Bizi Allah’a yaklaştırmayan, Peygamber Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) münasebetimizi tetiklemeyen ve O’nu yeniden bütün canlılığıyla içimizdeymiş gibi duymamıza vesile olmayan konulardan yılandan, çıyandan kaçıyor gibi uzak durmalıyız.
İdeal bir nesil yetiştirmek, her şeyden önce bir îman konusudur. Ve şimdiye kadar bu meseleye sahip çıkanlar da hep îmanı sağlam insanlar olmuştur. Peygamber Efendimiz’in devrinde, koca bir cemiyet içinde, birkaç samimî ve îmanı kavî insanın başlattığı bir tebliğ ve temsil hareketinin, kısa zamanda ma’şerî vicdanda yankı bularak yüz binlerin derdi-dâvâsı hâline gelmesi de başka şekilde izah edilemez. Allah Rasûlü’nün bir güneş gibi doğduğu o karanlık döneme bakılırsa, o günün insanının bugünün laubali fertlerinden hiç de farklı olmadığı görülecektir. Onlar da birbirini alaya alıyor, cahiliye şiirlerinde görüleceği üzere sürekli birbirini tahkir eden sözler söylüyorlardı. Onlar da hiç olmayacak meseleleri gülme bahanesi yapıyor, muhataplarını en çirkin lakaplarla çağırıyor ve herkesi küçümsüyorlardı. Fakat, Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehaya) son derece vahşî, âdetlerinde mutaassıp ve inatçı kavimlerin çirkin adetlerini ve ahlâk-ı seyyielerini yirmi üç sene gibi çok kısa bir sürede kaldırıp atmış, onları ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî milletlere üstad eylemişti. Hiç şüphesiz Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in ve ashâb-ı güzînin öncülük ettiği iç içe inkılaplar niteliğindeki bu hareketin en dikkat çekici ve karakteristik yanı onun şekilcilik ve merasimden uzak olması, kamil iman sahibi ve sözünün eri kimselerle temsil edilmesiydi. Zira, çile ve ızdıraptan uzak olan, ciddiyetsizliğe ve laubaliliğe yakın duran bir hareket, şekil ve merasime esir olmaktan kurtulamaz; iman zaafına maruz ve lakayt fertlerin rehberliğinde uzun mesafeli yollar alınamaz.
Laubalilerin insanlığa vereceği bir şey yoktur!
İşe gönüllerdeki iman esaslarını takviye ile başlamalıyız. Meclislerimizi hep sohbet-i Cânân meclisi haline getirmeliyiz. Bizi Allah’a yaklaştırmayan, Peygamber Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) münasebetimizi tetiklemeyen ve O’nu yeniden bütün canlılığıyla içimizdeymiş gibi duymamıza vesile olmayan konulardan yılandan, çıyandan kaçıyor gibi uzak durmalıyız. İman ve Kur’an hizmetine bir yararı var mı konuştuklarımızın? Sözlerimize mevzu yaptığımız husus, dini anlatmamız adına bir fayda vaad ediyor mu? Bir yerde yeni bir hayır müessesesi oluşturmamız için fikir veriyor mu? Bir ocak daha tüttürme heyecanımızı artırıyor mu? Şayet, bu sorular karşısında cevabımız “evet” ise, her cümlemizde bin bereket var ve Allah’ın rahmeti bizimle beraber demektir. Fakat, öyle değilse, bize asıl gayemizi hatırlatmayan duygu, düşünce ve sözlerden fersah fersah uzaklaşmalıyız. Ve bunu bir disiplin haline getirmeliyiz. Özellikle de arkadaşlarımız arasında sözü-nazı dinlenen biriyseniz, mâlâyânî şeylerin yapılmasına ve konuşulmasına karşı ciddi tavır koymalısınız. Mesela, bulunduğunuz mecliste birisi “Falan arkadaşın aklı bu meselelere fazla ermiyor.” dese, eğer aklınız başınızdaysa, ya orayı terk etmeli ya da üslubunca o gıybeti sona erdirmelisiniz.
Çünkü, bir mü’minin ayıplandığı bir mecliste artık Allah’ın teveccühü yoktur. Bir mü’min hakkında su-i zanların seslendirildiği bir mekana rahmet nazarıyla bakılmamaktadır. Ümit nesline rehber olma azmindeki bir insanın da Allah’ın teveccüh etmediği ve rahmet şualarının inmediği bir mekanda hiç işi olmamalıdır.
Bu açıdan, bizim atmosferimizde insanları ayıplamanın, en basit şeyleri alay mevzuu yapmanın, ehl-i gaflet gibi laubaliliğe girmenin ve ehl-i dünyayı hatırlatırcasına gülüp eğlenmenin yeri yoktur. Bir araya gelişimizi hep ciddi gündemlere/rûznâmelere bağlamamız bizim şiarımız olmalıdır. Evet, sürekli birer disiplin insanı olarak yaşamalıyız; gelip gitmelerimiz, oturup kalkmalarımız, sohbet mevzularımız, meselelere yaklaşımımız, üslûbumuz ve ses tonumuz itibarıyla bir endâzeden çıkmış gibi imrendirici davranmalıyız. Müzakerelerimizi mutlaka sohbet-i Cânân’a bağlamalı, konuşacağımız meseleleri önceden belirlemeli, okuyacağımız metinleri seçmeli, beraber çözeceğimiz problemleri tayin etmeli ve bir araya geldiğimizde mutlaka hayırlı bir iş için gelmeliyiz.. ve oradan ayrılırken de bir müşkili çözmüş olarak ya da yeni bir projeyi tamamlayarak ayrılmalıyız. Cenab-ı Hakk’ın o güne kadar yaptırdıklarını şükür hisleriyle dopdolu olarak yâd etmeli; onları ancak tahdis-i nimet çerçevesinde anmalı; anarken de asla meseleyi kendi başarılarımıza bağlamamalı ve böylece Allah’ın o ana kadar yaptırdığı şeylerle daha sonraki lütuflarına davetiye çıkararak daha başka neler yapabileceğimizi planlamalıyız. Dünya ve ahiret hesabına bir kıymet ifade etmeyen, faydasız söz ve davranışlara bütün bütün kapanarak, oturup kalkıp sürekli kurbetten ya da bizi vuslata ulaştırabilecek vesilelerden dem vurmalı; rıza-yı ilahiye açılan en emin ve kısa yol kabul ettiğimiz i’la-yı kelimetullah şehrahında yürürken hep öteler mülahazasıyla dolu olmaya çalışmalıyız.
Evet evet, gerçekten inanıyorsak, gayr-i ciddiliğe hep kapalı kalmalıyız; laubaliliğe asla adım atmamalıyız. Her meclisimizi bizi O’na yaklaştırabilecek bir Ka’be azizliğinde ve bir Ravza kudsiyetinde bilmeliyiz. Bu meclisimiz dünyanın herhangi bir ülkesinde, yeryüzünün en karanlık bir köşesinde olsa da, ruh ve mana itibarıyla onu Ravza-i Tâhire ile yan yana getirmeli; götürüp Ka’be’nin harimiyle birleştirmeliyiz.. ve öyle bir hal almalıyız ki, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’i hep içimizde duymalı, O’nu Ravza kokulu iklimimize çağırmalı ve her an O’nun boyasıyla boyanmalıyız.