilmediğimiz sevaplar, ya da günahlara vesile olabiliyoruz.

Eğer bir aile reisi, ya da öğretmensek yaptığımız, öğrettiğimiz
her güzel şey bizim amel defterimize sevaplar olarak geliyor.
Ama ya tersine sebep oluyorsak? Çok tehlikeli durumdayız
demektir. Ebû Hüreyre’nin (ra) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte
Efendimiz (sas) şöyle buyuruyor:

“İnsanları doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların
sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da
hiçbir şey eksilmez. Başkalarını sapıklığa çağıran kimseye de,
kendisine uyanların günahı gibi günah verilir. Ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” (Müslim, İlim 16)

Allahu Teâla (cc), Efendimiz’i (sas) “üsvetün hasenetün” şeklinde
tavsif etmiştir. Bu, “Hz. Muhammed’de (sas) en güzel, en yüce
sıfatlar- nitelikler vardır.En güzel örnek odur!” demektir.

Kur’an ve Efendimiz, insanlığı hayra ve iki cihan saadetine çağırır.
Bu ikisinin dışındaki tüm yollar ise bütün süslerine ve şatafatlarına rağmen insanlığı karanlıklara ve sonu belirsiz yollara çağırmaktadır.

“... Rabb’inin yoluna çağırmaya devam et...” (Kasas: 28/87)

“Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır...” (Nahl: 16/125)

“... İyi ve güzel olan şeylerde ve yolunuzu Allah’ın kitabıyla bulmada yardımlaşın...” (Maide: 5/2)

“İçinizde iyi ve yararlı olana davet eden doğru olanı emreden
bir topluluk çıksın...”
(Al-i İmran: 3/104)

Hayatınızın hangi yöne aktığına şöyle bir bakalım...
Efendimiz’in (sas) müjdelediği o iyiliklere doğru gidiyor muyum?
diye bir sorgulayalım...

alıntı
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Kimi seviyorsanız Onunla berabersiniz...

Kimi seviyorsanız Onunla berabersiniz...

Kimi seviyorsanız onunla berabersiniz...

Peygamberimiz (sas) “Kişi sevdiğiyle beraberdir!” buyurmuştur.
Herkes kime ne kadar sevgi beslediğini kontrol etmek durumundadır.

Sevdiğinizi dikkatli sevmek gerektiğini de göz ardı etmeyin.
Size bir soru: - Çevrenizde kimleri çok seviyor, kimlere daha
çok ilgi duyuyor, taklit ediyorsunuz?

Bunu bir düşünün isterseniz... Neden mi?..

-Çünkü insan ahirette de dünyadaki sevdikleriyle beraber
olacaktır da ondan...

Sevdiği insan cennetlik bir yaşantı içinde ise, kendisini seveni de
cennette layık bir iman ve amel içinde görmek isteyecektir...

Yok eğer cehennemlik bir yaşantı içinde ise, o da sevenini
kendine layık bir alışkanlık ve davranış içinde olmaya teşvik edecektir... Böylece insan sevdikleriyle beraber olma durumuna girecektir.

Bundan dolayı Peygamberimiz:

-Kişi sevdiğiyle beraberdir! buyurmuştur.

Efendimizin bu hatırlatmasını duyan sahabeler sevinçlerinden
uçacak gibi olmuşlardır. Çünkü hepsi de Allah Resulü Efendimizi
(sas) seviyorlardı. Efendimizi sevenleri seviyorlardı...

İslam ahlakıyla yaşayanları, günahtan kaçanları, haramdan uzak duranları, kötü alışkanlıklardan korunanları seviyorlardı...

Yani cennetlik iman, amel ve ahlak sahiplerini seviyorlardı.
Biliyorlardı ki, insan kimi seviyorsa onunla birlikte olacaktır sonunda.
Öyle ise onlar da bunları seveceklerdi elbette...

Kuşeyri Risalesi’nde insanın sevdiğiyle birlikte olacağına ait şöyle
bir misal anlatılır:

Hak dostu İbrahim Etem bir gece rüyasında Cebrail aleyhisselamı elinde defterle görünce sorar:

- Nedir elindeki defter ey meleklerin sultanı? der. O da:

-Hak dostlarının adının yazılı olduğu defterdir, der. İbrahim:

- Bakar mısın der, benim adım da Hak dostlarının yanında yazılı mı?

- Hayır der Cebrail, senin adın Hak dostlarının yanında değil, Hak dostlarını sevenlerin yanında yazılı... Bunun üzerine İbrahim teklifini hemen yapar:

- Öyle ise der, benim adımı da Hak dostlarının yanına yazın. Çünkü ben Hak dostlarını seviyorum, sevdiklerimle beraber olmak isterim. Efendimiz “Kişi sevdiğiyle beraber olacaktır” buyurdu.

İbrahim Etem’in ismi böylece sevdiği Hak dostlarının yanına yazılır, Hak dostlarıyla birlikte söylenir hale gelir dünyada da ahirette de...

Şurası unutulmamalıdır ki, insanın ilgi duyduğu dost ve sevdiklerinden ahlaki alışkanlıklar alıp, davranış şekilleri benimsediği kesindir.

Bundan dolayı Efendimiz (sas) “Kişi sevdiğinin dini üzeredir” buyurmuştur. Yani sevdiği insanın özelliklerinin kendisine de sineceğini, aksedeceğini bildirmiştir...

Nitekim bu konu verilen misalde şöyle denmektedir:

Ormanda yeşillikler içinde yürüyen bir adam, çalı yapraklarının gül gibi koktuğunu anlayınca merak edip sormuş:

-Bu çalı yapraklarında gül kokusu var, nedendir acaba?.. Demişler ki:

- Rüzgarın gül ağacından uçurup getirdiği yaprakları bunlar misafir edip sahip çıktılar. Güllerle uzun zaman dostluk kurup birlikte oldular... Gülle dostluk kuran elbette gül gibi kokacaktır. Gülün güzel kokusu ona da sinecektir. Meşe yapraklarındaki gül kokusu beraber olduğu güllerden gelmiştir...

-Ne dersiniz, siz de gül yaprağı gibi güzel ahlak ve amel sahibi Hak dostlarını seviyor, onlarla birlikte mi oluyorsunuz? Kötü alışkanlıkları olanlardan da uzak kalıyor, kendinizi korumaya mı alıyorsunuz?..

- Unutmayın, insandaki sevgi, saygı, ilgi öyle bir iksirdir ki, Hak dostlarına yönelirse onlarla birlikte olabilir. Hak düşmanlarına yönelirse bu defa da onlarla birlikte olabilir...

-Öyle ise herkes kalbinde beslediği sevgisine dikkat etsin. Kimleri seviyor, taklit ediyor iyi düşünsün!.. Unutmasın ki, insan kimleri seviyorsa onunla beraber olacaktır sonunda...

alıntı
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜNAFIKLIK MÜSLÜMANA BULAŞIR(sabır ile okuyunuz inş)

MÜNAFIKLIK MÜSLÜMANA BULAŞIR(sabır ile okuyunuz inş)

Münafıklık bir hastalıktır. Kalbe bulaşan manevi bir hastalık… Bulaştığı insanın hem maddesini, hem de manasını perişan eder; dünyasını da ahiretini de mahveder. Bir de, münafıklık sadece müslümana bulaşır. Bu anlamda, münafıklığa ‘müslüman hastalığı’ da diyebiliriz.

Bir yerlerde ne zaman münafık veya münafıklık kelimesi kullanılsa, bu sıfatı asla kendimize yakıştırmayız. Başkaları olabilir ama biz münafık olmayız, diye düşünürüz. Gerçekten de münafıklık gibi alçakça bir hale hiçbir zaman düşmek istemeyiz. Ama bu bir hastalık olunca, biz istemesek de mikrobu barındıran ortamlara girdiğimizde veya mikrobun bulunduğu işleri yaptığımızda, münafıklık mikrobunu taşıyan kişilerle temas kurduğumuzda bulaşma riski yok mudur?

Hz. Ömer’in endişesi

Bu ümmetin en faziletlilerinin ikincisi olan Hz. Ömer r.a.’ın, münafıklık hastalığına yakalanma konusunda ömrünün sonuna kadar büyük bir endişeyi taşımış olması bize bir şeyler anlatmaz mı?

Tebük seferi dönüşündeydi. Efendimiz s.a.v., Huzeyfe r.a.’a bazı münafıkların isimlerini söylemişti. Onları sır olarak saklayacaktı ve kimseye söylemeyecekti. Huzeyfe r.a. da bu sırrı ölünceye kadar muhafaza etti.

Hz. Ömer r.a., Rasul-i Ekrem s.a.v.’in vefatından sonra bir cenaze olduğunda Huzeyfe r.a.’ı takip eder, eğer cenaze namazını kılarsa kendisi de kılardı, kılmazsa o da terk ederdi. Çünkü Huzeyfe r.a. münafıkları bildiği için öldüklerinde cenazelerini kılmazdı. Hatta Hz. Ömer r.a., Huzeyfe r.a.’ın isimlerini bildiği münafıklar arasında kendi isminin de bulunmuş olmasından endişe eder, bazen dayanamayıp Huzeyfe r.a.’a onların arasında olup olmadığını bile sorardı.

Hz. Ömer r.a.’ın endişe duyduğu bir konuda biz nasıl kendimize bu kadar güvenebiliriz?

Kur’an-ı Kerim’de münafıklık hastalığıyla ilgili birçok ayet vardır. Hatta özel bir sure bile mevcuttur: “Münafikûn” yani münafıklar suresi… On bir ayetten oluşan sureyi düşüne düşüne okuyup anlamamız gerektiğine inanıyoruz.

“Duvara dayalı kütükler”

Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:

“Münafıklar sana geldiklerinde: Şahitlik ederiz ki sen Allah’ın peygamberisin, derler. Allah da bilir ki, sen elbette O’nun Peygamberisin. Bununla birlikte Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik etmektedir.

Yeminlerini kalkan yapıp Allah yolundan yan çizdiler. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür!

Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar (fıkh etmezler).

Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara yaslanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın! Nasıl bu hale geliyorlar?”

Ayetlerde sözü edilen özellikler, kıyamete kadar kalbinde münafıklık bulunan bütün insanlar için geçerlidir.

Münafıkların dış görünüşleriyle makbul insanlar gibi algılanabilecek tavır ve davranışlarının olduğuna dikkat çekilmektedir. Allah’ın muradı olan anlayışa yani fıkha sahip olmadıkları halde, Allah’ın ayetlerini ve Peygamber s.a.v.’i görünürde dinliyorlar, iman ettiklerini söylüyorlar, namaza geliyorlar ve müslümanların görebilecekleri alanlarda inanmış bir insan gibi davranıyorlar. Dışarıdan bakan bir müslüman için Allah’ın muradı olan anlayışa sahip insanlar olarak gözüküyorlar. Ama Yüce Mevlâ onlar için “Artık onlar hiç anlamazlar (fıkh etmezler).” buyurmaktadır. Çünkü onlar samimi değildirler.

Demek ki fıkh edebilmek için sadece sözü anlamak veya sadece gereğince davranmak yetmiyor; bunları yaparken samimi olmak da gerekiyor. Samimiyet yoksa insan münafık oluyor. Bunların üçü bir arada olmayınca kişi fıkh etmiş olmuyor.

Ayetlerin nazil olduğu günlerde Rasul-i Ekrem s.a.v.’in etrafında, bu özelliklere sahip insanlar vardı. Tasdik ettiklerini dilleriyle söyledikleri halde, kalpleriyle inkâr eden bu münafıkların cüsseli, iri yarı ve yakışıklı kişiler oldukları ifade buyurulmaktadır.

Efendimiz s.a.v.’in zamanında yaşayan ve münafıkların reisi olan Abdullah b. Übey, Muğîs b. Kays gibi kişilere işaret edilmiştir. Gerçekten bu insanlar, gösterişli vücut yapılarıyla Efendimiz s.a.v.’in meclisine gelir, duvara dayanır, akıcı ve tesirli konuşmalar yaparlardı. Bu tutum ve davranışlarıyla bu insanlar elbise giydirilmiş kütüklere veya duvara dayatılmış kerestelere benzetilmişlerdir. Kalıpları var, fakat kalp ve idrakleri yoktur. Allah’ın muradını fıkh edememişlerdir. İkiyüzlülüklerinden dolayı çok korkaktırlar. Buna rağmen onlar en tehlikeli düşman bilinmelidirler.

Allah’ın maksadını anlamayanlar

Yüce Mevlâ, münafıklarla ilgili hususlara devam ediyor ve şöyle buyuruyor:

“Onlara: Gelin Allah’ın Peygamberi sizin için mağfiret dilesin, denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.

Onlara mağfiret dilesen de dilemesen de birdir. Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü Allah yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez.

Onlar: Rasulullah’ın yanında bulunanlar için hiçbir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler, diyen kişilerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar anlamazlar (fıkh etmezler).

Onlar: Eğer (Benî Mustalik gazvesinden) Medine’ye dönersek, üstün olan zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır, diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberi’nin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.

Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar gerçekten hüsrana uğrayanlardır.

Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de, sadaka verip iyilerden olsam, demeden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin.

Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”

Münafıkların kalpleri mühürleniyor ve Allah’ın muradını anlayamıyorlar. Kalplerin mühürlenmesi nasıl bir şey? Kalbi mühürlenmiş bir insan, kalbinin mühürlendiğini anlar mı? Mühürlendiği halde hâlâ anlayışının gayet iyi olduğunu iddia eder mi?

Kalpler, Yüce Mevlâ’nın kudreti altındadır. Onları açan da kapatan da Allah’tır. Kul, Allah’a yönelirse onun kalbini İslâm’a açar; yönelmez de inkârda ısrar ederse onun da kalbini mühürler. Mühürlenen kalpler, ayetlerde ifade buyurulduğu gibi hakikatleri anlayamazlar. Bu anlayışsızlık sebebiyle hâlâ anlayışlarının iyi olduğunu ve doğru bir yolda bulunduklarını sanırlar.

Yüce Mevlâ, kalplerin hassas olmasını istiyor, takvâ hassasiyeti… Bir taraftan münafıklık ve inkâr hastalığının bulaşmasından endişe edip titreyen, öbür taraftan Rabbinin rahmetinden hiç ümidini kesmeyip sürekli O’na yönelen kalpler istiyor. Böyle kalpler uyanık kalplerdir, mümin kalplerdir, Allah’ın İslâm’a açtığı kalplerdir.

Münafıklık halleri

Kalplerin mühürlenmesi meselesine gelince, bu manevi bir iştir ve insanın bu manevi işi tespit etmesi oldukça zordur. Bunun için Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, münafıklık hastalığının davranışlarda açığa çıkan belirtilerine dikkatlerimizi çekmiştir:

“Dört şey vardır ki bunlar kimde bulunursa o kişi tam münafık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa, onu terk edinceye kadar o kişide münafıklıktan bir özellik bulunmuş olur:

• Kendisine bir şey emanet edildiği zaman ihanet eder.

• Konuştuğunda yalan söyler.

• Söz verince sözünden döner.

• Bir konuda taraf olduğunda, haddi aşar ve haksızlık eder.”

“Münafıklara sabah ve yatsı namazından daha ağır gelen hiçbir namaz yoktur. İnsanlar bu iki namazda ne kadar çok ecir ve sevap olduğunu bilselerdi, emekleyerek de olsa cemaate gelirlerdi.”

“Kim gazâ etmeden ve gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan vefat ederse, bir tür münafıklık üzere ölür.”

“Münafık, iki sürü arasında gidip gelen öğürsek koyun gibidir; kâh koşar bu sürüye gelir, kâh koşar ötekine gider.”

Sahabeden İbn Mesud r.a., cemaatle namaz konusunu anlattığı bir sohbetinde şunu söylemiştir:

“Vallahi ben, münafıklığı bilinen bir münafıktan başka namazdan geri kalanımız olmadığını görmüşümdür. Allah’a yemin ederim ki, bir adam (takatsizliğinden dolayı) iki kişi arasında sallanarak namaza getirilir ve safa durdurulurdu.”

Yüce Mevlâ, münafıkların en bariz özelliklerinden birisinin akrabalık bağını kesmek olduğunu şöyle ifade buyuruyor:

“(Ey münafıklar!) Siz iş başına geçecek olsanız yeryüzünde fesat çıkarır, akrabalarla ilginizi kesersiniz, değil mi? İşte Allah’ın lânete uğrattığı, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır.”

Diğer bir ayette ise Yüce Rabbimiz münafıklık hastalığına tutulanların başka bir yönüne dikkat çekiyor:

“Münafıklar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da çok az zikrederler (Allah’ı çok az hatırlar, O’nun büyüklüğünün farkında genellikle olmazlar)”

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in münafıklar hakkında; “Oruç tutsa da, namaz kılsa da, müslüman olduğunu söylese de (o yine münafıktır)...” buyurması, başka bir rivayette “Kendisini mümin zannetse de (o yine münafıktır)...” ifadesi oldukça dikkat çekici değil mi?

Münafık olmaktan Yüce Rabbimize sığınırız. Münafıkların düştüğü anlayışsızlıktan da sığınırız. Bu anlayışsızlık yani fıkıhsızlık, ancak Allah’a ve gönderdiklerine iman, samimiyet ve imkan nispetinde emredilenlere imtisal etmekle ortadan kalkabilir. Bunlardan bir tanesi olmayınca insan Allah’ın muradını fıkh edenlerden yani derinlemesine anlayanlardan olamaz.

İşte münafıklık hastalığı böyle tehlikeli...

Semerkand Dergisi
MEHMET IŞIK Rabbim bu hallerden muhafaza buyursun inş.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
ALLAH a karşı edep

ALLAH a karşı edep

Allah'a Karşı Edep
Bir zaman şeytan, Hz. İsa a.s.'a itiraz edip demiş ki:
- Ecel ve başka her şey ilâhi kaderledir diyorsun. Ama şuradan bir atla, bak nasıl öleceksin!
Hz. İsa a.s. buyurmuş ki:
- Cenab-ı Hak kulunu dener. “Sen böyle yaparsan, sana böyle yaparım.” der. Fakat kulun, “Ben böyle yaparsam, sen şöyle yapar mısın?” diye Cenab-ı Hakk'ı tecrübe etmek ne haddi, ne de hakkıdır. Hem edepsizliktir, hem kulluğa aykırıdır.
Cengiz'in ordusunu defalarca mağlup eden meşhur kahramanlardan Celaleddin Harzemşah harbe giderken, etrafındakiler demişler ki:
- Sen muzaffer olacaksın. Cenab-ı Hak sana galibiyet verecek.
Celaleddin Harzemşah cevap vermiş:
- Benim vazifem, Allah'ın emriyle, O'nun yolunda cihat etmektir. Cenab-ı Hakk'ın işine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek O'nun işidir.
 
Üst Alt