İslâmiyet’in inanç esaslarından olan âhirete iman, Tevhîd esasından sonra, Kur’an’ın ikinci temel konusudur. Bu esasa göre kıyamet günü insanlar diriltilecek, amellerinin iyi veya kötü olmasına göre, hesap vermek ve neticede cennet veya cehenneme gönderilmek üzere, Allah’ın huzuruna çıkacaklardır. İyilikleri ağır basanlar cennete, kötülükleri ağır basanlar ise suçlarının cezasını çekmek üzere cehenneme gideceklerdir. Bu arada şirke bulaşmamış ama büyük-küçük günahlar işlemiş ve ilahî muhasebeden (mîzan) sonra cezaları kesinleşmiş olan müminler/muvahhidler hakkında, Allah'ın rahmet ve merhametinin farklı bir tecellisi olarak şefaat söz konusu olacak ve Allah'ın izin ve rızası dahilinde şefaat ile cennet nimetine nail olabileceklerdir.
İslam’da şefaat inancı hem Kur’an hem de hadislerde geniş bir tarzda ifadesini bulmuştur. Ancak bu yazımızda şefaat konusunu detaylı olarak değil de ana hatlarıyla Kur’an ayetlerine ve bazı hadislere başvurarak ifade etmeye çalışacağız.
Şefâat kelimesi, Arapça’daki (şef’) mastarından türetilmiştir. Şef’ ise ‘tek’ anlamındaki ‘vetr’ kelimesinin zıddı olup, çift demektir. Araplar bir kişinin yanına bir başkası getirildiğinde bunu “Şefea’r- raculu şef’an” diye ifade etmişlerdir. “Falan adam filan adama şefâat etti” sözüyle de “ona yardım etmek ve onun isteğini elde etmek üzere geldi” demek istenilir.
Istılahta ise şefâat, “bir insanın bir başkasından kendisi dışındaki birine faydalı olmak veya ondan bir zararı defetmek istemesi”, dünyevî ve uhrevî hususlarla ilgili olarak suç veya günahının affını taleb etmesi veya kısaca birinin bağışlanmasına delalet etmesi anlamlarına gelir.
İslam itikadına göre şefaat ise, müminlerden büyük günah işlemekten dolayı cehennem azabını hak edenler hakkında, başta Nebiler Serveri Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere, peygamberlerin, şehitlerin ve sâlihlerin Allah’ın izin ve rızası dahilinde cennete girmeleri için tavassutta bulunmalarıdır.
Kuran’daki şu ayetler İslamiyet’te şefaatin hak ve gerçek olduğuna yeterli delil teşkil eder:
“O onların yaptıklarını da yapacaklarını da, açıkladıklarını da gizlediklerini de bilir. Onlar sadece O’nun razı olduğu kimse hakkında şefâat ederler. O’na duydukları tazimden ötürü çekinir, titrerler.”(1)
Taberi’ye göre bu âyette Cenab-ı Allah, meleklerin, İsa’nın ve Uzeyr’in şefâat sahibi olduğunu isbat etmiş, bir kısım sahte tanrıların ve putların ise şefâat edemeyeceklerini istisna ederek belirtmiştir.(2)
Kurtubî, İbn Abbas’tan gelen bir rivâyete dayanarak bu âyette şefâatle muhatap olacak insanların ‘Lâ ilâhe illallah’ diyenler, Mücâhid’den gelen bir yoruma göre ise, Allah’ın razı olduğu herkes olduğunu nakleder.(3) Suyûtî’ye göre ise meleklerin şefâati tevhid ehli için söz konusudur.(4)
“Artık onlara şefâatçilerin şefâati fayda etmez.”(5)
Suyûtî, tefsirinde Hasan-ı Basri’nin “Biz, şehidin ailesinden yetmiş kişiye şefâat edeceğini konuşurduk” dediğini ve Hz. Peygamber’in (asv) ise ‘Ümmetim içinde bir adam bulunur ki, onun şefâatiyle Allah Benî Temîm kabilesinden daha fazla insanı (cehennemden çıkarıp) cennete girdirir.’(6) buyurduğunu kaydeder.
“Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar dışında hiç kimse şefâat edemez.”(7)
Bu âyeti Ebussuûd, önceki ayetlerle irtibatlandırarak, şefâat inancının müsbet fonksiyonunu dikkate alır ve şöyle yorumlar: “Yani mezkûr müttakîler, ancak İslam’a girmiş olanlara şefâat edebilirler. Bu ise diğer insanları müslüman olmaya teşvik anlamı taşır.”(8)
“Müşriklerin, O’ndan başka yalvardıkları sahte tanrıların şefâat yetkileri yoktur. Ancak bilerek Hak ve gerçeğe şahitlik edenler bunu yapabileceklerdir.”(9)
Mücâhid bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: “Mesîh, Uzeyr ve melekler, sadece Hakk’a şahitlik yapan ve ‘lâ ilâhe illallah’ diyenlere şefâat etmeye mâlik olabileceklerdir.”(10)
Kurtubî’ye göre şefâatin hakikati rahmet-i ilâhidir. Bu vesile ile, Allah şefâat etmesine izin verdiği kimseleri de şereflendirmiş olur.(11)
Rasulullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’den gelen şu hadisler de şefaat hakkında bize ışık tutar:
Rasulullah (sav) buyurdular ki: "Ümmetimden (alim, şehid, salih) bazıları var; bir(çok kabilelere şamil bir) cemaate şefaat eder, bazıları var bir kabileye şefaat eder; bazıları var bir bölüğe şefaat eder; bazıları da tek bir ferde şefaat eder ve cennete girmelerini sağlar." (Tirmizi, Kıyamet 11, 2442)
Rasulullah (sav) buyurdular ki: "Her peygamberin müstecab (Allah'ın kabul edeceği) bir duası vardır. Her peygamber o duayı yapmada acele etti. Ben ise bu duamı kıyamet gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı ahirete bıraktım). Ona inşaallah, ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nail olacaktır." (Buhari, Da'avat 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334, (198); Muvatta, Kur'an 26, (1, 212); Tirmizi, Daavat 141, 3597)
Rasulullah (sav) buyurdular ki: "Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir." [Tirmizi, şu ziyadeyi kaydeder: "Hz. Cabir (ra) dedi ki: "Kebair (büyük günah) ehli olmayanın şefaate ne ihtiyacı var!"] (Tirmizi, Kıyamet 12, (2437); Ebu Davud, Sünnet 23, (4739); İbnu Mace, Zühd 37, 4310)
Sonuç Yerine: Şefâat Konusunda İmam Gazâlî’den (ö. 505/1111) Ölçüler
Yazımızı İmam Gazâlî’nin, şefaat konusunda bize sunduğu altın değerindeki bilgi ve tavsiyelerle sonlandırmak istiyoruz:
"Bil ki, bir kısım müminlerin cehenneme girişi gerçekleşince, Yüce Allah lütfu ve merhametiyle peygamberlerin, sıddîklerin, hatta âlimlerin, sâlihlerin ve Allah katında ameli iyi ve itibarlı olan herkesin onlara şefaatte bulunmasını kabul eder. Bu kimseler ailesine, akrabalarına, arkadaş ve tanıdıklarına şefaat edebilirler. Bu nedenle onların katında kendin için bir mevki (rütbe) edinme konusunda hırslı ol. Şöyle ki: Kesinlikle hiçbir insanı küçük görme. Zira Allah Teala, velilerini kulları arasında gizler. Belki de senin gözünün tutmadığı, hoşlanmadığın kimse Allah'ın velisidir, bilemezsin ki!. Bir de asla hiçbir günahı küçümseme! Zira Yüce Allah, gazabını kendisine karşı işlenen günahlar içinde gizler. Bilemezsin, belki de Allah'ın gazabı senin önemsemediğin o günahtadır. Hiçbir itaat ve iyiliği de küçük görmeyesin; zira Allah, rızasını o iyilik içinde de gizlemiş olabilir. Velev ki, bu amel güzel bir kelime veya bir lokma ya da iyi niyet olsa da."(12)
Yine İmam Gazâlî, şefaat inancı konusunda ölçü kabul edilebilecek önemli izahlarda bulunmuştur: "Bilmiş ol ki; her müslüman Rasûl-i Ekrem'in şefaatini bekler. Asıl olan akrabası da bunu öncelikle bekler. Fakat müttakilerden olup, Allah'ın gazabına uğrayanlardan olmamak şarttır. Allah Teala, gazaplandığı kimseye şefaat müsaadesi vermez. Zira günahların bir kısmı vardır ki, Allah'ın mekrini, gazabını icab ettirir. Bu hususta şefaate izin verilmez. Bir de, şefaat sayesinde afv olacak günahlar vardır, affolunmayacak günahlar vardır. Mesela, dünya hükümdarlarının yanında işlenen suçlar. Bir kimse hükümdar nezdinde ne kadar itibarlı olursa olsun, onun şiddetle gazap ettiği hususlarda şefaatçi olmaya kalkışamaz. Öyle suçlar vardır ki, affettirme cesareti kimsede görülmez. Günahlarda da hüküm böyledir. Öyle günahlar var ki, bunlara şefaat yapılamaz ve şefaat ile cezanın önüne geçilemez."(13)
Gazâlî, şefaate bel bağlamanın yanlış bir düşünce olduğunu şöyle ifade eder ve müminleri uyarır:
"Şefaati ummak suretiyle takvayı terk edip isyana dalmak, bir hastanın akrabasından olan bir hekime itimat ederek kendisini tehlikelere atmasına benzer. Zira tabib, her hastalığı değil, bazı hastalıkları tedavi edebilir. Artık tabibe bel bağlayarak, hastanın zararlı yemekleri yemesi caiz olmaz. Çünkü tabib her hastalığa müdahale edemez. İşte Peygamber ve sâlihlerin yakınlarına ve mensuplarına yapılacak şefaatlerini de bu şekilde anlamak gerekir. Bu idrak ve anlayış, korku ve sakınma duygusunu bir an bile ortadan kaldırmaz. Nasıl kaldırsın, peygamberden sonra en hayırlı halefi sahabe-i kiram olduğu halde, onlar bile toz-toprak olmayı temenni etmişler, ahiret korkusundan dolayı hayvan olmayı istemişlerdir. Halbuki bunlar, kalpleri temiz, amelleri güzel, olgun, takva sahibi insanlardır. Mahza kendilerine mahsus olarak Rasul-i Ekrem'den cennetle müjdelendikleri halde, sırf Peygamberimizin şefaatine bel bağlamamışlar. Bunun içindir ki, korku ve haşyeti bir an olsun kalplerinden çıkarmamışlardır. Sohbet ve öncülükte onlar gibi olmayan, onların seviyesine hiçbir zaman ulaşamayanlar, nasıl şefaate güvenebilirler?(14)
*Dicle Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi
Dipnotlar:
1- 21. Enbiyâ/ 28.
2- Taberî, Muhammed ibn Cerîr, Câmiul- Beyân an Te’vîli Âyi’l- Kur’ân, Dâru’l- Fikr, Beyrut, 1405, XXV/ 105.
3- Kurtubî, , el-Câmiu li Ahkâmi’l- Kur’ân, Tah: Ahmed Abdulalîm el-Berdûnî, 2. basım, Dâru’ş- Şa’b, Kahire, 1372, XI/ 281.
4- ed-Dürrü’l- Mensûr, V/ 624.
5- 74. Müddessir/ 48.
6- Suyûtî, Celâleddîn, Ed-Dürrü’l- Mensûr fi’t-Tefsîr bi’l-Me’sûr, VIII/ 37.
7- 19. Meryem/ 87.
8- Ebussuûd, Muhammed ibn Muhammed el-İmâdî, İrşâdu’l- Akli’s- Selîm ilâ Mezâye’l- Kur’âni’l- Kerîm, Dâru İhyâi’t- Türâsi’l- Arabî, Beyrut, Ts., V/ 282.
9- 43.Zuhruf/ 86.
10- Âlûsî, Ebu’l- Fadl Mahmûd, Rûhu’l- Meânî fî Tefsîri’l- Kur’âni’l- Azîm ve’s- Seb’il- Mesânî, Dâru İhyâi’t- Türâsi’l- Arabî, Beyrut, Ts., VI/ 390; Seâlibî, Abdurrahmân ibn Muhammed, El-Cevâhiru’l- Hisân fî Tefsîri’l- Kur’ân, Müessesetü’l- A’lâ li’l- Matbûât, Beyrut, Ts., IV/ 134.
11- Kurtubî, -Câmiu li Ahkâmi’l- Kur’ân, III/ 266.
12- El-Gazali, İhyâu Ulûmi'd-dîn, Mısır, 1302, IV/ 476.
13- El-Gazalî, İhyâu Ulûmi'd-dîn, III/331.
14- El-Gazalî, İhyâu Ulûmi'd-dîn, III/ 332