Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Türk / Islâm âlimleri

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABDULHAMÎD B.VÂSİ B. TÜRK


Cebir ilminin kurucularından olduğu kabul edilen İslâm matematikçisi


Asıl adı Ebu'l-Fazl Abdülhamîd b.Vâsi b. Türk el-Huttelî el-Hâsib'tir. Kendisinin ve yine bir matematikçi olan torunu Ebu Berze'nin taşıdığı İbn Türk künyesinden, Türk olduğu tahmin edilmektedir. Hicretin II. veya III. asırlarında yaşadığı sanılmakta, bir rivayete dayanılarak Halife Vâsık'ın ölümü (847) sırasında sağ olduğu ileri sürülmektedir. Çeşitli kaynaklarda nisbesinin değişik yazılmış olması hasebiyle doğduğu veya yaşadığı şehir de kesinlikle bilinmemekte, bu yerin Hazar Denizinin güneyindeki Gilân yahut Çin Türkmenistanı'nın batısındaki Huttal olduğu sanılmaktadır.

İbnün-Nedim'in el-Fihristinde, Abdülhamîd b.Vâsiden bahsederken, Onun Kitabü'l-Câmi fil-hisâb, Kitabü'I-Mu'aıııelât adını taşıyan iki kitabının bulunduğunu belirtir.

İbnü'l-Kıftî ondan bahsederken, onun İbn Türk el-Cîlî olarak tanındığını söyler. Hesap ilminde çok bilgili ve maharet sahibi olduğunu, bu ilmin mensuplarının daima ondan bahsettiklerini söylemekte; bu iki eserinden başka Kitabü Nevadiri'l-hisab ve Havassül-â'dad adlı iki kitabının daha bulunduğunu bildirmektedir. Ancak bu iki adın bir tek esere ait olması da mümkündür.

Kâtip Çelebi de, Keşfü z-zünunda, Abdülhamîd b. Vâsi'nin torunu Ebû Berze'nin dedesi hakkında verdiği, onun cebir ilminin kurucusu olduğuna ve bu konuda Muhammed b. Musa el-Harîzmıden önce geldiğine dair bilgiyi nakletmekte, arkasından da, Ebû Berze'den biraz daha sonra yaşadığı sanılan Ebû Kâmil eş-Şüci el-Eslem'in, Ebû Berze'yi "gerçekleri saptırıcı" (muhterik) olmakla suçlayan ve cebiri asıl kuranın Harizmi olduğunu iddia eden sözlerini kaydetmektedir.

Ebû Kâmil'in bir kitabı ile Harîzmi'nin iki kitabının Arapça asılları ve tercümeleriyle birlikte bugüne kadar ulaşmış olmalarına karşılık, Aydın Sayılı'nın yayımladığı kısa bir yazısı dışında, ne Abdülhamîd b. Vâsi'nin, ne de Ebû Berze'nin eserlerinin elde olmayışı, cebir konusunda ilk kitap yazanın kim olduğunu tesbit etmeyi güçleştirmektedir. Salih Zeki'ye göre, Abdülhamîd b. Vâsi'nin, Harizmi den önce yaşadığı kesin olarak bilinmektedir. Aydın Sayılı ise, konuyu genişçe inceledikten sonra, ikisinin aşağı yukarı çağdaş olduklarını ve belki Abdulhamîd b. Vâsî'in biraz daha önce yaşamış olduğunu, Harizmi'nin bu ilim dalında öncü olduğu iddiasında bulunmayışının da, Ebû Berze'ye hak verdirebileceğini, ancak bugün için yine de kesin bir şey söylenemeyeceğini ifade etmektedir.

Aydın Sayılı bu çalışmasında, Abdülhamid b. Vâsi nin bir kitabına ait olması gereken ez-Zarürat fil'l-mukterinât min-Kitabi'l-cebr ve'l-mukabele liebi l-Fazl' Abdülhamid b. Vâsi b. Türk el-Cili isimli bir parçanın iki yarı nüshasını (Sülaymaniye (Millet) Ktp., Carullah, Nr. 1505, vr. 2a-5a: Süleymaniye Ktp., Hüsrev Paşa Nr. 257, vr. 5b-8a) karşılaştırarak incelemiştir. (bu risalenin Arapça metni ve Farsça tercümesi Ahmed Arârîm tarafından yayımlanmıştır: "Risalei ez Karni Sivvom-i İlmi-i Hicri der Cebr u Mukabele", Mecelle-i Sühan, III/II-12, Tahran 1343 hş) Aydın Sayılının "Katışık Denklemlerde Mantıkî Zaruretler" şeklinde tercüme ettiği bu yazıda, Abdülhamid b. Vâsi, üç tip ikinci derece denklemini sistemli bir yaklaşımla ve geniş açıklamalar yaparak ayrıntılı biçimde çözmektedir. Çözüm için seçtiği metod, geometrik yoldur ve Mezopotamya geleneğini devam ettirmekte, formül kullanmadan sözlü anlatımla sonuca varmaktadır. Denklemleri incelemesi, kendinden önce gelenlerden biraz farklı ve sonrakilere yol gösterecek şekildedir. Kitabü'l-Cebr ve'l-mukabele'de aynı konuyu işleyen Harizmi'nin ise denklemleri, Abdülhamid b. Vâsi kadar sistemli biçimde ele almadığı ve ayrıntıya girmeden çok kısa bir açıklamayla çözüme vardığı görülmektedir. Aydın Sayılı, bu duruma Harizmi'nin konuyu meçhul saymamış, bu sebeple de ayrıntılara girmeye gerek görmemiş olabileceği şeklinde bir yorum getirmekte ve onun ilk cebir kitabını, İslâm dünyasında da, Batı dünyasında da cebirin kurucusu olarak kabûl edilen Harizmi'den önce yazmış olabileceği ihtimalinin pek zayıf sayılamayacağı sonucuna varmaktadır. İbn-i Haldun Mukaddimenin 3. cildinde, yalnız Harizmi ile Ebu Kamilden bahsetmekte ve muhtemelen Ömer Hayyam'a da atıfta bulunmaktadır. İbn-i Haldun'un zikretmemesine mukabil, İbn-ün Nedim ve İbn-ul Kıfti'nin ondan övgüyle bahsetmeleri ve Ebu Kamil'in de Ebu Berze'nin iddiasını şiddetle reddedip, onu Harizmi'ye rakip gördüğünü belli etmesi, Abdulhamid b. Vasi'nin o devrin büyük bir matematikçisi olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır.

(Müslüman Bilim Adamları - Akit - Ülkü KUMRAL s.16-18)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABDURRAHMAN ES-SUFİ (ö. 376/ 986)
X. yüzyıl İslam dünyasının tanınmış astronomi bilgini.


Ebu'l-Hüseyn Abdurrahman b. Ömer b. Muhammed b. Sehl es-Sufi. 291'de (903) Rey'de doğdu. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Büveyhf hanedanından Adudüddevle'nin hocası ve dostu olduğu, bu hanedanın diğer mensuplarıyla da yakın ilişki kurduğu bilinmektedir. 975'te Adudüddevle'nin oğlu Şerefüddevle'nin Bağdat'ı ele geçirmesinden sonra büyük bir ilim merkezi haline gelen bu şehirde çağdaşları Ebu Sehl el-Kuhi, Sagani el-Usturlabi, Ebu İshak İbrahim b. Hilal, Ebu Hasan el-Mağribi. İbnü'l-A'lem ve Ebu'l-Vefa gibi Âlimlerle birlikte çalışmış ve gözlemlerde bulunmuştur. Abdurrahman es-Süfi. Ali b. İsa el-Harrani, Ebu Hanife ed-Dineveri, Bettani gibi Alimlerin yaptığı çalışma ve gözlemleri tamamlamak, düzeltmek ve kendi gözlemlerini de ilave etmek suretiyle astronomide yeni bir dönem başlatmıştır. Bazı araştırıcılara göre o, modern çağa tesir eden üç büyük astronomi aliminden biridir. Batı literatüründe adı, farklı telaffuzun bir sonucu olarak Azophi, İlbermosofim, Jeber Mosphim, Abuhassin gibi çeşitli şekillerde kaydedilmektedir.

Batlamyus'tan sonra sabit yıldızların incelenmesi ve bunların kozmografık katalogunun hazırlanmasında önemli rolü olan Abdurrahman es-Sufi, ilim âleminde daha çok bu alandaki başarılarıyla tanınmaktadır. Kitabü Suveri'l-kevaki bi's-sabite adlı eserinde Batlamyus'un Almagest'te ele aldığı kırk sekiz yıldız takımındaki yıldızları incelemiştir. Önce her yıldız takımındaki bütün yıldızları tanıtmış, bunların gökyüzündeki konumları, büyüklükleri (parlaklıkları) ve renkleriyle ilgili görüşlerini ortaya koyduktan sonra Almagest'te geçen yıldız isimlerinin Arapça karşılıklarını vererek İslam astronomi ilminin terminolojisini meydana getirmiştir. Bu terimler daha sonraki İslam ve Batı astronomları tarafından kullanıldığı gibi, bunlardan doksan dördü modern astronomi literatürüne de girmiştir.
Abdurrahman es-Sufi'nin gök cisimlerinin uzaklığını ölçmek için kullandığı rumh = 14B = Andromedae ve Pegasi'nin uzaklığı; zira' = 1 /6 rumh = ZB 20; şibr 113 zira'; esba = 1/32 zira' gibi birimler, uzaklıkların belirlenmesinde çok sağlıklı bir şekilde kullanılmıştır.

Abdurrahman es-Sufi, her yıldız takımının bir defa gökyüzünde görüldüğü, bir defa da gök küresinde görüleceği tarzda resmini çizmiş, daha sonra her yıldızın boylam, enlem, büyüklük ve rengini vererek yıldız kümelerine göre bir cetvel (katalog) meydana getirmiştir. Bu yıldız cetvelinin başlangıcı, İskender takviminin 1276 yılının ilk günüdür (20 Ramazan 353 /30 Eylül 964). Boylamları, Batlamyus'un bulduğu boylamlara 66 yıl için 1 derece olmak üzere, toplam 42 derece 41 dakikalık bir sabit miktar ekleyerek bulmuştur. Hâlbuki Halife Me'mün zamanında "zicü'l-mümtehan'ın hazırlanmasında kullanılan Batlamyus'un cetveli, Menelaos'un verdiği değerlere 100 yıl için 1 derece eklenerek düzenlenmişti. Batlamyus'la başlayan kozmografık haritalar hazırlama geleneğinin Abdurrahman es-Sufi'den geçerek çağımıza kadar ulaştığı kabul edilmektedir.

Abdurrahman es-Sufi'nin astronomi aletlerinin ve enstrümantal tekniklerin geliştirilmesinde de önemli yardımları olmuştur. İbnü'l-Kıfti, 1043 tarihinde, onun tarafından yapıldığı rivayet edilen üç bin dirhem (10 kg. kadar) ağırlığında gümüş bir gök küresinin Kahire'de bulunduğunu kaydetmektedir. 0 yaptığı düzenlemelerle usturlapların ölçme hassasiyetini de arttırmıştır. Biruni, Abdurrahman es-Sufinin 123.5 cm. çaplı bir halka kullanarak ekliptiğin eğimini ölçtüğünü, İbn Yunus ise bu eğimi 23B 33' 45" olarak bulduğunu ve onun geometrik ispatlar alanında da büyük bir bilgin olduğunu kaydetmektedir.

Abdurrahman es-Sufi'nin birçok Batılı astronoma tesir ettiği bilinmektedir. XIII. yüzyılda Castilla-Leon Kralı X. Alfonso'nun hazırlattığı Libros dei Saber de Astronomia (astronomi bilgisi kitabı) adlı dört kitaptan oluşan İspanyolca ansiklopedi, onun Kitabü Suveri'l-kevakibi's-sabite'siyle diğer müslüman astronomi bilginlerinin eserlerinden alınan bilgilere dayanılarak hazırlanmıştır. Abdurrahman es-Sufi'nin bu eseri, Libros dei Saber de Astrorzomia'da, Libros de los Estrellas (yıldızlar kitabı) başlığı altında ve yalnız tercüme edenlerin adıyla yayımlanmıştır. XVI. yüzyıla ait Codices Latini Catinenses adlı astronomi ve astroloji katalogu da onun eserlerinden hareket edilerek kaleme alınmıştır. XV. ve XVI. yüzyıllarda Viyana ve Nürnberg'deki ilim çevrelerinin de ondan faydalandıkları bilinmektedir. Ayın bir krateri, modern astronomi literatüründe onun adıyla anılmaktadır

Eserleri:

1. Kitabü Suveri'l-kevakibi's-sabite. Sabit yıldızlar konusunda klasik eser haline gelmiş ve asırlarca İslam âleminde en önemli müracaat kitabı olarak kabul edilmiş olan eseri, Nasirüddin et-Tus, (ö. 672/ 1274) Farsça'ya tercüme ederek çalışmalarında kullanmıştır. 1954 yılında Haydarabad'da yayımlanan eserin dünyanın birçok kütüphanesinde yazmaları vardır. İspanyolcadan başka Fransızca ve İngilizceye de tercüme edilmiştir. Eserin Farsça tercümesinin tıpkıbasımı Tahran'da, H. C. F. C. Schjellerup tarafından Description des titoiles fixes adıyla 1874'te St.-Petersbourg'da yayımlanan Fransızca tercümesinin tıpkıbasımı da bir önsöz ilavesiyle Fuat Sezgin tarafından Frankfurt'ta yapılmıştır.

2. Kitabü'l- Amel Bil-usturlab. Bu adı taşıyan astronomiye dair iki eserinden ilki 402 babdan ibaret olup 1962'de Haydarabad'da tek nüshaya dayanılarak yayımlanmıştır. İkincisi ise, müellifin 1760 bab halinde kaleme aldığı, fakat günümüze kadar gelemeyen bir eserine dayanarak telif ettiği 800 bab ihtiva eden kitabından, Büveyhi Emiri Şerefüddevle adına 170 bab halinde özetlediği bir eserdir. Fuat Sezgin, birinci eser için Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'ndeki en eski nüshayı, ikinci eser için de Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki nüshayı esas alarak ikisini bir arada Kitabun fil- amel bil-usturlab başlığı altında neşretmiştir (Frankfurt 1986).

3. Kitabü'l- Amel Bil-küreti'l-felekiyye. Gök kürelerinden nasıl faydalanılacağını anlatan bir eserdir. Şemsüddevle için yazılan ve 157 bölümde meydana gelen eser yayımlanmamıştır. Bir nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'ndedir.

(Müslüman Bilim Adamları - Akit - Ülkü KUMRAL)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABDULLATÎF EL-BAĞDADÎ


Tam adı Muvaffakuddîn Abdüllatîf b. Yusuf b. Muhammed b. Ali el Bağdadi'dir. 1162'de Bağdat'ta doğdu. Kısa boylu, zayıf, nahif bir bünyeye sahip olduğundan, "İbn Nokta ve Keçecizâde" anlamına gelen İbn Lebbâd künyeleriyle de anılır. Aslen Musullu, kültürlü bir aileye mensuptur. Babası Yusuf ve amcası Süleyman'ın dinî ve aklî ilimlerde otorite oldukları bilinmektedir. Çağdaşı olan İbn Ebû Usaybia'nın "Uyûnü'l-enbâ" adlı eserinde yer alan otobiyografisine göre, Çok küçük yaşta, "oyun zevkini dahi tatmadan" tahsile başladı. Kur'an-ı Kerim'i ezberledikten sonra, başta hadis ve fıkıh olmak üzere, dil ve edebiyat alanlarında temel sayılan metinleri okuyarak icazet aldı. Daha sonra bilgi ve görgüsünü artırmak gayesiyle o devrin belli başlı ilim ve kültür merkezlerini dolaştı; gittiği her yerde ilimle meşgul oldu. İlmî sohbetlere ve münazaralara katıldı.

Mağrib'den Bağdat'a gelen İbn Tatlı (İbn Naili) adlı bir bilginden aklî ve felsefi ilimleri tahsil ettikten sonra bir süre İbn Sina, Behmenyar ve Gazzali'nin eserlerini okudu. Bağdat'ta artık kendisinden faydalanacağı bir kimsenin kalmadığına kanaat getirince, 1189 yılında Musul'a geçti ve orada devrin ünlü alimi Kemaleddin b. Yunus'la tanışarak ondan faydalandı. Musul'da bulunduğu sırada İbn Muhacir Medresesi'nde ve Darülhadis'te müderrislik yapan Abdüllatif el-Bağdadi, fırsat buldukça Sühreverdi'nin eserlerini inceledi; sonra da bu işraki filizofunu çok ağır ve sert bir dille tenkit etti. 1190 yılında Şam'a giderek Taceddin el-Kindi ile münazaralarda bulundu; orada da ilmî üstünlüğünü kısa zamanda çevresine kabul ettirdi. Bir yıl sonra, Kudüs ve Mısır'ı ziyaret etti: Mısır'da iken Ebü'l Kasım eş-Şarii, Yasin es-Simyai ve meşhur Yahudi filozofu İbn Meymum gibi devrin ünlü ilim adamlarını tanıma fırsatını buldu. Tanıştığı bu kişiler arasında Ebü'l Kasım eş-Şarii'ye ayrı bir değer veren Bağdadi, ondan Farabi, İskender Afrodisi Alexander of Aphrodisias ve Themistius gibi Yeni Eflâtuncu Aristo şarihlerinin eserlerini okudu. Bu seyahatleri sırasında, o yıllarda bu bölgeye hakim olan Eyûbî hanedanından büyük ilgi gördü; özellikle Selâhaddin ve ahfadının iltifatlarına mazhar oldu ve Mısır'dan tekrar Kudüs'e, oradan da Şam'a döndü. 1199-1201 yılları arasında Mısır'da bulunan Abdüllatîf el-Bağdâdî, o yıllarda Mısır'da meydana gelen büyük kıtlığı, Mısır halkının yaşadığı maddi ve mânevi perişanlığı görmüş, bu iktisadi ve sosyal krizi, ünlü el-İfade ve'l-i'tibar adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. 1206'da Kudüs'te Mescid-i Aksa'da, 1207'de de Şam'ın Aziziyye Medresesi'nde müderrislik yaptı. Şam'da verdiği dersler daha çok tıp alanında idi. Nitekim onun tıp ilmi ile ilgili önemli eserlerini burada kaleme aldığı bilinmektedir.Kaynaklar, 1220-1229 yılları arasındaki seyahatleri esnasında Erzurum, Erzincan, Kemah, Malatya, Divriği ve Besni gibi, Anadolu'nun o dönemdeki önemli merkezlerine kadar uzandığını kaydeder. Bu sırada Mengücükoğulları'ndan Alâeddin Davud b. Behram tarafından himaye edilmiş ve bundan dolayı birçok eserini bu hükümdara ithaf etmiştir. Hayatı hummalı bir ilmî faaliyet içinde geçen Abdüllatif, 1230 yılında hac vazifesini yerine getirmek üzere çıktığı yolculukta doğum yeri olan Bağdat'a vardı ve kısa bir süre sonra 12 Muharrem 629'da (9 Kasım 1231) burada vefat etti.

Klâsik kaynaklarda, ona ait eserlerin geniş bir listesi yer almaktadır. Tıp, felsefe ve mantık alanları başta olmak üzere, 160'tan fazla eseri vardır, bunların elli üçü tıp ve farmakoloji, dördü zoolloji, dördü botanik, yirmisi mantık, on sekizi felsefe, on üçü nahiv, sekizi hadis, ikisi tefsir, ikisi fıkıh, iki*si kelâm, onu metodoloji ve tarih, dördü de ahlak ve siyaset konularında kaleme alınmıştır. Geri kalanlar ise dil, edebî tenkit, matematik, seyahat hatıraları, mineraloji gibi çok değişik ve farklı konulardadır. Kaynakların verdiği bu listeden günümüze kadar ulaşanların sayısı ise ancak birkaç eserden ibarettir.

Bunların içinde onun Batı'da ve İslâm aleminde bilinen en meşhur eseri, el-ifâde ve'l-i 'tibar'dır. Mısır'da bulunduğu sırada kaleme aldığı hacim bakımından küçük, fakat muhteva açısından çok zengin olan bu eser, o dönemdeki Mısır'ın coğrafi, topoğrafik, sosyal ve iktisadi durumu hakkında oldukça değerli bilgiler vermektedir. Eser, XVIII. yüzyıl başlarından itibaren Batı dünyasında da tanınmış, Lâtince, Almanca ve Fransızca'ya tercüme edilmiştir. Müellifin beş duyuyu tıp açısından inceleyen iki makalesi, Makaletan Fi'l-havas ile şeker hastalığı hakkındaki eseri, Risale fı'l-maraz-el-müsemma diyabitis adıyla neşredilmiştir.

Şeker hastalığı konusunda her ne kadar Çinli hekim Li Hsuan VII. Yüzyılda ilk araştırmayı yapmışsa da, bu hastalığın karaciğere bağlı bir rahatsızlık olduğunu ilk olarak tesbit eden Abdüllatîf el Bağdadi'dir.

Kaynak: (Müslüman Bilim Adamları - Akit - Ülkü KUMRAL)

 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABDÜLLATİF HARPUTÎ


Son Dönem Osmanlı Din Âlimi

Harput'ta doğdu. Asıl adı Abdüllatif Lutfi'dir. Ailesi hakkında fazla bilgi bulunmamakta, ancak doğumundan yakla*şık üç asır önce Harput'un Germili köyüne yerleşen Koca Mehmed Ağa'nın büyük oğlu Mustafa Ağa'nın beşinci nesilden torunu olduğu kaydedilmektedir. İlk tahsilini Harput'ta, yakın akrabası Müftü Ömer Naîmî Efendi'den ders alarak tamamladı. Ardından İstanbul'a gidip Fatih medreselerine girdi. Buradan icazet aldıktan sonra Adana'ya geçerek bir müddet ders okuttu ve orada evlendi. Abdüllatif Efendi bir süre sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a döndü ve hemen ardından Beyazıt Camii dersiâmmlığı ile Meclis-i Tedkîkât-ı Şer'iyye üyeliğine tayin edildi. Muhtemelen aynı şeyhe bağlı olmaktan kaynaklanan dostlukları sebebiyle dönemin Ticaret ve Nâfia Nâzırı Zihni Paşa'nın uzun süre ilmî müşavirliğini yaptı. Paşanın 1891 yılında Selanik valiliğine tayin edilmesi üzerine bütün resmî görevlerinden istifa edip onunla birlikte Selânik'e gitti ve on yıl kadar orada kaldı.

Hüseyin Vassâf. Abdüllatif Harpûti’nin ilk gençlik yıllarında Harput'taki Nakşibendiyye meşâyihinden Beyzade Hacı Ali Efendi'ye intisap ettiğini, İstanbul'a geldikten sonra ise Şeyhülislâm Uryânîzâde Esad Efendi'ye bağlandığını, son olarak da uzun süre Dîvân-i Hümâyun Kalemi'nde görev yapan Necib Efendi'ye intisap ettiğini belirtir. Harpûtî'nin, aynı şeyhe bağlı olan Zihni Paşa ile Selanik'te bulunduğu yıllarda o bölgedeki birçok Halvetî şeyhiyle görüştüğü, bu sırada Nevrekop'taki bir Halvetî şeyhinden çok etkilendiği kaydedilmektedir.

Abdüllatif Harpûtî, 1901 yılında Selanik'ten İstanbul'a dönünce Dârülfünun'a ilm-i kelâm müderrisi olarak tayin edildi ve 29 Cemâziyelâhir 1319(13 Ekim 1901) tarihinde kendisine haremeyn payesi tevcih edildi. Aynı yıl huzur dersleri muhataplığına seçildi. Dârülfünun'daki hocalığı yanında Medresetü'l-vâizîn'de de kelâm dersleri okutan Harpûtî 1910'da hacca gitti, orada verdiği Arapça vaazlar âlimler tarafından takdirle karşılandı. Beyazıt Camii dersiâmmlığı sırasında birkaç defa toplu icazet verdi. En ünlü öğrencisinin Tokatlı Mehmed Nuri Efendi olduğu kaydedilmektedir.

İstanbul'da vefat eden Abdüllatif Harpûtî, Merkezefendi Kabristanı'na defnedildi. Ondan söz eden bazı yeni araştırmalarda, büyük bir ihtimalle hicrî ve rûmî tarihlerin birbirine karıştırılmasından kaynaklanan bir yanlışlık sebebiyle, milâdî karşılığının 1914 olduğu belirtilerek ölümü için 1330 ve 1333 şeklinde iki farklı tarih verilmektedir. Ancak Harpûtî hakkında bugüne kadar yapılan araştırmaların hiçbirinde kaynak olarak kullanılmayan Sefînetü'l-evliyada (IV, 65) Hüseyin Vassâf'ın naklettiği mezar taşı kitabesine göre Harpûtî 3 Ağustos 1332 (16 Ağustos 1916) tarihinde vefat etmiştir. Ayrıca 1332 yılında İstanbul'da yayımlanan Tarih-i İlm-i Kelâm adlı eserinin sonunda rahatsızlığından söz ederek bu çalışmasını tamamlayamadığını belirtmiş olması da Hüseyin Vassâf tarafından verilen tarihin isabetli olduğunu göstermektedir.

İshak Sunguroğlu, Harpûti'nin tıp doktoru olan ve dönemin iktidarı tarafından Trablus'a sürgün edildiği sırada Mısır'a kaçıp Meşrutiyet'in ilânından sonra İstanbul'a dönen, ancak doktorluk mesleğini icra etmeyerek ticaretle meşgul olan Faik adında bir oğlunun bulunduğunu, bu zatın da vefatında babasının Merkezefendi'deki kabrinin yanına defnedildiğini kaydeder.

XIX. yüzyıl sonlarında pek çok Osmanlı âlimi tarafından dile getirilen dinî ilimlerin, özellikle kelâm ilminin metot ve muhteva bakımından yenilenmesi fikri, Batı dünyasında ilim ve felsefe alanında elde edilen yeni gelişme ve değişmelerin bu âlimlerce de görülüp tesbit edilmesine dayanmaktadır. Bu dönemin felsefe ve kelâmla meşgul olan ünlü simaları Batı'da Aristo felsefesinin, dolayısıyla klasik kelâmla iç içe bulunan eski Yunan düşüncesinin geçerliliğini kaybettiğini. Batı dünyasında ilimde artık deney ve tecrübenin hâkim olduğunu, klasik kaynaklarda Dehriyye ve Sûfestâiyye şeklinde adlandırılıp mücadele edilen grupların yerlerini materyalist ve pozitivist inkârcı akımların aldığını, bu gelişmeler karşısında kelâm ilminin mutlaka modern Batı felsefesiyle yakından ilgilenmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı. İslâm dünyasının Avrupa medeniyetine hangi ölçülerde yaklaşması gerektiğinin, müslümanların siyasî varlığı ve İslâm ümmetinin geleceği gibi önemli konuların ciddi mânada tartışıldığı. İslâmî ilimlerin, bu arada kelâm ilminin bu tür gelişmeler karşısında yenilenmesi gereğinin savunulduğu bu "arayış dönemi" âlimlerinden biri olan Abdüllatif Harpûtî de "dinî ilimlerin temel disip*lini konumunda olan kelâm ilminin Batı’da gelişen ilmî ve felsefî akımlar karşı*sında, gerek muhatabı olduğu akımlar gerekse dayandığı klasik ilmî ve felsefî veriler açısından zamanın oldukça geri*sinde kaldığı" şeklindeki kanaat ve şikâ*yetlere katılmış ve bu ilmin yeniden tedvin edilmesi gerektiğini savunmuştur. Ona göre, ortaya çıkan yeni felsefî akım ve gelişmeleri mutlaka dikkate alması gereken "üçüncü bir ilm-i kelâm dönemi" yaşanmaktadır. Tenkihu'l-kelâm adlı eseriyle söz konusu dönemin yeni telif tarzına örnek olabilecek bir çalışma ortaya koyduğunu söyleyen müellif, bu yolda daha ileri ve ciddi adımların atılması*nı ise kendinden sonraki nesillerden beklediğini ifade etmiştir.

Tenkihu'l-kelâm'ın incelenmesinden anlaşılacağı üzere müellif, fikrî mesaisini büyük ölçüde İslâm dininin objektif ilme aykırı düşmediği noktasında yoğunlaştırmıştır. Harpûtî bu amaçla tabiat ilimleri alanındaki gelişmeleri takip etmiş, bu tür konulara temas eden âyetleri yeni bir anlayışla açıklamaya çalışmıştır. Ancak bu açıklamalarında aşırı te'villere gitmemiş, gaybî hakikatleri maddîleştirme çabası içinde bulunmamıştır. Kelâm ilminin, itikadî konuları aklî yöntemlerle desteklemek amacıyla kullandığı ilmî verilerin (vesâit) zamanla değiştiğini tesbit eden Harpûtî, ulûhiyyet ve nü*büvvet bahislerini günün ilmî anlayışıyla ispatlamak için öncekilerden farklı bilgiler kullanmıştır. Meselâ ısı, ışık, madde, kuvvet ve elektrik gibi fizik konularının yanı sıra gök tabakaları, ay, güneş, yer küresinin özellikleri gibi astronomi bilgileri, bazı kimyasal etkileşimler, ayrıca insanın biyolojik ve psikolojik yönleri üzerinde durmuştur. Genelde dinin, özelde İslâmiyet'in ilerlemeye engel teşkil ettiği yolundaki iddiayı iftira olarak niteleyen Harpûtî, cebir anlayışının da İslâm'ın ferdî ve içtimaî sorumluluk telakkisiyle bağdaşmadığını vurgulamıştır. Harpûtî bu çabaları ve telif ettiği eserlerle, yakın dönemde kelâm ilmini yeniden şekillendirip fonksiyonel hale getirme girişimlerinin ilk temsilcileri arasında yer almaya hak kazanmıştır.

Eserlerİ.

1. Mecâlisü'l-envâri'l-ahadiyye ve mecâmihı'l-esrâri'l-Muhammediyye. Müellif, itikadî ve amelî konu*larda geniş halk kitlelerine yönelik, kıssalarla süslenmiş, âyet ve hadislere dayalı çeşitli öğütlerden oluşan "mev'iza" türündeki bu eserini 1306 yılının Zilhicce ayında (Ağustos 1889) tamamladığını kaydetmektedir. Harpûtî'nin "meclis" adını verdiği otuz sekiz ana başlıktan oluşan ve Türkiye'deki din görevlileri tarafından uzun yıllar vaaz kitabı olarak kullanılan eserin pek çok baskısı bulunmaktadır (İstanbul 1306, 1311, 1313). Arapça metin*ler ve bunların bazı Türkçe açıklamalarından oluşan, halk ve din görevlileri ara*sında mev'iza -i Abdüllatîf olarak da tanınan eser, Ahmet Aslantürk tarafından tercüme edilerek Abdullâtif başlığı al*tında orijinal metniyle birlikte yayımlanmıştır (İstanbul 1981).

2. Tenkihu'l-ke*lâm fî'akâ'idi ehli'l-İslâm. Harpûtî'nin, Darülfünun ve Medresetü'l-vâizîn'deki kelâm hocalığı sırasında kaleme aldığı en önemli çalışmasıdır. Müellif, kelâmda yeni bir metodoloji ve telif tarzı oluşturma amacıyla Arapça olarak yazdığı bu eserini bir mukaddime, üç bölüm (rükün) ve bir hatime şeklinde düzenlemiştir. Harpûtî Tenkihu'l-kelâm'ın baş tarafında, Dârülfünun'da kelâm derslerini okutmaya başladıktan sonra takip edilebilecek klasik bir kaynak aradığını, ancak dönemin problemlerine ışık tutup bunlara cevap veren herhangi bir çalışma bulamadığı için bu eseri telif etmek zorunda kaldığını belirtmektedir. Ona göre, sadece kendi dönemlerindeki ehl-i bid'at fırkaları ile eski Yunan felsefesine dayalı görüş ve akımları reddetmek amacıyla kaleme alman klasik eserler yeni bid'atlara, pozitivizm gibi çağdaş felsefî akımlara yeterli cevaplar ihtiva etmemektedir. Eserin mukaddimesi kelâm ilminin tarifi, mevzuu, gayesi gibi bahislere ayrılmış, ana bölümler ise klasik kelâm kitaplarında olduğu gibi ilâhiyyât, nübüvvât ve sem'iyyât konularına tahsis edilmiştir. Eser imamet konusuyla sona ermektedir. İlk defa sayfanın üst tarafında metin, altında Türkçe tercümesi ve daha aşağıda Türkçe bazı dipnotların yer aldığı bir tertiple yayımlanan eserin (İstanbul 1327) ikinci baskısında (İstanbul 1330) tercüme kaldırılmış, buna karşılık Türkçe dipnotları zenginleştirilmiştir. Tenkihu'l-kelâm'ın dörtte üçünü bu dipnotlar teşkil etmektedir. Eser, Fırat Üniversitesi'nin Elâzığ'da düzenlediği Türk-İslâm Tarih, Medeniyet ve Kültüründe Fırat Havzası Sempozyumu'nda (23-26 Mart 1987), E. Ruhi Fığlalı tarafından bir tebliğ çerçevesinde değerlendirilmiştir. Fikret Karaman'ın yaptığı yüksek lisans çalışmasında ise eser Türkçeye çevrilmiş, bu arada müellifin kelâma dair bazı görüşleri de incelenmiştir (Abdüllatif Harpûtî ve Tenkîhu'l-Kelâm fi Akaid-i Ehli'l-lslâm'ın Tercemesi, Kayseri 1990, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).

3. Tekmile-i Tenkihu'l-kelâm. Eserin iç kapağına konulan 15 Şevval 1330 (27 Eylül 1912) tarihli "İfâde-i Mahsûsa"dan anlaşıldığına göre Tekmile, Harpûtî'nin Darülfünun ve Medresetü'l-vâizîn'de edindiği tecrübelerden sonra Tenkihu'l-kelâm'a eklemeyi gerekli bulduğu açıklamalardan oluşmaktadır. Eser, söz konusu açıklamaların esas metnin neresin*de yer alacağı belirtilerek Tenkihu'l-kelâm'ın ikinci baskısına eklenmiştir (İstanbul 1330).

4. İlm-i Hey'et ile Kütüb-i Mukaddese Arasındaki Zahirî Hilafın Tevcih ve Tevfîki Hakkında Risale. Tenkihu'l-kelâm'ın birinci baskısının sonuna eklenen bu risalede, astronomi alanında eski dönemlerde hâkim olan genel kanaatle İslâm âlimlerinin buna dair yorumları ve ilgili âyetleri tefsir edişleri, modern çağdaki ilmî yaklaşımlar, buna karşı takınılması gereken tavır ve takip edilecek yöntem hakkında bilgi vermektedir. Müellif bu risaleyi, yayımına izin vermek üzere Tenkihu'l-kelâm'ı incelemeye alan Bâb-ı Fetva ilgililerince ileri sürülmüş eleştirilere cevap mahiyetinde kaleme aldığını, fakat yine de II. Meşrutiyetten önce yayımlamaya cesaret edemediğini belirtmektedir. Risale, Bekir Topaloğlu tarafından sadeleşti*rilerek bazı notlarla birlikte "Astronomi ve Din" başlığı altında yayımlanmıştır (Kelâm İlmi-Giriş, İstanbul 1981, s. 295-316). Fırat Üniversitesi'nin Elazığ'da düzenlediği Türk-İslâm Tarih Medeniyet ve Kültüründe Fırat Havzası Sempozyumu'nda (23-26 Mart 1987) Mehmet S. Aydın bu risaleyi geniş bir şekilde tanıtmıştır.

5. Târîh-i İlm-i Kelâm (İstanbul 1332). Müellifin hayatı ve eserleriyle ilgili araştırmalarda tanıtılmayan bu eser bir mukaddime, dört bölüm (bab) ve çeşitli alt başlıklardan oluşmaktadır. Eserin muhtasar bir mezhepler tarihi izlenimini veren birinci bölümünde İslâm tarihi boyunca ortaya çıkan itikadı fırkalar kısaca tanıtılmakta, ikinci bölümde dinler anlatılmakta, üçüncü bölümde felsefenin kısa bir tarihçesi yapılmakta, son bölümde de devrin inkârcı akımlarına dikkat çekilmektedir. Bu arada müellifin dönemindeki İslâm âlimlerini bekleyen âcil görevin, kelâmı asrın ihtiyaçlarına göre yeniden tedvin ve telif etmek olduğu vurgulanmaktadır.

KAYNAK: T.D.V. İslam Ansiklopedisi 16/235-237
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ALİ BİN İSA EL-KEHHAL (ö. 430/1038-39)


Göz hastalıkları üzerine yaptığı çalışmalarla ün kazanan Ortaçağ İslam dünyasının en büyük hekimlerinden biri.
Batı dünyasında Jesu Hali olarak tanınan Şerafeddin Ali b. İsa'nın hayatıyla ilgili bilgiler az ve tartışmalıdır. Bazı kaynaklarda hıristiyan olduğu kayıtlı ise de bunun taşıdığı İsa (Jesu) adından kaynaklanmış olması muhtemeldir. Öğrenimini Bağdat'ta Ebu'l-Ferec b. Tayyib'in yanında yapmış, mesleki çalışmalarına da yine Bağdat'ta devam etmiştir. Eserinde cerrahlara verdiği öğütlerden, deontolojik kaidelere çok riayet eden dikkatli ve basiretli bir hekim olduğu anlaşılmaktadır.

Hayatı hakkındaki bilgilerin azlığına karşılık Tezkiretü-kehhalin fil- ayni ve emradiha adlı eseri bugüne eksiksiz ulaşabilmiştir. Kısaca Tezkire veya Tezkiretü'l- kehhalin olarak bilinen bu kitap, göz ve göz hastalıkları konusunda yazılmış ve günümüze kadar gelebilmiş Arapça eserlerin en genişi ve en eskisidir. Ali b. kitabının önsözünde eserini yazarken başta Galen ve Huneyn b. İshak olmak üzere Hipokrat, Dioskorides, Oribasius ve Paulus'un eserleriyle kendi tecrübelerinden ve hocalarının bilgilerinden istifade ettiğini belirtmektedir. Tezkiretü'l-kehhalin üç bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölüm "gözün anatomi ve fizyolojisini", ikinci bölüm "göz kapakları, gözyaşı bezleri, kornea ve uveanın hastalık ve tedavileriyle katarakt ameliyatını" üçüncü bölüm ise "gözün iç hastalıkları" başlığı altında miyopi, hipermetropi, gece - gündüz körlüğü ve şaşılık gibi görme bozuklukları ile lensler, görme sinirleri ve retina gibi gözün çeşitli kısımlarına ait hastalıkları ihtiva eder. 132 çeşit göz hastalığı tarifinin yer aldığı kitap, genel sağlığın korunması için yapılan bazı tavsiyeleri ve alfabetik şekilde tasnif edilmiş 141 basit ilacın göze etkilerini açıklayan bir kısımla sona ermektedir. Eserin orijinal yönlerinden biri de o güne kadar bilinen lokal anestetiklerin yanı sıra, ağrılı ameliyatlarda ilk defa mandragor (adamotu) ve oplum (afyon) buharı gibi genel anestezi yapan maddelerin yardımıyla göz ameliyatlarının nasıl yapılacağını tarif etmiş olmasıdır.

Tezkiretü'l- kehhalin yazıldığı XI. yüzyılın başlarından itibaren büyük ilgi görmüş ve tamamının veya bazı bölümlerinin çeşitli şerhleri yapılmıştır. Mesela Danyal b. Şaye'nin Tezkire'nin bazı meselelerine verilmiş cevapları ihtiva eden bir eseri vardır. Ayrıca eser Ortaçağda İbraniceye ve iki defa da kötü bir tercüme ile Latince'ye çevrilmiş, XX. yüzyılın başında da yeniden yapılan İbranice tercümesiyle birlikte Epistola Ihesu filii Haly de cognitione infirrnitatum oculorum sive mernoriale oculariorum quod compilavit Ali b. İssa adıyla yayımlanmıştır (Paris 1903). Bunun dışında kitabın çeşitli bölümleri günümüz dillerine de çevrilmiştir. Eserin orijinalinin dün yanın belli başlı kütüphanelerinde çeşitli yazma nüshaları bulunmaktadır.

Kaynak: (T.D.V. İslam Ans. 2/401)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ALİ HAYDAR AHISKAVİ

Batum'un Ahıska beldesinde 1870 senesinde dünyaya geldi. Babası Şerif Efendi'dir. İki yaşında annesini, dört yaşında da babasını kaybeden Ali Haydar Efendi ilk ilim tahsilini memleketinde yapmıştır. Daha sonra Erzurum'da medrese tahsiline devam etmiştir. Erzurum'dan sonra İstanbul'a gelen Ali Haydar Efendi, Fatih Camii Şerifi'nde derslere devam ederek, Bayezid dersiammlarından Çarşambalı Hoca Ahmed Hamdi Efendi'den 1901 yılında icazet almıştır.

Ali Haydar Efendi (k.s.), Ahmed Hamdi Hoca'nın derslerine devam ederken, o devirde kadı yetiştiren Medresetü'l-Kuzat'a (o zamanın Hukuk Fakültesi) giderek, oradan da diploma almıştır. (1906) İlk adli vazifesi Burdur kadılığıdır. Sonra Uşak kadılığı ve sonra Denizli kadılığı olmuştur. Daha sonra İstanbul İstinaf Mahkemesi (dava mahkemeleri ile temyiz mahkemeleri arasında bir derece yüksek mahkeme) üyeliğine getirildi.. Bu vazifede iken hukuk mektebinde Mecelle ve Usul-i Muhakematı Hukukiye derslerini okutmaya başladı. Ardından sırasıyla İstanbul Bidayet Mahkemesi, İkinci Hukuk Dairesi Başkanlığı, Bidayet Mahkemesi Başkanlığı, İstinaf Mahkemesi İkinci Hukuk Dairesi Başkanlığı, Temyiz Mahkemesi üyeliği, aynı mahkemenin hukuk dairesi üyeliği, sonra başkanlığı ve temyiz mahkemesi başkanlığı görevlerinde bulundu.

Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, Hukuk-u İslâmiyye ve Islahatı Fıkhiye Kamusu eserinde Ali Haydar efendiden bahsederken, "Yüksek çalışkan fukahamızdan sayılır" der ve devamla, "Mahkeme-i Temyiz riyasetinde, mülga fetvahane-i âli emanetinde ve adliye nezaretinde bulunmuştur. Mecelle-i ahkamı Adliye'ye yazmış olduğu 4 ciltlik mufassal şerhi, kıymetli bir eserdir. Birçok çalışmanın faideli bir semeresidir. Arazi, evkaf, mefkud, ahkâmına dair eserleri, intikal kanununa şerhi de vardır. Medresetül Kuzat'ta ve Darül Fünun'da mecelle vesaire müderrisliğinde bulunmuştu" diye övmüştür.

Sene 1914 Fatih Camii'nde talebe okutmaya başlamıştır. Fetvahanede fetva vermiş, gösterdiği büyük iktidarla, 1914 yılında Sahn Medresesi Fıkıh Müderrisliği'ne tayin edilmiştir.

Birinci Dünya Savaşı ardından, 14 Kasım 1914'te ilan edilen Cihad-ı Ekber fetvasını, Fetva Emini sıfatıyla Fatih Camii'nde okudu. Aynı zamanda 23 Kasım 1914'te Cihad Beyannamesinde bulunan 29 imzadan birisi de Ali Haydar Efendi'dir. 1915 yılında Şeyhü'l-İslamlık'ta yeni kurulan "Telif i Mesail Heyeti Reisliği"ne tayin edilmiştir. 1916 yılında Huzur Dersleri baş muhatablığına tayin edilmiştir. Rumeli Kazasker payeliğini elde etti. Aynı yıl emekliye ayrıldı. Tevfik Paşa'nın ikinci sadaretinde (Baş vezirlik) kısa bir süre Adliye Nazırlığı (Adalet Bakanlığı) yaptı. Bu görevde iken Medine'yi teslim etmeye yanaşmayan Fahrettin Paşa'ya Padişah'ın teslim konusundaki iradesini götürdü.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (k.s.), zahiri ilimlerin hepsini ikmal etti. Varılacak noktanın en üst kademesine ulaştı. Üstelik kendisi de, şanlı şöhretli, celadetli idi. Efendi, sert mizaçlı biri idi. Taviz vermeksizin şeriatın hükümlerinin yerine getirilmesini isterdi. Hatta Maide suresindeki şu ayeti kerime sanki düsturu olmuştu. "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin, fasıkların, kâfirlerin ta kendileridir." (Maide Suresi- 44-45) Hitabeti çok kuvvetli, fakihliği 4 mezhebe fetva verecek kadar kuvvetli idi. Tesir ve ikna gücü de yerinde idi.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi, kaynaklar, tarih olarak kesin belirtmemekle beraber, 1913 ve 14 yılları, Bandırma'ya gider. Bir Ramazan günü talebelere yardım maksadı vardır. Tabii ki vaaz edecektir. İstanbul ulemasından olduğu için her yerde rağbet çok olur. Vaazları genelde tasavvuf ve tarikatlar aleyhinde olur. Hatta bir gün sabah namazında kişiyi isimlendirerek, "Burada Bezzaz Ali Rıza Efendi var, esnaftır, tarik ehlidir, şöyle yapar, böyle yapar" diye aleyhinde konuşur. Cemaatin içinde Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin talebelerinden Börekçi Hasan Efendi de vardır. Vaazı dinler ve namazdan sonra olup biteni Rıza Ali Bezzazi Efendiye anlatır. Meşayih sevinir. Efendi de "Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecektir" der. Gönülden gönüle yol var ya. Onların sözleri ok gibidir, gider hedefini vurur. Ali Haydâr Efendi'nin gönlüne bir ateş düşer. Tasavvuf ve tarikat ehline karşı bir sevgi ve alaka başlar. Kalbi vecd, istiğrak ve cezbe ile dolar. Dev cüsse, cübbeyi ve sarığı atarak camiden çıkar. Pazaryerinde bez satan Ali Rıza Bezzaz Efendi'nin yanına varır. Söylediklerinden pişmanlık duyduklarını ve affetmesini ve evlatlığa kabul etmesini söyler.

Bezzaz Ali Rıza Efendi (k.s.), Ali Haydar Efendi'nin kolundan tutar, sırtını okşar ve "İstanbul'da Hacı Ahmet Efendi var ona git" der. Bandırma'dan İstanbul'a dönüş Ahıskalı Ali Haydar Efendi, İstanbul'a gelip Hacı Ahmet Efendi'yi bulur. O da "Topkapı'da Ali Efendi var ona git" dedi. İmtihanlar, sabır, teslimiyet. O ona, o da ona gönderiyor? Topkapı'ya giden Ali Haydar Efendi (k.s.), kendisine bildirilen köhne, dökük bir evin kapısını çaldı. Yarım saat kadar kapıda bekledi. O an nefsi ile baş başa kaldı ve nefsi içerden konuştu: "Ey Ali Haydar, sen ki padişahın huzur dersleri başmuharrir ve baş muhatabısın, böyle bir adamın böyle köhne evin ününde kapısını bekliyorsun, bu sana yakışır mı?" diye iç geçirdi. Daha sonra kapı açılıp bir kız çocuğu çıktı. "Buyurun içeri" dedi. İçeri giren Ali Haydar Efendi, bir saat daha bekledi. Bu sırada saçı-başı birbirine karışmış, kambur bir adam içeri girdi. Maşlaklı Ali Baba ona "benimle birlikte gel." der.Yürüdükleri yol boyunca kömürlükten geçerken Maşlaklı Ali Baba "Ben burada Rabbimi çağırırım" der.Ali Haydar Efendi bu söze kızar fakat belli etmemeye çalışır. ilk fırsatta kendisini Hacı Emin efendinin gönderdiğini söyler. Maşlaklı Ali Baba'nın bu ifadeya yanıtı "Benden şeyhlik öğrenip başkasına satacaklar." şeklinde olur. Ortam gittikçe gerilir. Maşlaklı Ali Baba konuştukça Ali Haydar efendi sinirlenir.Derken Maşlaklı Ali Baba, Ali Haydar Efendi'ye ne iş yaptığını sorar. Ali Haydar efendi, hoca olduğunu söyler. O da "Ne hocalığı" diye mukabelede bulunur.Ali Haydar efendi " Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"(Zümer-9) ayetini okur. Maşlaklı Ali Baba " Sus, sus! birde ayet okuyorsun" der. Ali Haydar efendi "Ben cünüp müyüm ki ayet okumayayım?" der. Maşlaklı Ali Baba: "Cünüp olsan iyi, cünübü bir teneke su temizler seni ise Karadeniz temizlemez."şeklinde karşılık verir. Ali Haydar efendi, tarikata giriş anını sonradan şöyle anlatmıştır: "Konuşmanın sonlarına doğru bana bir hal oldu, ağlamaya başladım, o zata karşı olan kızgınlığım sükunete, buğzum muhabbete dönüştü. Onu o an o kadar sevdim ki her hali bana hoş gelmeye başladı."

Bandırma'daki Nakşî Şeyhi Ali Rıza Bezzazi'nin vefatı üzerine postnişinliğe getirildi. Dergâhta vakıf şartı gereğince Ali Rıza Bezzazi'nin talebeleri arasından seçildi (1914). Bu dergâh, Fatih ilçesi Çarşamba mevkii, Cebecibaşı mahallesinde İsmail Ağa Camiinden Fener Kilisesi'ne doğru giden sokağın sonundadır. Burası, Şeyh Mustafa İsmet Garibullah Hazretleri'nin dergâhıdır. Nakşî silsilesinden 32.'dir. Yanında 33. Şeyh Halil Nurullah Zağravi Hazretleri vardır. Yan yana kabri şerifleri oradadır. 34. silsile zinciri az önce bahsettiğimiz Ali Rıza Bezzazi'dir ve Bandırma'da medfundur. 35. Ali Haydar Ahıskavi olmuştur. Allah onlardan razı olsun. İttihat ve Terakki hükümeti, Ahıskalı Ali Haydar Efendi'nin bu seçimini reddetti. Postnişinliğine el koydu. Fakat Efendi Hazretleri bu işi yine devam ettirdi. Birinci Dünya Savaşı boyunca aynı zamanda da padişahın huzur dersleri başmuhatablığını da yürüttü. Beş yıl sonra müridlerden Hafız Halil Sami Efendi tarafından yazılan istida (dilekçe) ile postnişinliğin gasp işi saraya intikal ettirildi. Nihayet hicri 1338, miladi 1919'da Ali Haydar Efendinin postnişinliği bizzat padişah tarafından tasdik edilmiş oldu. Huzur dersleri de 1923'e, padişahlığın kaldırılmasına kadar devam etti. .

Cumhuriyet sonrası âlimlerin çile devri başladı. Sorgular, mahkemeler, hapisler, beraatlar birbirini izledi. Tahirül Mevlevi, basın âleminde "Hayatım ve istiklal mahkemeleri" adlı hatıraların, polis nezaretine gittiklerini uzun uzadıya anlattıktan sonra, koğuşta kimlerle kaldıklarını tarif ederek yazıyor: "Kapıdan girince sağdan birinci karyolada Dağıstanlı Seyyid Tahir Efendi, ikinci karyolada Kâtip Aziz Mehmet Efendi, üçüncü karyolada kitapçı Aziz Efendi, dördüncü karyolada Ömer Rıza Bey, beşinci karyolada Abdi Acz (kendi), altıncı karyolada Suud Bey, yedinci karyolada her akşam orada yatan bir memur. Soldan birinci ve ikinci minderde Yağlıkçı Hasan ve Mustafa efendiler, soldan birinci karyolada Dersiamm ve Çarşamba'daki İsmet Efendi Tekkesi şeyhi Ahıskalı Ali Haydar Efendi, bir de onlara mücavir (komşu) Seydişehirli Hasan Efendi, ikinci karyolada vaiz Sofi Süleyman Efendi, Kitapçı Mihran Efendi de tam orta yerdeki karyolayı seçmişti. Ali Haydar Efendi ve Süleyman Efendi'nin birer zembili ve bir de pöstekisi vardı. Tahirül Mevlevi koğuştakilerin hususi hallerini bir bir süzdükten sonra Ali Haydar Efendi için şunları da ekleyivermiş: "Şeyh Ali Haydar Efendi, kulakları az işittiği için mütalaayı ve tilaveti, muhasebeye (sohbete) tercih ediyor, kendisine tane tane ve yavaş söylenilmek şartıyla bir şey sorulacak olursa müfid ve mukni (faydalı ve ikna edici) cevaplar veriyor, mangalda kendi eliyle kaynattığı çayı sessizce içip hususi âleminde bulunuyordu."

Tahirül Mevlevi bir gece rüya görür, namazdan sonra Ali Haydar Efendi'ye gelir anlatır. "Şeyh Ali Haydar Efendi ile ikimizin müşterek bir maaş cüzdanı varmış. Bu cüzdanla vezneye müracaat etmiştim. Maaş alacakmışım. Veznedar, bir iki kâğıt para verdikten sonra; -İstersen bir de altın vereyim teklifinde bulundu. -Aman lütuf etmiş olursunuz, çoktandır rüyetinden mahrumum. Gurbette hemşehri görmüş gibi olurum, dedim. Vezneci kenarı kırık bir altın verdi. Bunu görünce; -Aman bir lütuftur ettiniz, bari tamam olsun, şunu değiştiriverin ricasında bulundum. Onu aldı. Mevlevi külahı şeklinde altından mamul tam bir sikke verdi. Aldım ve uyandım." O mübarek de iyiye yorar: -Altının değişmesi hakkında hükmün değişeceğine, maaş cüzdanının müşterek olması da ikimizin beraatine işarettir, der, Gerçekten birkaç saat sonra da tabiri gibi olur. Bir zaman sonra telgrafhanede Şeyh Ali Haydar Efendi'yi görür ve: -Efendi rüya tabiriniz gibi çıktı, deyip elini öper, hatta telgraf kâğıdını yazıverir.

Türkiye'de yeni kurulan idareye karşı olduğu öne sürülerek Ankara'ya götürülür. Ankara'da İskilipli Atıf Hoca ile beraber aynı koğuşta kalır. Hapishanede kaldığı sırada rüyasında şeyhini görür ve şeyhi ona bir rivayetle 33, başka bir kaynakta 41 defa Fetih suresini okursan kurtulursun der. Ali Haydar Efendi okumaya başlar. Bir yandan da okuduğu sayıyı ranzaya işaretler. Onun böyle yaptığını gören İskilipli Atıf Hoca, (Allah rahmet eylesin); -Hoca! ne yapıyorsun, der. Ali Haydar Efendi de: -Rüyamda şeyhim böyle söyledi, sen de oku kurtulursun İnşâallah der. İskilipli Atıf Hoca da: -Bu gece ben de rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm (s.a.v). "Atıf ben seni çağırıyorum, sen savunmanı hazırlıyorsun" buyurdu. Ben de savunmamı (müdafaaname) yırttım" der. Bilindiği üzere Atıf Efendi şehadet, Ali Haydar Efendi hizmet şerefiyle Allahu Teâla'nın nimetine vasıl oldular.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (k.s.), yıllarca ilim öğrenmek, ilmi öğretmek ve insanlara İslâmı anlatmak için meşgul oldu. Edebin birinin dahi terkine rıza göstermezdi. Pek çok ilim erbabı yetiştirdi, kıymetli müridleri oldu. Vaktinin büyük bir bölümünü Kur'an-ı Kerim okumakla geçirirdi. "Sülbümden değil, yolumdan gelen benim evlâdımdır" derdi. Uzaktan yakından ziyaretine kimler gelmez ki? Erzurum'dan Alvarlı Muhammed Lutfi Efendi, Ramazanoğlu Sami Efendi, Hasip Efendi, Mehmet Zahid Kotku ve nice âlim, fazıl kişiler...

Siyasetten uzak durur. Talebelerinin de uzak durmalarını tavsiye ederdi. Ali Haydar Efendi, derin bir bilgiye sahipti. Dinî ilimleri bihakkın kavrayan bir zekâya sahipti. Hitab ettiği cemaati hemen tesiri altına alırdı. .

Uğrunda hayatı boyunca mücadele ettiği en büyük gayesi; Allah'ın indirdiği ile hükmetmekti. Maruz kaldığı çile ve meşakkatlere göğüs germiştir. Emr'i bi'l-ma'rufa büyük önem verirdi. "Din-i Mübin-i İslâm'ın devam ve bekası, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerin devamına; dîn-i mübin-i İslâm'ın inkırazı (yıkılması) ise emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerin (iyiliği emredip kötülükten alıkoyma) terkine bağlıdır." derdi.

Ali Haydar Efendi (k.s.), tasavvuf ehli olarak Nakşbendiyye'nin Halidî koluna mensuptu. Silsilede sırası otuzbeşinciydi. Şeyhi ise, Bandırma'da medfun bulunan Mevlana Ali Rıza el-Bezzaz (k.s.) idi. Ali Haydar Efendi Nakşbendi tarikatının şeyhlerinden olan ve silsilede 32. sırada bulunan, Mevlana Muhammed Mustafa İsmet Garibullah (k.s.) Efendi'nin Fatih Çarşamba'da Cebecibaşı mahallesindeki konağını tekke edinerek, Şeyh İsmet Efendi Dergâhı adı verilen bu tekkede, irşad makamında oturmuştur.

Dergahının bulunduğu mahalde bulunan evinde, 1 Ağustos 1960 tarihinde vefat etti. Vefatında, âyetler okuyarak, etrafındakilere nasihatler ederek, tebessümler saçarak, dar-ı bekaya göç etti. Arkasında binlerce gözü yaşlı mürid bıraktı. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

"Bu yol, en berrak ve leziz suların aktığı bir çeşmedir, susayan gelir içer. "

"Şeyhlik makamı ise talep edilmez, ancak ihsan edilir."

(Müslüman Bilim Adamları - Akit - Ülkü KUMRAL)
(T.D.V. İslam Ansiklopedisi)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ALİ KUŞÇU (Ö: 879/1474)

Timurlular devrinde Semerkant'ta yetişmiş, daha sonra Osmanlı ülkesinde büyük bir şöhret kazanmış olan Türk astronom ve matematikçisi.


Asıl adı Alaeddin Ali, babasının adı Muhammed'dir. Doğum yeri ve tarihi tam olarak bilinmemekle beraber XV. yüzyıl başlarında Semerkant'ta dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. Babası, Uluğ Bey'in doğancıbaşısı olduğu için "kuşçu" lakabıyla anılmıştır. Kendisi de büyük bir âlim olan ve âlimleri koruyan Uluğ Bey. Ali Kuşçu'yu, ya doğrudan doğruya babası vasıtasıyla veya aslen Bursalı olan ve tahsil için Maveraünnehir'e giden Kadizade-i Rumi aracılığıyla tanıyarak ona ders verdi. Dolayısıyla o. matematik ve astronomi alanındaki temel bilgileri Semerkant'ta Uluğ Bey, Kadizade-i Rumi ve Gıyaseddin Cemşid'den aldı. Rivayete göre, bir türlü ilme doymayan Ali Kuşçu, Uluğ Bey ve Kadızade den izin alamama endişesiyle gizlice Kirman'a gitti. Orada birçok kitabın yanı sıra Nasirüddin-i Tusi'nin Tecridu'lkelam adlı eseriyle şerhini de okuma fırsatı buldu ve daha sonra Tusi'nin eserini Şerhu't-Tecrid adıyla şerhederek Ebu Said Han'a takdim etti. Tekrar Uluğ Bey'in yanına döndüğünde ona Kirman'da kaleme aldığı Hallu eşkali'l-kamer adlı risalesini sunarak takdirini kazandı. Bundan sonra ilmini ilerletmek üzere Uluğ Bey tarafından Çin'e gönderildiği ve dönüşünde dünyanın yüzölçümünü, ayrıca meridyeni hesap ettiği bilinmektedir.


Uluğ Bey'in öldürülmesinden (1449) sonra koruyucusuz kalan Ali Kuşçu, Timurluların sarayından ayrılarak hac maksadıyla Mekke'ye giderken Tebriz'e uğradı. Burada Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan'dan büyük ilgi gördü ve elçilik göreviyle Fatih Sultan Mehmed katına gönderildi. İlmine hayran olan Fatih'in ısrarı üzerine elçilik görevini tamamladıktan sonra İstanbul'a döndü ve yol boyunca büyük törenlerle, armağanlarla karşılandı. Fatih 1473'te Uzun Hasan üzerine yaptığı sefere birlikte götürdüğü Ali Kuşçu'yu dönüşte Ayasofya Medresesi'ne müderris tayin etti. Bu tayin İstanbul'da astronomi ve matematik alanındaki çalışmalara canlılık getirmiş, hatta Ali Kuşçu'nun derslerini ilim adamları dahi takip etmişlerdir.

Ali Kuşçu'nun Fatih zamanında Molla Hüsrev'le birlikte Semaniye medreselerini programını düzenlemeye memur edildiği de rivayet edilmektedir. İstanbul'un boylamını, eskiden belirlenmiş olan 60 derecelik değeri düzeltip 59 derece, enlemini de 41 derece 14 dakika olarak tesbit ettiği bilinmektedir. Fatih Camii'nde de bir basitesi (güneş saati) vardır. Ali Kuşçu 5 Şaban 879'da (15 Aralık 1474) İstanbul'da vefat etti ve Eyüp Sultan Türbesi civarına defnedildi. Yetiştirdiği talebeler arasında torunu Mirim Çelebi ile Molla Lutfi meşhurdur.

Eserleri. Ali Kuşçu'nun daha çok şerh-haşiye türünden olan değişik sahalardaki eserlerini üç grupta toplamak mümkündür:

I-Astronomİ- Matematik:

1. Risale fi'1-Hey'e: Astronomi ile ilgili Farsça bir risale olup Süleymaniye, Nuruosmaniye ve Köprülü kütüphanelerinde nüshaları vardır. Bir mukaddime ve iki "makale"den oluşan risaleyi Molla Perviz Mirkatü's-sema adıyla Türkçeye çevirmiştir. Bu tercümenin bir nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi'ndedir. Ayrıca Muslihuddin-i Lari'nin bu risaleye yaptığı Farsça bir şerhi de bulunmaktadır.

2. Risale fi'i-hisab: Üç makaleden oluşan Farsça bir eserdir. Süleymaniye Kütüphanesi'nde müellif hattı bir nüshası bulunmaktadır.

3. Er-Risaletü'l-fetlıiyye: Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan'a karşı elde ettiği zafer münasebetiyle Fatih'e ithaf edilmiş olan astronomi ile ilgili Arapça bir eserdir. Risaleyi Ali Kuşçu'nun torunu Mirim Çelebi ile talebesi Sinan Paşa ayrı ayrı şerhetmişlerdir. Eserin, Kanuni'nin emri üzerine 1548 yılında Halep'te Hulasatü'l-hey'e adıyla Ali b. Hüseyin, 1824 yılında da Mir'atü'l - alem adıyla Mühendishane-i Hümayun baş müderrisi Seyyid Ali Paşa tarafından yapılmış Türkçe tercümeleri de vardır. Bu eserin yukarıda adı geçen Farsça Risale fi'l hey'e'nin Arapça tercümesi olup olmadığı konusu tartışmalıdır. er-Risaletü'l fethiyye'nin Süleymaniye ve Nuruosmaniye kütüphanelerinde birçok nüshası mevcuttur.

4. er-Risaletü'l-Muhammediyye: Ali Kuşçu'nun Arapça olarak kaleme alıp Fatih'e ithaf ettiği hesap ilmi ile ilgili bu eseri bir mukaddime ve beş makaleden ibarettir.Eserdeki makale sayısı, Farsça Risale fi'l-hisab'dan fazladır. Bu iki risalenin birbirinin tercümesi olup olmadığı konusu da tartışmalıdır. Risalenin Süleymaniye Kütüphanesi'nde biri müellif hattı olmak üzere çeşitli yazma nüshaları vardır.

5. Şerh-i Zic-i Ulug Beg: Farsça bir şerh olup tertip açısından bir zic için gerekli bütün bilgileri ihtiva etmektedir. İstanbul Kandilli Rasathanesi kütüphanelerinde birer nüshası bulunmaktadır.

6. Şerhu't- Tuhfeti'ş-şahiyye: Kutbüddin Mahmud b. Mes'ud eş-Şirazi'nin astronomiyle ilgili et-Tuhfetü 'ş-şahiyye adlı eserinin şerhidir. Süleymaniye Kütüphanesi'nde bir nüshası tesbit edilmiştir. Şerhin Ali Kuşçu'ya ait olduğuna dair metinde herhangi bir işaret yoktur. Tabakat kitaplarında da Ali Kuşçu'ya böyle bir şerh nisbet edilmemiştir. Yalnız söz konusu nüshanın ilk varağının üst tarafında Ali Kuşçu'ya ait olduğu kaydedilmiş bulunmaktadır.

II-Kelam ve Usul-i Fıkıh:

1. Eş-Şerhu'l-cedid ale't-Tecrid: Nasurüddun-i Tusi'nin kelam ilmi alanında pek meşhur olan, birçok şerh ve haşiyesi bulunan Tecridü'l-kelam adlı eserinin şerhi olup bunun üzerine de epeyce haşiye kaleme alınmıştır. Celaleddin ed-Devvani ile Sadreddin-i Şirazi söz konusu şerh üzerine yazdıkları haşiyelerle aralarında ilmi tartışmaya girmişler, bu sebeple de aynı kitaba birden fazla haşiye yazarak itiraz ve cevap mahiyetindeki tartışmalarını sürdürmüşlerdir.Şerhin Süleymaniye Kütüphanesi'nde birçok yazma nüshası bulunduğu gibi Köprülü, Nuruosmaniye ve Kayseri Raşid Efendi kütüphanelerinde de nüshaları mevcuttur. Kitap ayrıca basılmıştır.(Tebriz 1301)

2. Haşiye ale'tTelvih: Sadrüşşeria'nın fıkıh usulüne dair Tenkihu'l-usul'ü üzerine Taftazani tarafından yapılan et-Telvih adlı şerhin haşiyesi olup bir tek nüshası tesbit edilebilmiştir.

III-Dİl-Gramer:

1. Şerhu'r-Risaleti'l-vaz'iyye. Adudüddin el-İci'nin vaz' ilmine dair risalesinin şerhidir; Süleymaniye Kütüphanesi'nde birçok yazma nüshası bulunmaktadır. Ayrıca Köprülü, Ragıb Paşa, İstanbul Üniversitesi ) ve Kayseri Raşid Efendi kütüphanelerinde de nüshaları vardır. Şerh üzerine Seyyid Hafız tarafından bir de haşiye yazılmıştır. Bu haşiye, şerh ve metinle birlikte birkaç defa basılmıştır.

2. Risale fi vaz'i'l-müfredat: Müstakil küçük bir risale olup birçok yazma nüshası vardır.

3. Unkudü'z-zevahir: Lugat, sarf ve iştikakla ilgili olan bu eser Kahire ve İstanbul'da basılmıştır. Ayrıca Süleymaniye ve Nuruosmaniye kütüphanelerinde yazma nüshaları mevcuttur. Eser Müftüzade Abdurrahim tarafından şerhedilmiştir.

4. Şerhu'ş-Şafiye li'bni'l-Hacib: Farsça bir eser olup burada eş-Şafiye'nin bazı yerleri şerhedilmiştir. Köprülü Kütüphanesi'ndeki mecmuada bulunan eş-Şafiye'nin sonundaki Farsça risale muhtemelen bu şerhtir.

5. Fa'ide li-tahkiki lami't-tarif: Harf-i tarifin bazı özellikleri üzerinde duran tek varaktan ibaret bir risale olup Köprülü ve Süleymaniye kütüphanelerinde nüshaları mevcuttur.

(Müslüman Bilim Adamları - Akit - Ülkü KUMRAL)
(T.D.V. İslam Ansiklopedisi)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
AHMED BİN MUSA


Sistem Mühendisi

İnsanoğlu, çevresine, dağlara, güneşe, ay'a, yıldızlara baktığında bunların muntazam bir şekilde yerleştirildiğini, saniye şaşmayan doğuş ve batışlarını fark etmemesi mümkün değildir. Bu intizam, insanın bir ve tek olan Allah (cc)'a imanını gerektirir. İşte bu nizam, bu uçsuz bucaksız uzay boşluğu, birçok kişinin zihnini kurcalamış ve buraları araştırmaya sevketmiştir. Bu, aynı zamanda astronominin de kaynağını oluşturmuştur.

Astronomi sahasında zirveye ulaşmış pek çok Müslüman alimleri mevcuttur. Bunlardan ilk olanlar içinde sayabileceği*miz başta Musa b. Şakir ve üç oğlu. Bu üç kardeşten biri Ahmet bin Musadır. Ahmed bin Musa, babasının büyük bir astronomi alimi olması, kardeşlerinin de kendisi gibi ilimle uğraşmaları, Halife me'mun tarafından himaye ve desteklenmesi çalışmalarında başarıya ulaşmasında katkı sağlamıştır. Ayrıca Halife'nin astronomi Yahya bin Ebi Mansur'dan dersler aldı. Zamanının ilimlerini iyice öğrendi. Çocukluktan beri ilimle yoğruldu. Kardeşi Muhammed'le beraber önemli bazı yıldızların günlük doğuş ve batışlarını ve değişikliklerini hesaplamıştı. Bu çalışmalarını doğru çalışan bir cihaza uyguladı.

İbnı Habban el-Taberı bu aleti görmüş, hayranlıkla seyretmiş ve düşüncelerini şu şekilde dile getirmiştir:Musa bin Şakiroğulları'ndan astronom ve teknisyen Muhammed ve Ahmed kardeşlerin yaptıkları cihazı gördüm.

Samara'daki rasathanenin önüne kurulmuş olan bu cihaz bakırdan yapılmıştı.Bir küre şeklinde olan cihazın üzerinde gök küredeki yıldızların resimleri ve isimleri bulunuyordu.

Gökyüzündeki bir yıldız batmaya başlayınca, o yıldızın kürenin üzerindeki resmi ve yıldızın ismi, yıldızla beraber, cihazın üzerindeki ufuk çizgisini gösteren çizginin altına doğru batarak, gökyüzündeki yıldızla aynı anda ve aynı şekilde kayboluyordu. Aynı yıldızın gökyüzünde görülme vakti geldiğinde; yıldızın resmi ve ismi ufuk çizgisinin üzerine çıkıyordu. Her göreni hayretler içinde bırakan ve hiç kimsenin müdahalesi olmadan faaliyete geçen bu cihazın su kuvvetli ile çalıştığını öğrendim.

Musaoğullan'ndan üç kardeşin ortancası olan Ahmed Bin Musa, matematik ve astronominin dışında teknik alanda, özellikle de mekanikle ilgili çalışmalarıyla tanınmıştır.Ahmed bin Musa, kardeşleriyle birlikte Halife Memun tarafından, daha önce Sabit bin Kurra'nın, dünyanın çevresini doğru ölçüp ölçmediğini kontrol etmek için görevlendirilir. Üç kardeş, Sincan'da ve Kûfe'de yaptıkları ölçümler ve hesaplar sonunda, Sabit bin Kurra'nın bulduğu rakamı bulurlar.

O dönemde henüz çocuk denecek yaşta bulunan Musaoğullan'nın böyle bir işin altından kalkmaları, bazı çevrelerce şüpheli bulunmaktaysa da, gerek ilim, gerek fıkıh alanında buna yakın başarılar gösteren çocuk yaştaki İslâm alimlerine rastlandığı reddedilemeyecek bir gerçektir.

Ahmed bin muşa, mekanisyen birisiydi. Ailenin tekniğe en düşkün, ev ve ev aletleri yapmada üstün kabiliyetli bir evlâdıydı. O kendi kendine harekete geçen otomatik aletlerin planlarını çizdi. Ne kardeşi Muhammed ona yetişebildi, ne de kendisinden önce yaşayan Heron, onun elde ettiği neticeler zamanına göre gerçekten bir harikaydı.Otomatik alanda yapmış olduğu aletler insanın ihtiyaç duyduğu bütün alanlarda kullanılan, hatta çocukların oynayacakları oyuncakları da kapsamaktaydı.

Ömrünü ilmi çalışmalara adayan Ahmed bin Musa, ağabeyi Muhammed' in ölümünden 6 sene sonra Milâdi 878 yılında vefat etmiştir. Yapmış olduğu mekanik aletlerden bir kısmı şunlardır:

1- Fitilleri yandıkça kendi kendine çıkan, haznelerine otomatik olarak yağ akan ve rüzgârda sönmeyen kandiller.

2- Bahçe ve tarlaların sulanmasında kullanılan, sulamanın tamamlandığını düdük çalarak haber veren (düdüklü tencere benzeri) aletler.

3- Her seferinde istenilen miktarda belli aralıklarla, ihtiyaca göre karışık veya ayrı ayrı su akıtabilen testiler, ibrikler ve banyo kapları.

4- Küçükbaş hayvanların su içebileceği otomatik kontrol sistemli tekne*ler.

5- Daima değişik figürlerle su fışkırtan fıskiyeler.

6- İhtiyaca göre karışık veya ayrı su akıtabilen şişeler.

7- Sıvıların izafi ağırlıklarını hesaplayan kaplar.

8- Boşalır boşalmaz yerine hemen su dolduran kaplar.

Bunlar, Ahmed bin Musa'nın yapmış oldukları aletlerden bir kısmı olup, bunlardan başka günlük hayatımızda kullandığımız pek çok alet yapmıştır. Bu aletlerini uzun ve genişçe "Kitab-ül hiyl" adlı eserinde tarif eder.

ESERLERİ

1- Ahmet bin Musa'nın mekanikle ilgili konulan içeren Kitabü'l-Hiyel isimli eseri günümüzdeki sistem mühendisliğine yakın bir anlayışla kaleme alınmış ve kendi alanında yazılmış ilk eser. Eserde resimleriyle çalışma şekillerine yer veren 100 kadar otomatik alet bulunmaktadır.

Eser, teknik ilimler sahasında yazılan en eski eserlerden biridir. Otomatik kontrol sahasında yazılan ilk eserlerdendir. Kitab'ül Hiyel'de verilen otomatik kontrol sistemleri teknik yönden mükemmel, bugün pratikte hâlâ kullanılan türden sistemlerdir. Sade oluşları, uygulanmış olduklarının bir delilidir. Eser, günümüz otomatik kontrol sistemi açısından son derece önemli bir eserdir.

Kitab-ül Hiyel'in bugün dünya kütüphanelerinde 3 nüshası bulunmaktadır. Vatikan, Berlin ve Topkapı nüshaları, Topkapı'daki en eski nüshadır. Başı ve sonu eksip olup, 3474 numarada kayıtlıdır.

2- Sabit yıldızlar küresinin dışında dokuzuncu kürenin bulunmadığının geometrik ispatı.

3- Sanad bin Ali'ye sual.

4- Kendi kendine müzik yapan aletler.

Bu son üç eser günümüze kadar gelememiştir.


(Bilime Yön veren İslam Alimleri 1/48-51)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABDURRAHMAN CÂMİ

Nakşibendî tarikatına mensup İranlı âlim ve şair.

Nuruddin Abdurrahman b. Nizamiddin Ahmed b. Muhammed el-Cami. 23 şaban 817' de (7 Kasım 1414) Horasan'ın Cam şehrinin Harcird kasabasında doğdu. Daha çok Molla Cami unvanıyla tanınır. Birinci divanının mukaddimesinde Câm şehrine nisbetle ve Ahmed-i Namekiyi Cami'nin (ö. 536/ 1141) hatırasına saygısının bir ifadesi olarak Câmi mahlasını aldığını söyler.

İsfahan'dan Horasan'a göç eden dedesi Şemseddin Muhammed, burada İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybani (ö. 189/ 805) neslinden gelen birinin kızıyla evlenmiş, bu evlilikten babası Nizameddin Ahmed dünyaya gelmiştir. Câmi ilk tahsiline babasının yanında başladı. Babası Herat'a gidip Nizamiye Medresesi'ne müderris olunca (823/ 1420) öğrenimini orada sürdürdü. Devrinin meşhur âlimlerinden Mevlana Cüneyd-i Usûli'den Arap dili ve edebiyatının temel eserlerini okudu. Ardından Seyyid Şerif el-Cürcani'nin öğrencisi Ali es-Semerkandi ile Teftazani'nin öğrencisi Şehabeddin Muhammed el-Cacermi gibi ünlü bilginlerin derslerine devam etti. Daha sonra Uluğ Bey zamanında büyük bir ilim merkezi haline gelen Semerkant'a giderek orada dokuz yıl kaldı. Uluğ Bey Medresesi'nde Bursalı Kadızade-i Rümi'den (ö. 841/1437) riyaziyyat dersleri aldı. Bu arada Mevlana Fethullah-ı Tebrizi'nin derslerinden de faydalandı. Keskin zekâsı, yeteneği, ilmi meseleleri anlatma gücü ve görüşünü çok açık olarak ortaya koyabilme kabiliyeti sayesinde herkesin hayranlığını kazandı. Kâşifi, Reşahat'ta Câmi'nin tahsiliyle ilgili hayret verici hatıralar nakleder. Ünlü astronomi ve matematik âlimi Ali Kuşçu Herat'a gittiğinde Câmi'ye astronomiyle ilgili zor sorular sormuş, cevabını hemen alınca hayranlığını gizleyememiş, onunla riyazi meseleler üzerinde çalışmalar yapmış ve kendisini takdir etmişti.

Genç yaşta döneminin bütün ilimlerine vakıf olmasına rağmen bu ilimler Câmi'yi tatmin etmedi. Semerkant dönüşünde Nakşibendî şeyhlerinden Sa'deddin-i Kaşgari'ye intisap etti. Onun vefatından sonra (860/ 1456) halefi Hace Ubeydullah Ahrar'a bağlandı. Ubeydullah ile birkaç defa görüştü. Ayrıca mektuplaşmak suretiyle kendisiyle devamlı temasta bulundu. Manzum ve mensur eserlerinin çeşitli yerlerinde onu her fırsatta öven Câmi ölümünde de (895/1490) uzunca bir mersiye kaleme aldı. Ubeydullah Ahrar'ın Câmi üzerindeki tesirinin diğer Nakşi şeyhlerinden daha fazla olduğunda şüphe yoktur.


Câmi 877'de (1472) hacca gitmek için Herat'tan ayrıldı. Bu yolculuk sırasında Bağdat'ta iken bazı Şiiler Silsiletü'z-zeheb mesnevisinin Ehl-i beyt sevgisiyle ilgili bölümünü tahrif ederek Câmi'nin aleyhinde kullanmak istedilerse de Câmi Ehl-i beyti sevmenin Kur'an'ın emri olduğunu söyledi ve Silsiletü'z-zeheb'in Ehl-i beyt'le ilgili bölümlerini okuyarak muarızlarını susturdu, orada bulunan alimlerin takdirini kazandı. Hac dönüşünde Tebrize gitti. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan'ın Tebriz'de kalmasını istemesine rağmen oradan ayrıldı. 18 Şaban 878 (8 Ocak 1474) tarihinde Herat'a döndü. Burada Sultan Hüseyin Baykara'nın kendisi için yaptırdığı medresede Arap dili ve edebiyatı, hadis ve tefsir dersleri okuttu. 18 Muharrem 898 (9 Kasım 1492) cuma günü Herat'ta vefat etti. Cenazesi, başta Hüseyin Baykara ve Ali Şir Nevai olmak üzere devrin bütün ileri gelenlerinin iştirakiyle kaldırıldı, şeyhi Sa'deddin-i Kaşgari'nin kabrinin yanına defnedildi.

Ali Şir Nevai, Câmi'nin vefatından sonra terkibibend tarzında uzun bir mersi ye yazmış, ayrıca hayatına dair Hamsetü'l-mütehayyirin adlı bir eser kaleme almıştır, Müridlerinden Süheyli de uzun bir mersiye yazarak onun kaybından duyduğu üzüntüyü ifade etmiştir.

Câmi'nin ilk evliliği hakkında bilgi yoktur. Bir manzumesinden onun aile fertlerinin hepsini kaybettiği, bu olaydan sonra bir süre yalnız yaşadığı anlaşılmaktadır. Daha sonra mürşidi Sa'deddin-i Kaşgari'nin büyük oğlu Hace Kelan'ın iki kızından biriyle kendisi, diğeriyle de Reşahat'ın müellifi Fahreddin Ali Safi evlenmiştir, Kaynaklarda Mevlana Muhammed adlı şair, alim ve fazıl bir kardeşinin bulunduğu, tarih ve musiki dalında üstat olduğu zikredilmekte, Cami de onun genç yaşta ölümü üzerine yazdığı mersiyede bu bilgiyi doğrulamaktadır.

Öğrenim hayatı Mirza Şahruh'un saltanat döneminde (1404-1446) geçen Câmi'nin Timurlu sarayı ile temas kurması Mirza Ebu'l-Kasım Babür devrine (1448- 1457) rastlar. Babür'e muamma ile ilgili bir eserini ithaf eden Cami, daha sonra Sultan Ebu Said döneminde (1451-1468) ilk divanını tertip edip bazı tasavvufi risaleler kaleme aldı. Onun sanat hayatının, ilmi ve manevi otoritesinin zirvede olduğu yıllar Hüseyin Baykara dönemidir (1470-1505). Bütün sultanların ve saray ileri gelenlerinin kendisine sonsuz hürmeti olmasına rağmen hiçbir zaman hükümdarlara hoş görünmeye çalışmamıştır. Câmi, ilim ve sanat hamisi Hüseyin Baykara gibi hükümdarları övmekle birlikte asla aşırılığa kaçmamış, methettiği kişileri hayra teşvik edici ve eğitici bir üslup kullanmıştır, Sultan Hüseyin Baykara da kendi devrinin âlim ve şairlerini anlattığı risalesinde Cami'den büyük bir övgüyle bahseder.

Câmi sadece Maveraünnehir ve Horasan'da tanınmakla kalmamış, Hindistan'dan Balkanlar'a kadar uzanan geniş bir alanda sultanların, âlimlerin ve şairlerin saygısını kazanmıştır. Fatih Sultan Mehmed, Câmi'yi hacdan dönerken İstanbul'a davet etmek için Hoca Ataullah Kirmani'yi 5000 altın hediye ile Halep'e gönderdiyse de Kirmani varmadan az önce Cami oradan ayrılmış olduğundan bu davet gerçekleşmemiştir. Fatih ikinci defa yine değerli hediyelerle Câmi'ye bir elçi gönderip ondan kelamcılar, felsefeciler ve mutasavvıfların görüşlerini mukayese eden bir eser yazmasını istemiş, bunun üzerine Câmi ed-Dürretü'1-fahire adlı eserini kaleme almış, ancak eser kendisine sunulmak üzere gönderildiğinde Fatih vefat etmişti. Câmi'nin divanında Fatih Sultan Mehmed'in fetihlerini anlatan mesnevi tarzında bir şiiri yer almaktadır.

Fatih'in oğlu II. Bayezid ile Câmi arasında karşılıklı yazılmış mektuplar, sultanın ona karşı beslediği saygı ve sevgiyi açıkça göstermektedir. Cami II. Bayezid'in bir mektubuna bir kaside ile cevap vermiş, başka bir kasidesinde de övmüştür. Silsiletü'z-zeheb'in üçüncü kısmını yine II. Bayezid adına telif etmiştir. Eserlerinden, onun Karakoyunlu Cihan Şah ile Akkoyunlu Uzun Hasan ve Yakub Bey gibi hükümdarlarla da dostane münasebetleri olduğu anlaşılmaktadır.

Câmi'nin, Baykara devrinin emirlerinden Ali Şir Nevai ve Süheyli gibi şairlerle de yakın dostluğu vardı. Nevai ve Süheyli onun müridleri arasında bulunuyordu. Cami Nevai'yi sevip takdir ettiğini her vesile ile açıklamış. Hıredrume-i İskenderi adlı mesnevisinin hatimesinde onu övmüş, Nevai de mesnevilerinde Cami'yi saygıyla anmıştır. Müridlerinin en meşhuru olan Abdülgafür-i Lari, mürşidinin Nefehat'ına yazdığı haşiyeye Tekmile-i Nefehatü'l-üns adını vermiştir. Bu eser Cami'nin hayatı ve şahsiyeti hakkında önemli bir kaynaktır.

Gençlik yıllarından hayatının sonuna kadar daima öğrenmek ve öğretmekten zevk alan Câmi, bu asil meşgaleden bir an bile geri kalmamıştır. Onun, vefatından birkaç ay önce oğlu için hazırladığı el-Feva'idü'i-Ziyaiyye adlı Arapça gramer kitabı bunun bir delilidir. Bir rubaisinde dünyada kitaptan daha güzel arkadaş ve dert ortağı bulunmadığını ifade etmektedir.

Divanında ve mesnevilerinde nazmın nesirden daha üstün olduğunu, iyi ve kötü şiirin niteliklerini, şiirin nasıl olması gerektiğini açıklamış, günümüz anlayışına uygun şiir tenkidi" metodunu kullanarak isabetli değerlendirmeler yapmıştır. Bir mesnevisinde ilgi duyduğu şiir türlerinden söz ederek sonunda mesnevide karar kıldığını belirten ve mesnevi türündeki üstatlarının adlarını saygıyla anan Câmi, nesrin ve şiirin şeriata uygunlukları nisbetinde gerçeklerin ortaya konulmasında çok etkili vasıtalar olduklarını, aksi halde de bütün kötülüklerin kaynağı olacaklarını söyler. Ona göre şiir insanlara doğru yolu göstermek için kullanılmalı, şahsi menfaatlere alet edilmemelidir.

Fars şiirinin en büyük üstatlarının sonuncusu sayılan Câmi, üstün şairlik kabiliyeti yanında dini, edebi ve akli ilimlerle tasavvuftaki derin vukufundan bütün şiirlerinde, mesnevilerinde ve özellikle tasavvufi mesnevilerinde geniş bir şekilde faydalanmış, ele aldığı konuları çok rahat ve sade bir dille anlatma gücünü göstermiştir. Onun "Hint üslübu" (sebk-i Hindi) diye anılan şiir akımının ilk öncülerinden biri olduğu ileri sürülmektedir.

Câmi'nin başlıca edebi eserleri Farsçadır. Ayrıca Arapça eserler de yazmış, bu dile olan hakimiyetini Arap şairlerinden Ferezdak'ın bir kasidesini manzum olarak Farsça'ya çevirerek de göstermiştir.

Mensup olduğu Türk muhiti dolayısıyla Türklerle çok sıkı münasebeti bulunan Cami'nin eserleri daha sağlığında bütün Türk âlemine yayılmış, o devrin âlim ve şairlerinin ilgisini çekmiştir. Önemli eserlerinin Türkçeye çevrilmiş olması onun Türk edebiyatı üzerindeki tesirini göstermektedir.

Tahsilini Semerkant ve Herat gibi ilim merkezlerinde Eşari mezhebi kelamcılarıyla Safi fıkhı esaslarına göre tamamlayan Câmi, İtikadname adlı mesnevisinde İslam esaslarını Ehl-i sünnet inançlarına göre açıklayarak kendisinin de bu görüşte olduğunu göstermiştir. Samimi bir mutasavvıf olan ve bunu yaşadığı örnek hayatla gösteren Câmi, şeyhi Sa'deddin-i Kaşgari'den irşad izni aldığı halde bir tekkede şeyhlik yapmak yerine medresede ders verip talebe yetiştirmeyi tercih etmiştir. "Kendisinden ancak işe yarar iki söz işittim" diyerek hafife aldığı üstatlarından Cacermi onun tasavvufa intisap etmesini esefle karşıladığını ifade eder. Câmi'nin tarikat silsilesi Sadeddin-i Kaşgari, Nizameddin Hamuş, Alaeddin Attar vasıtasıyla Nakşibendiyye tarikatının kurucusu Bahaeddin Nakşibend'e ulaşır. Şeyhi Kaşgari'nin yanı sıra Muhammed Parsa, Ubeydullah Ahrar, Mevlana Fahreddin Luristanı, Bahaeddin Ömer Bağıstani gibi devrinin önde gelen Nakşi şeyhleriyle yakın ilişkiler kurmuş, bunlardan Muhammed Parsa ve Ubeydullah Ahrar'a özel bir ilgi duymuştur. Câmi'nin Nakşibendi tarikatına mensup oluşu diğer tarikat mensuplarından faydalanmasına engel olmamış, vahdet-i vücudcu mutasavvıflara adeta hayran olarak onların eserlerini şerh ve telhis etmiştir.

Muhyiddin İbnü'l -Arabî ile İbnü'l- Fariz tarafından işlenen ve vahdet-i vücudu esas alan tasavvuf anlayışı, XV. yüzyılda Doğu İslam dünyasında bir hayli yayılmış olan ve Timurlular tarafından da himaye edilen Nakşibendiyye tarikatının tasavvuf anlayışı ile Cami vasıtasıyla kaynaştırılmıştır. İbnü'l-Arabi'nin Fususu'l-hikem'ini şerheden, daha sonra Nakşü'l-Fusus adıyla özetleyen, İbnü'l-Fariz'ın kasidesine şerh yazan, Mevlana'nın Mesnevi'sindeki ilk iki beyti açıklamak için bir risale kaleme alan, Fahreddin-i Iraki'nin Lemaât'ını Eşi'atü'l- Lemaat adıyla şerheden Câmi, öte yandan Sühanan-ı Hace Parsa gibi Nakşi şeyhleriyle ilgili bir eser yazmak suretiyle Doğu ve Batı tasavvuflarının sentezini yapmıştır. Cami gibi cesur, hamleci, coşkun ve atak ruhlu kişiler sayesinde Nakşibendiyye tasavvuf tarihinin en değerli ürünlerini vermeye uygun bir ortam oluşturmuştur. Bu tarikattan söz edildiğinde akla hemen İmam-ı Rabbani geldiği halde onun kadar, belki de ondan daha ehemmiyetli bir şahsiyet olan Câmi'nin unutulması, üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Zira bugün Câmi, eskiden medreselerde okutulan bir gramer kitabı (Molla Câmi) sayesinde tanınmaktadır.

Câmi tasavvuf ve irfanın zor meselelerini bir âlime yaraşır tarzda sade bir anlatımla açıklamış, bu mesleği en yüksek seviyede temsil etmiştir. Hace Ubeydullah Ahrar'ı anlattığı bölümün sonunda. 'Hacegan tarikatına mensup büyük şahsiyetlerin, bilhassa Bahaeddin Nakşibend ve arkadaşlarının söz ve davranışları ile tarikattaki metotları incelendiğinde bunların Ehl-i sünnet mezhebi akidesine tamamıyla bağlı oldukları, şeriat ve sünnete uygun bir yol tuttukları açıkça anlaşılmaktadır." diyerek bu konuda kendi görüşünü de ortaya koymuştur. Tasavvufun filozof ve kelamcıların mesleklerinden daha üstün olduğunu söyleyen Câmi'ye göre insanı ebedi saadete ulaştıracak şey ancak gerçek aşktır. Varlık âlemindeki bütün oluş ve tezahürlerde cilveleşen "aşk sultanı"dır. Seven de sevilen de her mertebede Hakk'ın kendisidir. Mutlak aşk bütün mazharlardan parlamakta, her idrak ve şuurda belirmekte ve kâinattaki her bir varlıkta Allah'ın birliğinin delilleri müşahede edilmektedir. Cami, saf zihinleri bulandırmak isteyen sufi kılığındaki cahillerden ateşten kaçar gibi kaçmak gerektiğine dikkat çeker ve bunların tuzağına düşmemek için gerçek tasavvufun ve hakiki sufinin özelliklerini anlatır.

(Devam edecek..)

(T.D.V. İslam Ans.7 / 95-99)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABDURRAHMAN CÂMİ

(Devamı..)

Eserleri:
Kaynaklarda Câmi'nin Farsça ve Arapça kırk beşin üzerinde eseri bulunduğu zikredilmektedir. Ancak bunların bir kısmı günümüze ulaşmamıştır. Eserlerinin konusunu tasavvuf, edebiyat, edebi ve dini ilimler teşkil eder. Cami, tasavvufa dair yazdığı müstakil risale ve kitapları yanında tasavvufi görüşlerini bütün manzum ve mensur eserlerine serpiştirmiştir. Bu bakımdan eserlerinin konu itibariyle tasnife tabi tutulması oldukça güçtür.


A) Manzum Eserleri.

1. Divanları. Cami, müstakil mesnevileri dışındaki kaside, terciibend, terkibibend, gazel, kısa mesnevi, kıta, rubai ve muammalardan ibaret olan şiirlerini üç divanda toplamıştır. Ali Şir Nevai'nin arzusu üzerine bu divanların her birini yazıldıkları dönemleri belirtecek şekilde adlandırmış, birincisine oldukça uzun olmak üzere her üç divana birer mukaddime yazmıştır. Bu mukaddimelerde nesir ve şiir halinde ifade edilen sözün öneminden bahsederek nesir yazarlığı gibi şairliğin de asla vazgeçilmesi mümkün olmayan işlerden biri olduğunu söylemiş, şiir ve edebiyatın değerini ayet ve hadislerden deliller getirmek suretiyle ispata çalışmıştır. Fatihatü'ş-şebab adını verdiği ilk divanı 884 (1479) yılında tertip edilmiş olup gençlik yıllarına ait şiirlerini, ertesi yıl düzenlediği Vasıtatü'l- ıkd adlı divanı orta yaş şiirlerini ihtiva eder. Hatimetü'l-hayat adıyla 896 (1491) yılında düzenlediği üçüncü divanı ise yaşlılık dönemi manzumelerinden oluşmaktadır. Câmi, Divanlarında çoğunlukla aşıkane gazeller olmak üzere şuur ve irfan kaynağından süzülmüş hikmetli öğütlerin yer aldığını, insanın dünya ve ahiretini telef edecek alçakların övgüsüne dair bir şey bulunmadığını, sultanlarla ilgili methiyelerin gönül almak ve kendini beğendirmek maksadıyla değil birer zaruret sonucu kaleme alındığını söyler. Câmi'nin divanları İran dışında İstanbul (1284 /1867), Leknev (1876), Kanpur (1890) ve Lahor'da (1933) basılmıştır. Divanların İran'da Hüseyin Pejman'ın önsözüyle yapılan baskısında Câmi'nin bütün şiirleri mevcut değildir. Haşim Razi'nin 302 sayfalık mukaddimesiyle birlikte Divan-ı Kamil-i Câmi adıyla yapılan baskı ise Cami'nin üç divanını da kapsamaktadır. Divanların oldukça eksik olarak Almanca'ya yapılan tercümeleri Leipzig (1855) ve Wien'de (1858) yayımlanmıştır.

2. Heft Evreng. Câmi'nin Silsiletü'z-zeheb, Selamanü Ebsal, Tuhtetü'l- ahrar, Subhatü'l- ebrar

Yüsuf u Züleyha, Leyla vü Mecnun, Hıredname-i İskenderi adlı yedi mesnevisinden oluşan bir eserdir. Çeşitli yazma nüshaları bulunan eser Murtaza Müderris-i Gnani tarafından neşredilmiştir.

3. Hadisi Erbain. Çihl Hadis diye de anılan bu risale, kırk hadisin Farsça manzum tercümelerinden ibarettir. Eser Erba'in adıyla Tahran'da (1295) taş basması olarak neşredilmiştir

4. Risale-i Terceme-i Kelimat-ı Kudsiyye. Hz. Ali'nin bazı sözlerinin manzum tercümeleridir

5. Risale-i Sagir der Mu'amma. 890 (1475) yılında yazılan eserin Bihişti Ramazan Efendi tarafından Şerh-i Manzume-i Muamma adıyla yapılan Türkçe şerhi 977'- de (1569-70) tamamlanmıştır.


B) Mensur Eserleri.

1.Nefehatü'1-üns. Câmi'nin, erkek ve kadın büyük sufilerin hal tercümeleriyle tasavvufi terimlerin açıklamalarını ihtiva eden en önemli eseridir. Birçok yazma nüshası bulunan eser, Lamiî Çelebi tarafından çeşitli ilavelerle Türkçe'ye tercüme edilmiştir.

2.Nakdü'n-nusus ii' şerhi Nakşi'l-Fusüs. Câmi, Muhyiddin İbnü'l-Arabi'nin meşhur eseri Fususü'l -hikem'i Nakşül-Fusus adıyla ihtisar etmiş, daha sonra Farsça olarak Nakdü'n-nusüs adıyla şerhetmiştir. Önce FusüsüI-hikem'deki terimlerle prensipler anlatılmış. daha sonra eserin bölümleri belli bir tertibe göre şerhedilmiştir. Telifi 863 (1459) yılında tamamlanan ve çeşitli baskıları olan eser son olarak W. C. Chittikk tarafından yayımlanmıştır.

3.Şerhu Fusüsü'l-hikem. Fusüsü'l- hikem 'in Arapça şerhi olup 896 (1491) yılında kaleme alınmıştır. Eser. Abdülgani en - Nablusi' nin Şerhu Cevahiri'n-Nusüs fi halli kelimati'l-Fusus adlı eserinin kenarında basılmıştır.

4.Eşi'atül-Lema'ât. Şerh-i Lema'at olarak da anılan bu kitap. Fahreddin-i Iraki'nin Lema'at adlı eserinin şerhidir. Cami'nin Ali Şir Nevai'nin isteği üzerine yaptığı bu şerh 886 (1481) yılında tamamlanmıştır. Çok sayıda yazma nüshası bulunan eser ayrıca Tahran'da basılmıştır

5.Leva'ih. Farsça secili nesirle kısa makaleler halinde yazılmış olup tasavvufi konuları ihtiva eden eserin 870 (1465) yılında telif edildiği sanılmaktadır. Birçok yazma nüshası bulunan eser İstanbul (1312), Leknev (1880, 1936) ve Tahran'da (1312) neşredilmiştir. Leva'ih, E. H. Whinfield ile Mirza Muhammed Kazvini tarafından Levaih Treatise of Sufism adıyla İngilizce'ye (Londra 1928) ve sadece ilk bölümü Türkçeye çevrilmiştir (İstanbul 1291).
6.Risale-i Tehliliyye. Kelime-i tevhid hakkında kaleme alınan bir risaledir

7.Sühanan-ı Hace Parsa. Nakşibendi Şeyhi Muhammed Parsa'nın eserlerindeki bazı sözlerden derlenmiş bir risaledir

8.Risale fi'l-vücud. Varlığın mahiyeti ve Allah'ın varlığının ispatına dair bir eser olup N. L. Heer tarafından Arapça metni ve İngilizce tercümesiyle birlikte

9. Serrişte-i Tarik-i Hacegan. Risale fi zikr adıyla da anılan eser, Nakşibendi esaslarına göre zikirden ve kulun bununla Allah'a yönelmesinden bahseder.

10. Tefsi'rü'l- Kur'an. Ftiha 'dan itibaren Bakara süresinin 23. yetine kadar olan kısmın tefsiridir. Önsözünden anlaşıldığına göre Cami Kur'n-ı Kerim'in tamamını tefsir etmeyi düşünmüş, ancak eserini tamamlayamamıştır. 883 (1478) yılından sonra telif edilen eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.

11. Risale-i Şerh-i Hadis. Ebu Zer el-Ukayli'nin rivayet ettiği bir hadisin şerhidir.

12. Risale der Menasikül-hac. Câmi bu eserini hacca giderken kısa bir süre kaldığı Bağdat'ta 22 Şaban 877 (22 Ocak 1473) tarihinde tamamlamıştır. Bir girişle yedi bölümden oluşan eserin son kısmı Arapçadır. Çeşitli kütüphanelerde yazma nüshaları mevcuttur.

13. Şevahidü'n-nübüvve. Peygamberliğin delilleri ve Hz. Peygamber'in risaletinden, Ehl-i beyt, sahabe ve tabiinden başlayarak din büyüklerinin hayat ve faziletlerinden bahseden eseri Câmi, Ali Sir Nevai'nin arzusu üzerine 885 (1480) yılında telif etmiştir. Nefehatü'l-üns'ü tamamlar mahiyette olan kitabın henüz ilmi bir neşri yapılmamıştır. Hindistan (1279, 1288) ve Leknev'de (1876, 1882) basılan eseri Lamii Çelebi Terceme-i Şevahidü'n-rıübüvve adıyla Türkçeye çevirmiştir.

14. Baharistan. Sa'di'nin Gülistan'ı örnek alınarak yazılmış Farsça ahlaki ve edebi bir eser olup M. Nuri Gencosman tarafından aynı adla Türkçeye tercüme edilmiştir (İstanbul 1949).

15. el-Feva'idü'z-ziya'iyye. Hayatta kalan tek oğlu Ziyaeddin Yusuf için kaleme aldığı bu eser. Cemaleddin İbnü'l-Hacib'in el-Kafiye'sinin şerhidir. Telifi 11 Ramazan 897'de (7 Temmuz 1492) tamamlanan ve Şerh-i Molla Câmi, Molla Câmi veya sadece Câmi adlarıyla anılan Arap gramerine dair bu eser. Türk medreselerinde son zamanlara kadar ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu şerhin de Haşiyeleri yapılmış, Terceme-i Feva'idü'z-ziya'iyye adıyla Abbas Kulı Sipihr tarafından 1282'de (1865) Farsçaya çevrilmiştir

16. Risale der İlm-i Kafiye. Risale-i Kafiye olarak da anılan eserde redif ve kafiyenin tarifinden sonra kafiye ilmine ait terimler açıklanmaktadır.

17. Tecnisü'lluğat. Cinas sanatı hakkında bir risaledir

18. Risale-i Musiki. Musiki nazariyatı hakkındaki bu eser 890 (1485) yılında kaleme alınmıştır.

19. Kitab-ı Şart. Risale-i Şart adıyla da anılan eser Arapçanın sarfını Farsça olarak açıklar.

20. Risale-i Münşe'at. Câmi'nin mektuplarından oluşan bir eserdir. Beş bölüme ayrılan risalede Farsça manzum mektuplar da yer almaktadır. Câmi'nin, çağdaşı olan şeyh, âlim, sultan ve devlet ileri gelenlerine yazdığı bu mektuplar tarihi açıdan da önemlidir. Sadece Mürşe'at adıyla da anılan risale basılmıştır.

21. Risale-i Kübra der Muamma. Câmi'nin muammaya dair yazdığı en büyük risale olup Risale-i Evvel der Muamma adıyla da anılmaktadır.

22. Risale-i Mutavassıt der Muamma

23. Risale der Beyan-ı Kavaid-i Muamma

24. ed - Dürretü 'l- fahire. Kelamcılar, felsefeciler ve mutasavvıfların akidelerinin mukayese ve muhakemesine dair orijinal bir eser olup Fatih Sultan Mehmed'in isteği üzerine 886 (1481) yılında Arapça olarak kaleme alınmıştır. Câmi bu eserinde, asırlarca üzerinde tartışılan Allah'ın varlığı ve birliği, sıfatlarının, ilminin, iradesinin mahiyeti, kelamının kadim ve âlemin ezeli olup olmadığı gibi konuları ilmi usullere uygun olarak incelemiştir.

25. Şerh-i Mimiyye-i Hamriyye-i Fariziyye. İbnü'l-Fariz'ın "Hamriyye" kasidesinin şerhi olup 875 (1470) yılında kaleme alınmıştır

26. Şerh-i Kaside-i Ta'iyye-i Fariziyye. Aynı şairin "Taiyye" kasidesinin şerhidir.

27. Risale der Şerh-i Rubaiyyat. Vahdet-i vücüd hakkındaki çeşitli rubailerin şerhi olup bir mecmua içinde basılmıştır.

28. Risale-i Şerh-i Beyti Hüsrev.

29. Risale-i Şerh-i Beyteyn-i Mesnevi-i Mevlevi. Mesnevi'nin ilk iki beytinin şerhidir.

30. Risâle fi'l-'arûz.

31. Risâle-i Fihrist. Câmi'nin bütün eserlerinin isminin zikredildiği bu fihrist hayatının son yılında hazırlanmış olmalıdır.

(Bitti.)

(T.D.V. İslam Ans.7 / 95-99)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABDULFETTAH EBU GUDDE(1920-2002)

1917'de Suriye'nin Halep şehrinde doğan Abdülfettah Ebu Gudde Hocaefendi, ilk öğrenimini Halep'te, orta öğrenimini Hüsrev aşa Medresesi'nde tamamladı. 1948 yılında el-Ezher'in Şeria Fakültesi'ni bitirdi. EI-Ezher'in Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi'nde "Eğitim Metodolojisi" üzerine ihtisas yaptı. 1961 yılında Şam Üniversitesi Şeria Fakültesi'nde öğretim üyeliğine başladı. 1965 yılında Suudi Arabistan Riyad Şeria Fakültesi'ne intikal etti. 1966 yılında Suriye'ye döndüğünde Baasçılar tarafından hapsedildi. Bir yıl hapiste kaldı. Şeria Fakültesi'nde on yıl profesör unvanıyla Hadis, Hadis Usûlü ve Fıkıh Usûlü dersleri verdi. Öğretim üyeliği yanında Hadis, Hadis Usûlü, Kuran İlimleri, Fıkıh, Fıkıh Usûlü, Akaid, Tasavvuf, Arap Dili ve Edebiyatı, Tarih, Teracim (Bibliyografya) Eğitim ve Öğretim Metodlarıyla ilgili 70'den fazla te'lif veya tahkik eseri neşretti. Uluslararası pekçok konferansa katıldı. İlmi tebliğler sundu. 16 Şubat 1997'de Riyad'da vefat etti. Allah Rahmet etsin. (Amin).

ŞAHSİYETİ

Şevval 1417,16 Şubat 1997 Pazar... Esefle, alemle, acıyla dolu bir gün... Bugün İslâm âleminde bir benzeri daha bulunmayan büyük bir âlimi, değerli bir zatı, kıymetli bir şahsiyeti kaybettik. Büyük muhaddis, fakûı, edîb, hatip, ilim, fıkir ve dâva adamı, edeb, ahlâk ve fazilet timsali muhterem Abdülfettah Ebu Gudde Hocaefendi'yi kaybettik.

O hakikaten Peygamber vârisi olan mübarek âlimlerden biriydi. Onun şahsımda Peygamberimiz (s.a.v)'in "Alimler Peygamberlerin varisleridir" hadis-i şerifinin tecelli ettiğini görüyorduk. O Peygamber varisi bir âlimin müstesna vasıf ve hususiyetlerini taşıyordu.

Elbette Halid bin Velid gibi değerli bir sahabînin neslinden gelen bir zata yaraşan da bu idi. Allah'ın kılıcı, cesur, kahraman ve yiğit sahabinin böyle mübarek, muhterem ve mücahid torunu olacaktı. Rabbine kavuşan bu değerli âlimi, bu salih zatı, bu mübarek şahsiyeti bu duygularla rahmetle anıyor, hayatı, ilmî şahsiyeti ve eserlerini zikrederek rahmete nail olmak istiyoruz...

Mükemmel bir alim. Günümüzde Müslüman gençlik, dört dörtlük bir İslâm âlimi görmek ve tanımak istiyor. Karşısında tarihte olduğu gibi her yönüyle mükemmel olan "hakikî âlim" görmek istiyor. Hani gençlerimiz haksız da değiller...

İslam alimi, ilim adamı olduğu kadar, dâvâ adamı olmalıdır. Araştırmacı ruha sahip olduğu gibi İslâmî yaşayışı ve takvasıyla da örnek olmalıdır. Hem tavizsiz bir şahsiyet, hem de itidal sahibi bir zat olmalıdır. Dünya ve ahiret dengesini kurabilen, ihlaslı ve çalışkan, şuurlu ve cihad ruhlu, tek kelimeyle sahabe-i kiram misali olmalıdır. Zamanımızda böyle mükemmel İslâm âlimleri yok değil, ama sayılan az... Dün ülkemizde ve İslam âleminde böyle değerli âlimler çoktu, ama bugün geçmişe göre maalesef mahrumiyet içindeyiz. Akademisyenlerden, ilim adamlarından pek çoğu takva ve ihlastan mahrum... Takva erbabından pek çoğu ise ilmi araştırma va incelemelere pek değer vermemekte... İlimle takvayı birleştiren âlimlerimiz ise pek fazla değil... Muhterem M. Emin Saraç hocamızın derslerinde sık sık tekrar ettiği bir cümle vardır: "Siz talihsiz bir zamanda dünyaya geldiniz. Siz her şeyi numûne olan hakikî âlimlere yetişemediniz. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Muhammed Zahid el-Kevserî Efendi, Ali Haydar Efendi, Ömer Nasuhî Efendi, Gümülcineli Mustafa Efendi, Bekir Haki Efendi, Mahmud Sami Efendi; Ali Yekta Efendi, Fuat Efendi... ve diğerleri ne mübârek zatlardı!.:

İşte Abdülfettah Ebu Gudde Hocaefendi kendisinde ilimle takvayı birleştiren mübarek bir âlimdi. Değerli İslam Alimi Ebu'l-Hasen en-Nedvi onun hakkında: `İlimlerdeki çeşitliliği, ilmî dirayeti isabetli görüşleri ve himmetinin yüceliği ile selef âlimlerinin hatırası, rabbani, mürebbi âlim' ifadelerini kullanmaktadır.

HADİS, FIKIH VE EDEBİYAT ÜSTADI

İslâmi ilimlerin hemen her birinde (Hadis, Hadis Usulü, Kuran ilimleri, Fıkıh, Fıkıh Usûlü, Akaid, Tasavvuf, Arap Dili ve Edebiyatı vs.) söz sahibi idi. Ancak onun asıl ihtisas alam "Hadis ve Hadis Usulü" idi. Eserlerinin çoğu Hadis, Hadis Usulü, Cerh ve Ta'dil, Teracim gibi hadis ilimlerinde idi. O kelimenin tam anlamıyla "Muhaddis" idi. Hem de dünyada şu anda benzeri pek az bulunan muhaddislerden biriydi. Türkiye, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır, Irak, Fas, Yemen, Pakistan ve Hindistan'da kendisinden ders ve icazet aldığı yüzü aşkın hocaları arasında Muhammed Zahid el-Kevserî, Ahmed Muhammed Şakir, Abdülvehhab Buharî, Ahmed b.Sıddık el-Gumarî, Muhammed Ragıb et-Tabbah gibi muhaddisler çoğunluktaydı.

Ancak Üstad Ebu Gudde hadisle fıkhı birleştirmişti. Ahkam hadislerini şerh etmedeki mahareti bunun açık delili idi. Hem Hanefi, hem Şafii fıkhını tahsil etmişti. Fıkıh'ta hocaları arasında Ahmed Fehmi Ebu Sünne, Mustafa Ahmed ezzerka, Mahmud Şeltut, İsa el-Beyanuni, Muhammed Hıdır Huseyn, Yusuf ed-Dicvi gibi meşhur âlimler bulunuyordu. Hocası Mustafa ez-Zerka Ebu Gudde'nin Fıkıh istîdadını keşfetmiş ve onu Suriye'de Fıkıh Ansiklopedisi hazırlamakla görevlendirmişti. Tahkik ettiği eserler arasında fıkhî eserler önemli bir yer tutuyordu. O aynı zamanda değerli bir fıkıh ve fıkıh usûlü âlimi idi. Aliyyü'l-Kari (ö1.1014)'nin Fethu Babi'l-lnaye kitabı ile İmam Karafi (ö1.684)nin el-İlham kitabının tahkiki, üstadın fıkıhtaki üstün melekesini açıkça ortaya koymaktadır.

Üstad Ebu Gudde (37 yıl hizmetinde bulunan seçkin talebesi Muhammed Avvame'nin ifadesiyle): Arap Dili ve Edebiyatı'nda "hüccet" (otorite) şahsiyet idi. Sarf, Nahiv; Belagat ilimlerinde mütehassıs idi. Derin ilimle edebi kabiliyeti bir arada toplaması ile bize İmam Evzai'yi hatırlatıyordu. Kelimeleri bir edîb ve şair edasıyla yerli yerinde kullanırdı. İlmi vukufiyet ve edebi inceliklerle dolu tatlı bir hitabet üslubu vardı.

Alimlere hürmetkardı Abdülfettah Ebu Gudde Hoca efendi İslâm âlimlerine karşı son derece hürmetkâr, vefakâr, sonsuz takdir ve minnet duyan bir kimse idi. Zarif ilmî tenkitler dışında âlimlere hata nisbet etmekten, âlimler hakkında basit ve aşağılayıcı ifadeler kullanmaktan son derece sakınırdı. Kendisine bir defasında İmam-ı Azam'a nisbet edilen "Dar'ı-Harbde faiz alınabilir" şeklindeki ictihad hakkındaki görüşü sorulmuştu. Bu babda imameynin kavlinin tercih edildiğini söylemiş, "Bu ictihad İmam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh'in bir ecir kazandığı ictihadlardandır" şeklinde latif ve mânâlı bir ifade ile cevap vermiş, müctehidlerin hata ettiklerinde bir ecre nail olacakları gerçeğine işaret etmişti.

Çilekeş bir dava adamı Konuşmaları canlı ve dinamik idi. Selef Alimleri, İslam Davası, İslam Gençliği konulan en çok işlediği konulardı. Suriye parlamentosunda bir müddet milletvekili olarak bulunmuş, cesaretli tavırları, korkusuz konuşmaları, açık sözlülüğü, geniş ufku ve isabetli görüşleriyle tanınmıştı. İslâm dâvâsına ihlasla bağlılığı sebebiyle Baasçılar tarafından birçok ilim, fikir ve dâvâ adamıyla birlikte hapsedilmiş, Tedmür Hapishanesi'nde bir yıl tutuklu olmuştu. Hayatının büyük bir bölümünü (30 yılını) gurbet diyarında devamlı Suriye mercîleri tarafından takibat altında tutulma tedirginliği içerisinde geçirmiş, bir müddet Suriye Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın İrşad Başkanlığı'nı üstlenmişti. O Hasan el-Benna ideâlinin ihlaslı bir neferiydi.

Bütün bu çile ve sıkıntı dolu zor şartlar altında bile İslâm dâvâsına hizmeti canla başla yürütmüş, ilim adamlığı yanı sıra fikir, dâvâ ve aksiyon adamı olarak yılmadan ve usanmadan çalışmıştı. Üstad Ebu Gudde ilmî tarafsızlığa özen gösteren, objektif ve tutarlı ifadelerle daima gerçekleri söyleyip yazan başarılı bir akademisyen, gerçek bir ilim adamı idi. Ama kendisini sadece kitaplara veren, sadece kitaba gömülen, çevresinden ve içinde bulunduğu toplumdan habersiz yaşayan biri değildi. O dünyadaki İslâmî cemaatlerle, İslâmî hareketlerle, İslâmî çalışmalarla yakından ilgilenirdi. Türkiye Müslümanlarının son otuz yılda yeniden İslâm davasına sahip çıkmaları onu çok sevindiriyor, Türkiye'deki İslâmî, ilmi, kültürel, siyasi ve sosyal çalışmaları gönülden destekliyordu. İslami cemaatler, cemiyetler, meşrepler ve guruplar arasında yapıcı ve birleştirici görüşleri nakleder, yıkıcı ve ihtilafı körükleyici görüşlere asla itibar etmezdi. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'nin "Düzenli olan batıl, düzensiz olan hakka galip gelir" ifadesini sık sık tekrar eder, Müslümanların savundukları gerçeklerin müesseseleşmesi, hayata geçirilmesi ve yeniden cihan hakimiyetinin kazanılması için canla başla çalışmaları gerektiğini anlatırdı. Allah mağfiret etsin. Ve ondan razı olsun. ( Amin )

(Dr. Halil İbrahim KUTLAY)



ESERLERİ

Abdülfettah Ebu Gudde Hocaefendi bir kısmı te'lif, bir kısmı tahkik olmak üzere 70 küsur eser bırakmıştır.Tahkik ettigi eserlerden bazıları şunlardır:

1-Kavaid Fi Ulumi'l-Hadis:

Hindistan âlimlerinden Zafer Ahmed el-Usmanî etTehanevî (öl. 1394 h)nin "İ'lâü's-Sünen" isimli 18 ciltlik eserinin mukaddimesi olan bu eser Hanefi Hadis Usûlü konusunda son derece faydalı bir eserdir. Riyad 1984 tarihli 5. baskısı 553 sayfadır Türkçe'ye tercüme edilmiştir.

2-Zaferu'l-Emani:

Seyyid eş-şerîf el-Cürcanî (öl. 816)'nin Hadis Usûlü konusundaki "Muhtasar" adlı kitabının Abdülhayy el-Leknevî (öl. 1304) tarafından yapılan değerli bir şerhidir. Beyrut 1996 tarihli 3. baskısı 804 sayfadır.

3-el-Menanı'l-Münif:

İbn Kayyim el-Cevziyye (öl. 751)nin hadislerin metin tenkidi esasları konusunda çok faydalı bir eseri olup Halep 1982 2. baskısı 224 sayfadır.

4-Risaletü'l-Müsterşidin:

Haris el-Muhasibî (öl. 243)nin tasavvufla ilgili eseri olup selef ulemâsının, gerçek zühd ve takvâ erbâbının tasavvufi düşüncelerini ihtivâ eden eserin Kahire 1982 tarihli 4. baskısı 219 sayfadır.

5-Fethu Babi'l Inaye:

Sadru'ş-Şeria el-Mahbubî (öl. 747)nin "Nükaye" isimli değerli eserinin Aliyyü'I-Kari (öl. 1014) tarafından yapılan şerhi olan bu kitap, diğer Hanefi fıkıh kitaplarından fıkhî delilleri ve hadislerin tahricini zikretmesiyle ayrılan kıymetli bir eserdir. İlk cildin Halep 1967 tarihli 1. baskısı 299 sayfadır. Diğer ciltleri henüz basılmamıştır.

6-el-Masnu' fi ma'rifeti'l-hadisi'l-mavdu':

Aliyyül-Karî (öl. 1014 h)nin mevzû (uydurma) olduğuna ittifak edilen hadisleri topladığı bu eser Ebu Gudde Hoca efendi'nin tahkikiyle bir kat daha güzelleşmiştir. Eserin ilim camiasındaki diğer adı "el-Mevdüatü's-Sugra"dır, Kahire 1984 tarihli 4. baskısı 343 sayfadır.

7-et-Tasrih bima tevatere fi nûzuli'l-Mesih:

Muhammed Enver şah el-Keşmîd (öl. 1352)nin kıyamete yakın Hz. İsâ (a.s)'ın yeryüzüne ineceğine dair varid olan hadis-i şeriflerin "Mütevatir" olduğunu isbat ettiği bu eser, konusundaki en ciddî eserlerden biridir. Beyrut 1981 3.baskı fihristleriyle beraber 373 sayfadır.

8-er-Raf'u ve't-Takmil:

İmam Abdülhay el-Leknevî'nin hadis ilimlerinden Cerh ve Ta'dîl ilmi hakkında yazdığı eserin geniş açıklamalarla yapılan tahkîki olup hadis erbâbı için vazgeçilmez kaynaklardan biridir Beyrut 1987 tarihli 3. baskısı 564 sayfadır.

9-el-Ecvibetü'l-Fadıla:

Cerh ve Ta'dil, Tercim vb. hadis ilimleriyle ilgili olarak sorulan on soruya İmam Abdülhayy el-Leknevî'nin verdiği cevapları ihtivâ eden bu eser muhakkik Ebu Gudde'nin ta'likatıyla gerçekten hadis ehlinin el kitabıdır. Kahire 1404 tarihli baskısı fihristiyle birlikte 302 sayfadır.

10-et-tibyan:

Kur'anla ve Kur'an ilimleriyle ilgili bazı konuları Imam Suyutî'nin "el-Itkan" kitabındaki metoduyla açıklayan Tahir el-Cezairi (öl. 1328)nin eserinin tahkîkı olup , Ebu Gudde hocaefendinin önceki eserlerinden farklı olarak pek fazla dipnot kullanmadan neşrettiği bir eserdir. Beyrut 1992 tarihli 3. Baskısı 356 sayfadır.

(Devam ediyor..)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABDULFETTAH EBU GUDDE(1920-2002)

(Devamı..)

Te'lif ettiği eserlerden bazıları da şunlardır:

1-Safahat Min Sabri'l-Ulema:

İslâm âlimlerinin ilim uğrunda katlandıkları çile ve fedâkarlıkları, sıkıntı ve zorlukları çeşitli örneklerle anlatan bu eserin Beyrut 1994 tarihli 4. baskısı 508 sayfadır.

2-Kıymetü'z-Zeman Inde'l-Ulema:

İslâm âlimlerinin zamana verdikleri önemi anlatan bir eserdir. Beyrut 1987 tarihli 4. baskısı 108 sayfadır. İlk baskısı Faruk Beşer tarafından Türkçe'ye kazandırılmıştır.

3-el-Ulemaü'l-Uzzab:

İlmi, evlenmeye tercih eden ve hayatları boyunca hiç evlenmeyen bekar âlimler konusundaki bu eserde 35 âlimin hayat hikayeleri anlatılmaktadır. Beyrut 1996 tarihli 4. baskısı 323 sayfadır.

4-er-Rasulü'l-Muallim:

Eserde Peygamberimizin (s.av) ashabı kiramı yetiştirirken izlediği eğitim ve öğretim metodu 40 ayrı başlık altında hadisi şeriflerin ışığında tatlı bir üslupla anlatılmaktadır. Aynı zamanda teorik ve pratik anlamda müstesna bir eğitimci olan Ebu Gudde'nin bu eseri eğitimciler için özellikle tavsiye edilmektedir. Beyrut 1996 tarihli 1. Baskısı 226 sayfadır.

5-Lemehat Min Tarihi's-Sünne ve Ulumi'l-Hadis:

Hadis Edebiyatı tarihi ile ilgili tesbit ve yorumları ortaya koyan bu eserin Beyrut 1987 tarihli 4. baskısı 314 sayfadır. Eserin Türkçe tercümesi İstanbul'da 1995 yılında Iz Yayıncılık tarafından 'Mevzu Hadisler' adıyla yayınlanmıştır.

HOCAM ABDULFETTAH EBÛ GUDDE İLE

Rabbânî alim, muhaddis, fakih, usulcü, edib, muhakkik, Halep'li hocam Abdulfettah Ebû Gudde el-Hâlidî, ilmiyle âmil, zühd ve takva sahibi, mürebbî bir zattı.

Merhum hocamı önceleri kitaplarından tanıyordum. 1969-1970 yıllarında kendileriyle mektuplaşmak suretiyle tanışmıştım. 1979 yılında Riyad İmam Muhammed ibn Suud İslam Üniversitesine ziyaretçi hoca olarak gittiğimde bana "Sen Riyad'da misafirsin, buranın yabancısısın" diyerek muhterem oğlu ile otele ziyaretime gelmişti.

(Bu kendisinin ne kadar mütevazı bir kimse olduğuna açık bir delildir ) Bendenize Suudi Arabistan'da nasıl davranacağım hakkında nasihatlerde bulunmuştu. 1980 yılında mezkûr üniversite ile anlaşma yaptım. 1880-1987 yılları arası Riyad Usûlu'd-Dîn Fakültesi Hadis Bölümünde hoca-talebe birlikte çalıştık. Kendilerinden bu müddet zarfında çok istifade ettim. Hadis kürsüsünde bulunan hocalar üzerinde ağırlığı vardı; teklif ettiği konular, yapılması gereken hususlarda, ders programlarında ne demiş ise tartışmasız kabul görürdü. Mısırlı bir tefsir doçenti, Hocaefendi'nin tez münakaşasında bulunduktan sonra "Bu Hoca hiç şüphe etmiyorum 10 adet Doktora tezini hiç kaynaklara bakmadan münakaşa edebilir, değerlendirebilir." demişti.

Üniversite Rektörü Dr. Abdullah Abdul-Muhsîn et-Türkî, Üniversite öğretim üyeleriyle bir toplantıda Abdulfettah Hoca'ya "Talebelerimizde noksanlık görüyorum, ilim talebelerine yakışmayacak davranışlar müşahade ediyorum; lütfen ilim talebesinin ne gibi sıfatlarla sıfatlanacağı, terbiye ve âdâbı, hocalarına karşı ne şekilde davranacağı hususunda bir risâle yazın da fakültelerde ders kitabı olarak okutalım." demişti, ve Hocaefendi bunun üzerine Safahât min Sabril-Ulemâ; Kiymet-uz-zaman inde-l-ulemâ ; Minhâc'us-selef inde's-suâli anil-ilm min edebil-İslam; Er-Rasûl el-Muallim ve esalibuhu fit'ta'lim ; El-Ulemâ-u el-Uzzâbu ellezîne Âsâru el-ilme ale'z-zevâci adlı eserleri kaleme almıştı.

Memleketi olan Halep şehrinden mecbûri hicret ederek Suûdi Arabistan Riyad'da 30 yıla yakın Hadis profesörü olarak görevde bulunmuştu. 20 yi aşkın talebenin master ve doktora tezlerini yönetmiş, sayılarını bilmediğim kadar da tez münakaşalarına katılmıştı.

Hindistan'a ve Pakistan'a iki defa ilmî yolculuklarda bulunmuş, bu ülkelerdeki âlimlerle görüşmüş, özellikle bazılarından Hadis, hadis usûlü ve fıkıh ilimlerinden icâzet almıştır. Hindistanlı alimlerin ısrarı üzerine Allâme, muhaddis Abdu-l- Hayy el-Leknevî'nin bir çok eserini tahkîk, hadisleri tahric etmek sûretiyle nefis fihrist ve ta'liklerle eserlerini neşretmiştir.

Hocamızın Hadis tahrici, hadis ricâli, cerh ve tadil ilmi, hadis senetlerinin tenkidi, hadisin fıkhı ve sebeb-i vürudu üzerindeki vukûfiyeti büyüktü; Hocamız muhaddis, fakih sıfatlarını kendisinde meczetmişti; mücerred nakilcilikle yetinmemiş, hadisin fıkhına, sebebi vürûduna, hadiste adı geçen muhatabın durumuna vakıf olup, ictimâî, kültürel ve psikolojik durumları göz önünde bulundurarak açıklamalarda bulunurdu. Sahabe, tâbiîn, etbâut-Tâbiîn, tebei'l-etbâyı, hayatlarını çok iyi bilirdi.

Hanefî fıkhına vukûfiyeti de büyüktü, Hanefî mezhebine göre hangi hadislerin delil sayılacağını, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerinin delillerine mukâyese ederdi. Hanefî görüşünü ekseriyetle tercih ederdi.

Mezkur Üniversite Şeriat (İslam Hukuk) fakültesinde dört mezhebe göre (mukayeseli olarak) hadis derslerini yıllarca okutmuştu. Usûl-id-Dîn Fakültesi Hadis kürsüsünde ise cerh ve tadîl, Usûlü hadis (Tedribi-r-Râvî'den), Buhârî ve Müslim şerhlerinden aynı hadisin (mukayeseli olarak) tedrisâtını yapıyordu.

Usûlu fıkıh ilminde de söz sahibi sayılırdı. Şeriat Fakültesinde usûlü fıkıh derslerini dört mezheb üzerine mukayeseli okuttuğunu bir çok hocadan naklen işittim; bu husus gerek Suudlu ve gerekse diğer yabancı hocaları hayretler içinde bırakmıştır. Çünkü Hocamız dört mezhepten her birinin usûldeki metodlarını ve ayrıldıkları noktaları çok iyi öğrenmişti.

Kitap tahkik ve ta'liklerine gelince, müellifin asıl yazma nüshasını veya müellif nüshasından nakledilen itimada şâyan nüshayı, yahut da üzerinde, büyük muhaddislerin okuttuklarına dair semâlar bulunan nüshayı elde etme, müellifin kitabında zikrettiği kaynaklara inme, delilleri kıymetlendirme, ilmî, fıkhî ve usûlî ıstılahları açıklama, kelimelerin cümledeki yeri, irapların mahalli, fıkhî, usûlî ve itikâdî yöndeki açıklamalara önem verirdi. Tarihi hâdise ve vâkıaları, önemli şahısları, bilinmeyen yer isimlerini yeri geldikçe dipnotlarla muhtasar olarak açıklardı. Ayrıca her eserin sonunda detaylı fennî fihristlere yer vererek okuyucuya kolaylıklar sağlardı.

Ders ve konferanslarında hoca ve talebe âdâbına işaret ederek, başkalarından, bazan da kendisinden misal vererek dinleyenlerin de aynı âdab ve terbiye üzerinde olmalarını sağlardı.

İNTİBALARIM

Bir defesında evine (Bayram'da) ziyarete gittiğimde, evinde Pakistanlı, Hindistanlı, Endonezyalı, Habeşli talebeler vardı. Onlara dönerek ve bana işaret ederek "Bunun memleketi var ya (Türkiye) namaz kılmak için camilere gittiğinizde hiç bir gürültü, hışırtı işitmezsiniz, sanki namaz kılanların başlarına kuş konmuşçasına huzur içinde huşû ile namaz kılıyorlar, saflar askerî disiplin içinde tertip olunmuş, namaz başladıktan sonra boş yerleri doldurmaya hiç gerek kalmaz. " demişti.

Türk talebeleriyle ziyaretine gittiğimizde bize "Ben Zâhid el-Kevserî Hocamın üzerinde bulunan hakkını nasıl öderim; Türk talebelerine yeterli derecede faydalı olamadım, onlara özel dersler veremedim " diye hayıflanmıştı. Türk talebelerine bir müddet evinde tatil günlerinde ders vermeye başlamıştı ki, Suudlu yetkililer dersi durdurdular, sanki Hocamızı göz hapsine koymuşlardı.

Bendenizi İbnu-l-Cevzî'nin "el-Mavdûat" adlı eserini tahkik ve hadisleri tahric etmem husûsunda ısrarla teşvik etmiş, bana bir nevi sorumluluk yüklemişti; ve bana devamlı sûretle;

"Kitap ne oldu, nereye kadar tahkik yaptın, ne kadar kaldı? Şayet bitirmezsen pişman olursun, başka biri senden önce davranır yayınlarsa çok üzülürsün." derdi. Allah'a hamd olsun kitabın tahkîkinin tamamlandığı ve basılmaya hazır olduğunu mektupla haber verdiğimde çok sevindi ve dualar etti. "el-Mavdûat" adlı eserin içinde manasını anlayamadım ibâreler ve cümleler vardı.. kendisinden açıklaması için rica etmiştim. Sorulara 2 sahifeyi aşkın açıklamaları ihtiva eden mektup göndermişti. Bu bilgi ve açıklamaları aynen hocamın adıyla dipnotlarda zikrettim. Ayrıca mektubunda, kitap neşredilmeden önce Dr. Ahmed Muhammed Şâkir'in yazma eserleri tetkik hususundaki eseri dikkatle okumamı, fihristlere önem vermemi, kitapları, bablara, hadislere, eserlere ayrı ayrı baştan sona kadar numara verilmesini, cerh ve ta'dil edilen râviler fihristini yazmamı tavsiye etmişti.

1996 yazı Konya'mıza teşrif etmişler, Konya'da akdedilen Kongreye iştirak etmişlerdi. Bendenize "Yarın Sahih-i Müslim Kitabını getir sana okutacağım ve icâzet vermek istiyorum." dedi.. Bence bu, onun ölmesinden önce, şahsıma ve yanındaki arkadaşlara icâzet vermek istemesi ve kerametiydi. Sanki sevdiği Konya'ya ve Konyalılara veda ediyordu. Konuşmalarında, hareketlerinde bunu hissetmiştim. Belediye sarayına geldim, yanımızda Emin Saraç, Dr. Seyyid Bahçıvan ve Ömer Faruk Hocalar vardı. Abdest aldık diz çöktük, bendenize Sahih Müslimin'in evvelinden üç sahife kadar okuttu, "şerh et" dedi, sonra kendileri tafsilatlı bilgi verdiler, sonra yanında taşıdığı miskten hepimize eliyle sürdü, hazır olanların hepsine de icâzet verdi ve imzaladı, dualar etti.

İlim adamlarına takva ve zühd sahibi kimselere sevgisi, hürmeti fazla idi. Isparta'da ikâmet eden Diyarbakır Hazro'lu İsmail Çetin hoca sırf kendisini görmeye geldiğini söyleyince çok duygulandı. İsmail hoca kendilerine "Muhammed Zâhid Kevserî hocaya şeklen, ilmen ve rûhen çok benziyorsunuz." deyince ağlamıştı; çünkü hocasını çok mu çok seviyordu.

1994 yılında Konya Selçuk Eğitim merkezi Hocaları ve talebeleri ile Ramazan ayında Mekke'ye vardığımızda, geldiğimizi haber alır almaz, damadını ve bir talebesini göndererek Mescid-i Haram'da bizi arattırmış, nihayet üst katta terâvih namazından sonra kendisiyle buluşmuştuk. Zâtı âlilerinden bize ve talebelere nasihatte bulunmasını rica ettim, "Tabii, bu benim görevimdir." diyerek kabul ettiler. Ertesi günü teravih namazını müteakiben Diyanet İşleri Başkanlığı misafirhanesinde iki saati aşkın talebelerle ve bizlerle sohbet ve nasihatte bulundu.

Ehli sünnet vel-Cemaat itikadı üzerine her türlü ırktan talebelere dersler verdi, onları yetiştirdi, birçoklarına Hadis ve Fıkıh'tan icâzet verdi. Türkiye'yi ve Türk'leri çok seviyordu. Konya'yı ve Konyalıları da çok sevdi. daha önce Konya'yı görmediğine hayıflandı, burada gördüğü sıcak ilgi ve muhabbetten çok memnun kalmış olacak ki, gelecek yıllarda yaz tatilini Konya'da geçirmeye karar vermişti.

Burada Rabb'imize iltica ederek, hocamıza Mevla'mızdan af ve mağfiret diliyoruz. Kabri purnûr olsun, rûhu şâd olsun, kabri cennet bahçelerinden bir bahçe olsun. Rabbim onu mahşerde Nebilerle, Sıddîklarla ve şehidlerle beraber etsin. Biz talebeleri ve dostları olarak hocamızdan razıyız, Rabb'im Sen de ondan razı ol, makamını yücelt (Amîn)

(Dr. Nureddîn BOYACILAR, Selçuk Eğitim Merkezi Öğretim Görevlisi)

(Bitti.)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ASKALANİ

Meşhur hadis alimlerindendir.

Ebu'l-Fazl Şihabüddin Ahmed bin Ali bin Muhammed el-Askalani. Filistinli olup memleketi olan Askalan'dan ötürü Askalani, yedinci dedesine nispetle İbn Hacer olarak anıldı. Ebü'l-Fazl künyesinin yanında soyunun dayanağından dolayı Kinani ünvanlarıyla da anıldı. İbn Hacer lakabıyla meşhur oldu. Künyesi şeklindedir.

Şubat 1372'de (H. 773) eski Mısır'da doğdu. Dört yaşında iken babası bir süre sonra da annesi vefat edince ablası ile yalnız kaldı. Ancak, babası vefatından önce hem kendilerine yetecek kadar servet bıraktı hem de biri ticaretle, diğeri ilimle uğraşan iki dostuna onları emanet etti. Her ikisinin de ilimle uğraşmaları ve eğitimlerini tamamlamaları sağlandı.

İbn Hacer, dokuz yaşında hafız oldu. On iki yaşında babasının dostu Harrubi ile Mekke'ye gitti ve burada dersler aldı. Birçok önemli eseri ezberledi. Başta hadis olmak üzere fıkıh, Arapça ve matematik derslerini aldı. Edebi ilimlerle meşgul olup meşhur şair ve ediplerin eserlerini okuyarak kendini geliştirdi. Bu arada Peygamber Efendimiz(S.A.V.) hakkında şiirler yazmaya başladı.

Çok sayıda âlimden ders aldığı halde yirmi yaşından itibaren ilmi seyahatlere başladı. İskenderiye, Hicaz, Yemen, Aden, Zebid, Vadilhasib gibi şehirleri dolaştı. Buradaki âlimlerden istifade etti. Birkaç kez daha Hicaz'a gidip ilimle uğraşmaya devam etti. Seyahatlerinden sonra Mısır'a döndü. Memluk Sultanı Seyfeddin Barsbay ile birlikte Amid'e (Diyarbakır) Şafii kadısı sıfatıyla gitti. Yol güzergâhı boyunca uğradığı yerlerde ilim meclislerini teşkil ederek hadis konusunda bildiklerini öğretmeye çalıştı.

İbn Hacer, 1403 yılından itibaren vefatına kadar yaklaşık 46 yıl muhtelif okullarda hocalık yaptı. Birçok medresede özellikle hadis derslerini okuttu. İlim meclislerine ayrı bir önem verdi. Vefatına kadar evinde ve diğer yerlerde âlimleri bir araya getirerek bu meclisleri canlı tuttu. Bu meclisler esnasında ezberinde tuttuğu hadisleri yazdırttı. Böylece on ciltlik hadis eseri vücuda geldi. Yirmi yedi yıl boyunca ısrarla reddettiği Mısır Şafii baş kadılığına Sultan tarafından tayin edildi (1423). Vefatına yakın bir zamana kadar bu görevi devam ettirdi. Bu arada hakkındaki şikâyetlerden dolayı yedi kez görevden alındı. Yapılan tahkik sonucu her seferinde haklılığı anlaşılınca tekrar görevine iade edildi.

Birçok camide vaizlik yaptı. Tesirli vaaz ve hutbeleriyle tanındı. Çok yönlü ve aktif bir kişiliğe sahipti. Bir ara Mahmudiye Medresesi kütüphanesinin idaresini de üstlendi. Kütüphanede bulunan kitapların fihristini hazırladı. Kaybolan kitapları istinsah ederek veya kendi kitaplarını kaybolanların yerine koyarak eksikleri tamamlıyordu.

Ömrünü ilme adayan İbn Hacer, sadece hadis alanında yüz yetmişe yakın eser kaleme aldı. Eserlerini kaleme alırken çok sayıda kaynaktan istifade etti. Kaynaklarını bir bir naklederek bu konudaki titizliğini gösterdi. Yaptığı hizmet ve özverili çalışmasından ötürü "Emirü'l-mü'minin fi'l-hadis" ünvanına layık görülen ender âlimlerdendir

(T.D.V.İslam Ans. C. XIX., s. 517)

Fıkıh alanında da otuza yakın eser yazdı. Bir taraftan fıkıh derslerini okuturken diğer taraftan da çeşitli konularda fetvalar verdi. Çalıştığı konuda, ilgili bütün kaynaklara ulaşmaya çalışarak muhtelif fikirleri bir araya topladı. Farklı fikirleri verdikten sonra görüş bildirme yoluna gitti.

Zamanının büyük kısmını okuyarak veya okutarak geçirdi. Yiyip içmeye önem vermezdi. Çok güçlü bir hafızaya sahipti. Önemli özelliklerinden bir tanesi; bir şeyi yazmakla meşgul olduğu zamanlarda bile kendisine okunan metni takip ederek düzeltmeleri yapabilmekti. Hem süratli okur hem de süratli yazardı. Eser yazma, okuma, ders ve fetva vermeden arta kalan zamanını ibadetle geçirirdi. Talebelerine karşı çok şefkatli davranır isteklerini geri çevirmemeye dikkat ederdi. Az konuşarak, kimseyi kırmamaya gayret gösterirdi. Aldığı maaşı hayır hizmetlerinde kullanırdı. Görevli gittiği yerlerde devlet parasıyla hazırlanan yemekleri yemezdi.

Örnek bir ömür yaşayan İbn Hacer, 1449 yılında Kahire'de Hakk'ın rahmetine kavuştu. Cenaze namazı Halife tarafından kıldırıldı. Çok büyük bir kalabalık cenaze merasimine iştirak etti. Mekke dahil bir çok yerde kendisi için gıyabi cenaze namazı kılındı. Naaşı Karafetüssuğra Kabristanına defnedildi.

Eserleri

İbn Hacer değişik alanlarda yüzlerce eser yazdı. Yazdığı eserlerin sayısı hakkındaki kayıtlar ve rakamlar muhteliftir. Verilen rakamlar 150-300 arasındadır. En önemli hadis çalışmalarından bir tanesi Sahih-i Buhari ile ilgili şerh çalışmasıdır. Şerh ve muhtasar olarak yazdığı iki eserle çok önemli bilgiler vermektedir. Et-Tezkiretü'l-hadisiyye adlı eseri on ciltten müteşekkildir. Bu eserinde hadis metinlerini bir araya getirdi. Tağlikü't-ta'lik eserini yazarken 350 kaynaktan istifade etti.

Yaptığı "Kırk Hadis" çalışmasında, derlediği hadislerin Kütüb-ü Sitte ile dört mezhep imamının eserlerinde bulunma şartından hareket etti. Böylece hadislerin sağlamlık derecelerine özel önem verdiğini ortaya koydu. El-Mu'cemü'l-müfehres adlı eserinde, okuttuğu kitapların dayanaklarını, senetlerini, kaynaklarını ortaya koymaktadır.

İbn Hacer sözü edilen eserler dışında; Kur'an ilimleri, fıkıh, akaid, tarih, biyografi, tertip çalışması, dil ve edebiyat gibi muhtelif konularda eserler yazdı.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
BAHAEDDİN AMİLİ ( 1547 - 1622 )

On altıncı yüzyılda İslam aleminde yetişmiş astronomi ve matematik bilgini. İsmi, Bahaeddin Muhammed bin Hüseyin bin Abdüssamed'dir. Aslen Hemedanlıdır. 1547 (H. 953) senesinde Lübnan'da bulunan Baalbek'te doğdu. Baalbek'teki Amil Dağına nispetle Amili lakabıyla meşhur oldu. 1622 (H.1031) senesinde İsfahan'da vefat etti.

Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başlayan Bahaeddin Amili; on üç yaşına geldiği sırada çok güzel Arapça ve Farsça konuşup, eser inceler bale geldi. Hac için Hicaz'a gidip orada kaldığı müddet içinde din ilimlerini öğrendi. İslam âleminin meşhur ilim merkezlerini gezerek devrin büyük âlimlerinden ilim öğrendi. İsfahan'a gittiği zaman, Şah Abbas Safevi ona bazı devlet vazifelerini teklif ettiyse de, ilimle meşgul olmayı tercih ederek kabul etmedi. Daha sonra âlimlerin reisliği makamına getirildi. Arap dili grameri ve edebiyatını okuyup hikmet ve tarih alanında incelemeler yaptı. Daha ziyade fen, matematik, astronomi, cebir ve mantık ilimleriyle meşgul oldu. Devrinin âlimleri arasında keskin zekâsı ile şöhret kazandı. Asrının bilim adamlarını güç durumda bırakan birçok matematik problemlerini çözdü. Hocası olarak kabul ettiği Kerhi'nin matematik ve cebirle ilgili eserlerini açıklayıp, yorumladı. Birçok konularda Kerhi'ye uymuşsa da bununla yetinmeyip kendi orijinal buluşlarını da ortaya koydu. Doğal tek tam sayılar ve doğal çift tam sayılar dizisinin toplamını veren ifadeyi formülleştirdi. Cebirsel denklemin yaklaşık gerçek kökünü bulma metoduna dair yeni bir usul ortaya koydu ve buna "tarikat-ül'*-Keffeteyn" (iki kefe usulü) veya "tarikat-ül-mizan*i'r-Riyazi" (matematik terazisi usulü) adını verdi..
Bu metotla çok hassas ve dakik çözümler ortaya koydu. Amili'nin bulduğu bu metot günümüzde, deneme yanılma yoluyla kök bulma ve çok dereceli denklemlerin çözümünde kullanılmaktadır. Ayrıca bu metot Avrupa ilim çevrelerince de kullanıldı. Ünlü İngiliz ilim adamı İsaac Newton, Amili'nin kitaplarını inceleyerek bu metodu öğrendi ve bundan istifade ederek yaklaşık hakiki kök bulma meselesinde; "Newton-Raphson Metodu" denilen yeni bir metot geliştirdi. Diferansiyel ve integral hesaplamalardaki dakik, hassas ve sağlam sonuçlara götüren bu met od günümüzde bilgisayarlarda nümerik analizde çok kullanılmaktadır. Ömrünü din ve fen ilimleri üzerinde araştırma yapmakla geçiren Bahaeddin Amili, 1622 (H. 1031) senesinde İsfahan'da vefat etti. Tus'ta defnedildi.

Eserleri:

Bütün vaktini okuma, inceleme, araştırma, deneme ve eser yazmaya ayıran Bahaeddin Amili, hemen hemen her ilim dalı ile ilgilendi. Yazdığı eserleri bütün kütüphanelerde vardır. Eserlerinin başlıca özelliği, zor ve güç anlaşılan problemleri gayet akıcı ve açık bir ilmi metotla ele alıp, incelemesiydi. Otuzu aşan eserlerinden bazıları şunlardır:

1-Kitabu Hülasat-il-Hisab: Amili'nin en önemli eseri olan ve on bölümden meydana gelen bu eserin birinci bölümü temel hesaplama usulleri; ikinci bölümde kesirler; üçüncü bölümde bilinmeyenlerin hesaplanması; dördüncü bölümde çift hata metodu;beşinci bölümde açma ve çevirme yolları; altıncı bölümde yüz, ölçümleri; yedinci bölümde ağırlıkların hesaplanması:sekizinci bölümde cebir yoluyla bilinmeyenlerin hesaplanması; dokuzuncu bölümde orijinal hesap metotları; onuncu bölümde bazı temel hesap misalleri anlatılmaktadır.
2-Kitabu Mürahhas_ül- Hisab vel-*Cebr vel A'mal-il-Mesaha
3-Kita-ü'l-_Keşkül
4-Bah-ü'l-Hisab
5-Risaletün fi Tahkiki Ci*heti'l-Kıble
6-El-Mülahhas fil_Hey'e
7-Ki*tabün ani'l-Hayat
8-Tefsirü'l-Müsemma bil-*Hab'l il Metin,
9-Haşiye ala Envari't- Tenzil,
10- Miftahu'l-Felah
11- Esrarü'l-Belağa
12-Tehzibü'n-Nahv
13-Tehzibü'l-Beyan.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi; 3 / Sayfa:311-312 )
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
BETTÂNİ - (Ö. 317/929)

İslam astronomlarının en büyüklerinden.

Ebu Abdillah Muhammed b. Cabir b. Sinan er-Rakki el-Harrani. İsmi Batı'da Albetanius, Albategnus veya Albategni şeklinde anılır. Aslen Sâbiî bir ailenin çocuğu olup büyük bir ihtimalle III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında Harran civarındaki Bettan'da doğdu. Nitekim Bettani ve Harrani nisbeleri de bunu göstermektedir. Sadece İbnü'n-Nedim'in el - Fihrist'inde rastlanan Rakki nisbesi ise hayatının büyük kısmını geçirdiği ve ünlü rasatlarını yaptığı Fırat'ın sol sahilindeki Rakka şehrinden gelmektedir. Doğum tarihi ve çocukluğu hakkında bilgi yoktur. İlk rasatlarını 264 (877) yılında yaptığı bilinmektedir; o tarihte yirmi yaşında olduğu kabul edilirse yaklaşık 244'te (858) doğduğu söylenebilir. Babasının, İbnü'n-Nedim tarafından zikredilen meşhur astronomi aletleri ustası Cabir b. Sinan el-Harrani olması mümkündür. Bettani'nin künyesi kadar astronomi aletleri icat ve imal etmedeki mahareti de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Hayatının sonraki dönemleri hakkında bilinenler de çok sınırlıdır. İbnü'n-Nedim'in el-Fihrist'i ile İbnü'l-Kıfti'nin Tarihu'l -hükema' adlı eserinde onun geometri, teorik ve pratik astronomi ile astrolojide önde gelen bilginlerden ve meşhur gözlemcilerden biri olduğu; güneş ve ay gözlemlerine ait tablolar verip Batlamyus'un el -Mecisti'sindeki bilgileri tashih ederek geliştirdiği ve yeni buluşlarını açıkladığı çok önemli bir zic yazdığı; bu kitapta beş gezegenin hareketlerini ve bunlarla ilgil astronomik hesapları verdiği; zicinde bahsettiği gözlemlerin bir kısmını 267 (880) ve 287 (900) yıllarında yaptığı; Cafer b. Muktefi'nin sorularına verdiği cevaplardan anlaşıldığına göre rasat faaliyetlerinin 264'te (877) başlayıp 306'ya (918) kadar devam ettiği; ayrıca zicindeki sabit yıldız rasatlarını 299 (911) yılında yaptığı ifade edilmektedir. Anılan kaynaklarda Rakka ahalisinden Beni Zeyyat ailesinin uğradığı bir haksızlık yüzünden onlarla birlikte Bağdat'a gittiği ve sonra 317'de (929) memleketine dönerken Halife Mutasım tarafından yaptırılmış olan Kasrü'l-Cis'te vefat ettiği belirtilmektedir. İbn Hallikan ise Bettani'nin ölüm yeri için Musul civarında bir şehir olan Hadr'ı göstermekte, buna karşılık araştırmacı Nallino da Hadr kelimesinin Cis'in yanlış yazılmış şekli olduğunu ileri sürmektedir. Yakut el-Hamevi'nin aynı yerden Kasrü'l-Hadr adıyla bahsettiği göz önüne alındığında Nallino'nun iddiasının tutarlı olduğu görünmektedir. Bettani'nin hayatı hakkındaki bu bilgilere, Antakya'da 23 Ocak ve 2 Ağustos 901 tarihlerinde bir güneş ve bir ay tutulmasını gözlemiş olduğu da ilave edilebilir; bu gözlemlerden kendisi zicinde bizzat bahsetmektedir.

Eserleri:

1. Kitabü 'z- Zic. el - Cami' fi hisabi'n-nücum ve mevazı 'i mesirihe'l-mümtehan adıyla da anılır. İbnü'n-Nedim'in verdiği bilgiden, bu kitabın iki nüshasının bulunduğu ve ikincisinin daha geliştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ez-Zicü's-Sabi'I adıyla da anılan ve astronomi ilmine büyük katkıları bulunan bu eser. Bettani'nin Doğu ve Batı' da büyük bir şöhret olmasını sağlamıştır. Kitabın orijinal adı büyük ihtimalle İbnü'n-Nedim ve İbnü'l-Kıfti tarafından zikredildiği üzere Kitabü - Zic 'dir. Çünkü VIl. yüzyıldan önce "astronomi tablosu" anlamında kullanılan zic kelimesi daha sonraları "astronomi risalesi" anlamında kullanılır olmuş ve eski yerini aslında "küçük akarsu" manasına gelen cedvel kelimesine bırakmıştır. Kitabü 'z-Zic'in mukaddimesinde, kendinden öncekilerin çalışmalarında gördüğü hata ve ihtilaflar yüzünden böyle bir kitap yazmaya ihtiyaç duyduğunu ifade eden Bettani, bu kitabında mevcut teori ve istidlalleri yeni gözlemlere dayanmak suretiyle ıslah edip geliştirdiğini belirtmektedir. Bu arada şerh, tenkit, ıslah ve ilavelerini kaleme almadan önce el-Mecisti'den yaptığı bütün iktibasları da büyük bir titizlikle kaydetmiştir. Elli yedi "bahis"ten meydana gelen bu eserin ilk bahislerinde pratik tarifler verilmiş ve problemler ortaya konulmuştur. Bettani 3. bahiste kendi trigonometrik fonksiyonlar teorisini geliştirmiş, 4. bahiste kendi gözlemlerini vermiş, 5-26. bahislerde Çoğu astrolojik yorumların izahı için tertiplenmiş olan pek Çok küresel astronomi problemini etraflı şekilde ve büyük bir vukufla münakaşa etmiş, bu arada da ortografik projeksiyon prensiplerine dayanan yeni düşüncelerini açıklayıp küresel trigonometriye yeni çözümler getirmiş ve ayrıca ilim alemine küresel trigonometrinin temel teoremlerinden olan 'kosinüs teoremi" gibi çok önemli bir yenilik kazandırmıştır. Batlamyus'un güneş, ay ve gezegenlerin hareketlerine dair teorisi 27-31. bahislerde ele alınmış, 32. bahiste çeşitli takvimlerle bunların her birindeki tarihlerin diğerlerine çevrilmesi anlatılmış, 33- 48. bahislerde tabloların kullanılışları tarif edilmiş, 49-55. bahislerde astrolojinin esas meseleleri ele alınmış, 56. bahiste bir güneş saatinin, 57. bahiste ise bazı astronomi aletlerinin yapımı anlatılmıştır.

Batlamyus kinematiğine karşı genelde açık bir tenkit tavrı takınmamış olmakla birlikte Bettani, Batlamyus'un ortaya koyduğu pratik sonuçlar hakkında ciddi bir şüphenin delillerini ortaya koyarak onun güneş apojesinin veya ekliptik eğiminin değişmezliği iddiası gibi yahut gezegen hareketlerinin ana parametrelerinde yaptığı yanlışlıklar gibi pek çok hatasını bazan açıkça, bazan da zımnen düzeltmiştir.

İslam astronomları ekliptik eğiminin değişimi konusuyla hayret verecek kadar erken tarihlerde ilgilenmeye başlamışlardır. Bu değişimin yılda 0,5 saniye mertebesinde pratik değeri olmayan bir farkla vuku bulduğu söylenirse bu bilginlerin ilmi dikkat ve hassasiyetlerinin derecesi daha iyi anlaşılmış olur. Bettani'nin bu konudaki çalışmaları ne ilktir ne de bir istisnadır. Fakat onun modern formüle tam anlamıyla uyan 230 35' değerini bulurken takip ettiği yolu dikkatle anlatması önemlidir. Bettani, Kitabü'z-Zic'in 28. bahsinde dört mevsimin uzunluklarını tesbit için yaptığı gözlemleri anlatmaktadır. Bettani bu gözlemlerden faydalanarak Hipparkhos tarafından milattan önce 140'ta 650 30' bulunan güneş apojesinin büyüyerek 820 17'ya ulaştığını, aksantrisitesinin ise 2P 29' 30'den 2 P 4' 45'ye düştüğünü tesbit etmiştir (1 P yarı çapın 1/60'dır. Bettani'den önce Sabit b. Kurre de (veya Beni Musa) güneş apojesini 820 45' olarak tesbit etmiş ve Hipparkhos'un değeri ile karşılaştırıp 66 yılda 1 değiştiğini hesaplamış ve Batlamyus'un kendi zamanında Hipparkhos'u tekit eden 650 30' değerini bulmuş olmasının imkânsızlığını belirtmiştir. Leverrier formülü, Sabit b. Kurre'nin değerine karşılık 820 50' 22', Bettani'ninkine karşılık 830 45' 10' değerini vermektedir. Bettani'nin güneş yörüngesinin eksantrisitesi için bulduğu 2P 4' 45' değeri modern anlamda 0,017326'ya tekabül eder ve bu değer 880 senesi için bulunan 0,016771 değerine çok yakındır. Bettani itidal noktalarının gerilemesi için de 66 yılda 1 derece değerini bulmuş ve tropik seneyi 365 gün 5 saat 46 dakika 24 saniye olarak hesaplamıştır ki bu değer de 365 gün 5 saat 48 dakika 46 saniye olan gerçek değere çok yakındır.

Bettani'nin diğer önemli keşif ve başarılarından bazıları da şunlardır:

Ayın boylamda ortalama hareketinin tesbiti, güneş ve ayın görünür çaplarının ölçülmesi ve güneşinkinin bir yıl, ayınkinin ise anomal ay zarfında değişimlerinin bulunması, bu buluşlardan hareketle Batlamyus'un imkânsız dediği halka şeklinde güneş tutulmasının mümkün olduğu sonucunun çıkarılması ve ayın tutulma derecesinin hesabı için çok sağlam bir metodun geliştirilmesi.

Astronomi ve küresel trigonometrinin gelişmesinde çok büyük rol oynayan bu kitabın önemi yazılışından üç asır sonra Batı'da da anlaşılmış ve eser Xll. yüzyılda Robertus Retinensis ve Plato Tibastinus tarafından Latince'ye tercüme edilmiştir. İlk tercüme kaybolmuşsa da Plato'nurı tercümesi sonradan tabloları çıkarılarak 1537'de Nürnberg'de ve 1645'te Bologna'da iki defa basılmıştır. Ayrıca İspanya Kralı Alfonso el Sabio'nun emriyle yine XII. yüzyılda Arapça aslından İspanyolcaya da tercüme edilmiştir. Bu tercümenin eksik bir nüshası halen Paris'te Bibliothque de l'Arsenal'de muhafaza edilmektedir. Arapça aslı Escurial nüshası esas alınarak C. A. Nallino tarafından Latince tercümesi ve açıklamalarla birlikte Kitabü'z-Zic'in İbranice ve Grekçe'ye tercüme edilip edilmediği belli olmamakla birlikte yahudi ve Bizanslı yazarlar üzerinde büyük etki bıraktığı anlaşılmaktadır. Çünkü kaynak göstererek veya göstermeden, layık olduğu krediyi vererek veya adını hiç anmadan ondan faydalanan pek çok Ortaçağ yahudi ve hıristiyan bilginin varlığı bilinmektedir. Bu etki XVII. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Copernicus'un Bettani'ye ne kadar çok şey borçlu olduğu. Tycho Brahe'nin çeşitli eserlerinde ve G.B. Ricioli'nin Yeni Almagest adlı kitabında Kitabü'z-Zic'den ne kadar çok iktibas yaptıkları, Kepler ve Galileo'nun da Bettani'nin gözlemleriyle yakından ilgilendikleri bilinmektedir.

2. Kitabü Mari'rifeti metali i'l-bürüc fima beyne erbai'l-felek: Her ne kadar C. A. Nallino, bu eserde Bettani'nin asıl gayesinin astrolojide kullanılan delilleri (heylac) matematik yöntemiyle temellendirmek olduğunu söylüyorsa da gerçekte onun gayesi enlemlerin 00'den 360 'ye kadar değerlerine tekabül eden doğuş (metâli') cedvellerini hazırlamaktır. Dolayısıyla astrolojiden çok astronomiye dair bir eserdir. Şu hususa da işaret etmek gerekir Bettani'den önce Habeş el-Hasib'in yapmış olduğu zicde bu cedvel yoktur, ancak Bettani'den sonra yazılan ziclerde görülmektedir. Bunun müstakil bir eser olduğu dikkate alınırsa büyük bir ihtimalle cedvellerin doğuşun derece ve dakikalarına göre tertip edilmiş olması gerekir. Nitekim bugün modern astronomi de 'reduction l'quateur" (muaddilü'n nihar) adıyla aynı türden cedveller kullanılmaktadır.

3. Risale fi tahkiki akdaril - ittisalat:

4. Şerhu'l - makaleti'l -erba'a li-Batlamyus:

Kaynaklarda Bettani'ye isnat edilen da ha başka eserler varsa da bunların on ait olduğu şüphelidir.

(T.D.V.İslam Ans. 6/9-10)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
BİTRÛCİ

XlI. yüzyılda yaşayan Endülüslü astronomi alimi.

Ebu İshak Nürüddin el - Bitrüci el - İşbilî, Kurtuba'nın kuzeyinde bulunan Bitrüc (Pedroche) şehrinde doğduğu için Bitrüci, uzunca bir süre İşbiliye'de (Sevilla) oturduğu için de İşbilî nisbesiyle anılmaktadır; Batı literatüründe Alpetragius adıyla tanınır. Ünlü filozof İbn Tufeyl'in ve İbn Rüşd'ün çağdaşı olduğunun dışında hayatı ve tahsil çevresi hakbilgi mevcut değildir. Her ne kadar Tuleytulalı (Toledo) Yahuda ben Solomon Kohen onun 1217 yılında öldüğünü da bu tarih Kitabü'l-Hey'e söylüyorsa adlı eserinin Latince'ye tercüme edildiği yıl olup ancak kesin bir tarih vermeden XIII. yüzyılın hemen başlarında öldüğünü söylemek mümkündür.
Bitrüci'ye Aristocu fizik felsefesinin verilerine dayanarak Batlamyus'un astronomik sistemini eleştirme ve bu sistemde değişiklik yapma fikrini İbn Tufeyl telkin etmiştir. Hocasının etkisi altında kaldığı bilinen Bitrüci'ye göre İbn Tufeyl, Batlamyus'un modelinden farklı olarak eksantrik ve episikilerin kullanıldığı yeni bir sistem ortaya koymuştu. Nitekim İbn Tufeyl'in bir kitabında böyle bir sistem geliştireceği vaadinde bulunduğu görülmekte, fakat bu yöndeki düşüncesini gerçekleştiremediği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte F. J. Carmody, Bitrüci'nin astronomi sistemiyle İbn Rüşd'ün konuya ilişkin daha az işlenmiş fikirleri arsındaki benzerlikten hareket ederek ikisinin de kaynağının İbn Tufeyl'in günümüze intikal etmeyen bir eseri olduğunu ileri sürmektedir.

Bitrüci hocası İbn Tufeyl'in tavsiyesi doğrultusunda çalışarak kendisini şöhrete kavuşturan Kitabü'l-Heye'yi kaleme aldı. Bu maksatla önce Cabir b. Eflah'ın Islahul-Mecisî adlı eserini okuyup onun daha önce Batlamyus sistemi yönelttiği eleştirileri öğrendi. Tesbit ettiği başlıca hata, bu sistemin Aristo fiziğinin temel ilkeleriyle ifade edilemez oluşu, bir başka deyişle Aristo'ya sadık olmayışı idi.

Bitrüci'nin astronomi ilmine getirdiği yenilikleri anlayabilmek için önce Aristo Batlamyus sistemlerine göz atmak gerekir. Aristo'ya göre gök, kendine özgü hareketleri olan iç içe geçmiş ortak merkezli saydam küreler şeklindedir. Her küre içinde bir veya birçok gök cismi yer almakta ve hareketsiz olan gök cisimleri (sabit ve gezegen yıldızlar) ancak bu kürelerin hareketiyle yer değiştirmektedir. Buna göre her küre kendi içindeki gök cisminin desteği ve nakil vasıtasıdır. Kürelerdeki mükemmellik en üsttekinden (sabit yıldızlar küresi) en alttakine (ay küresi) doğru giderek azalır. Yeryüzünde meydana gelen fiziki, kimyevi ve biyolojik değişimlerin müsebbibi bu kürelerdir. Daha sonra Batlamyus Aristo'nun bu teorisiyle Hipparkhos ve Eratosthenes gibi İlkçağ'ın ünlü astronomlarının fikirlerinden de faydalanarak yer merkezli âlem modelini ortaya koydu. Ona göre yedi gezegen (Ay, Güneş, Merkür, Venüs, Mars, lüpiter, Satürn), sabit durumda olan yerin çevresinde düzgün ve dairevi hareket ediyordu. Bunların hareketlerinde görülen bazı düzensizlikleri açıklayabilmek için de gezegeni taşıyan eksantrik (dış merkezli) küre (el-felekü'l-hâmil) teorisini geliştirdi. Bu teoriye göre gezegen hareket ederken bazen yere yaklaşır, bazen uzaklaşır ve bu sebeple aslında hızı sabit olan hareketi yeryüzünden bakıldığında bazen yavaşlamış, bazen süratlenmiş gibi görünür.

Fakat eksantrik küre tasavvuru, gezegenin hareketi sırasında titreme yapmasını (tezelzül, ıztırab) ve geri döner gibi görünmesini izah edemiyordu. Bu olayı açıklayabilmek için de eksantrik küre içinde ikinci bir kürenin varlığını tasarlamak gerekiyordu. Döndürücü küre anlamında episikl (el-felekü't-tedvir) denilen bu saydam küre, eksantrik kürenin içini tamamıyla kaplamakta ve düzenli bir şekilde kendi ekseni etrafında dönerken gezegeni de beraber döndürmektedir. Yeryüzünden bakılınca gezegenin normal hareketine göre bazen titreme yapması ve geri gidiyormuş gibi görünmesi bundan kaynaklanmaktadır.

Batlamyus'un yorumu, gezegenlerin hareketsiz olan yer çevresinde döndüğünü savunan Aristo'nun teziyle bağdaşmamaktadır. Çünkü gerek eksantrik gerekse episikl küreler onun sisteminde mevcut değildir. Bu konuda daha sade ve tutarlı bir sistemin kurulması gerektiğine inanan Bitrüci, Batlamyus'un bu karmaşık sisteminin yerine daha sade ve Aristo'nun tezine daha yakın olan helezonik hareket (el -hareketü'l -levlebiyye) teorisini geliştirdi. Bu arada Kitabü'l Hey'e'de görüşlerini temellendirirken kendi dönemine kadar sayıları sekiz kabul edilen gök kürelerine bir dokuzuncusunu ilave etti ve kâinattaki her çeşit hareketin (değişmenin) kaynağının bu küre olduğunu savundu. Ona göre göğün iç içe duran bütün küreleri en üstteki dokuzuncu kürenin etkisiyle hareket eder ve hepsi de doğudan batıya doğru döner. Ayrıca bu kürelerin hızlı ve yavaş hareketleri dokuzuncu küreye olan yakınlıklarıyla doğru orantılıdır.

Mesela sabit yıldızlar katını teşkil eden sekizinci küre ona en yakın olduğu için en hızlı hareket eder ve dönüşünü 24 saatte tamamlar. Buna göre iç küreler dıştakinin etkisine daha az maruz kaldıkları için daha yavaş hareket etmiş olurlar; bu da onların titreyerek geri geri gidiyorlarmış gibi görünmelerine yol açar.

Sistemde yer alan her kürenin ayrı kutupları bulunmakta ve bu sebeple her biri üstündekinin kutuplarından sapma göstermektedir. Bunlar bir yandan günlük hareketi takip ederken bir yandan da kendi eksenleri etrafında dönerler. Bu iki hareketin birleşmesinden ise helezonik hareket meydana gelir ki bu da gezegenlerin kuzeye ve güneye sapmaları sonucunu doğurur. Böylece Bitrüci'nin sisteminde, gezegenlerin hareketin de görülen zahiri düzensizlikler eksantrik ve episikilere gerek kalmadan açıklanmış olur.

Bitrûci'nin savunduğu diğer bir husus da Batlamyus'un sisteminde Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars... şeklinde sıralanan gezegenlerin Ay, Merkür, Güneş, Venüs, Mars... düzeninde sıralanmaları, yani Güneşin Venüs'ten aşağıda bulunması gerektiği idi; çünkü hiçbir zaman Venüs'ün Güneş'in önünden geçtiği görülmemişti. Ayrıca o, Merkür ile Venüs'ün Ay gibi ışıklarını Güneş'ten almadıklarına, bilakis birer ışık kaynağı olduklarına inanıyordu.

Bitrûci'nin astronomi sistemi XIII. yüzyıl Avrupa'sında büyük bir yankı uyandırmıştır. İngiliz astronomu William ondan alıntılar yapmış, Grosseteste ise çeşitli çalışmalarını bu sisteme dayandırdığı gibi Batlamyus sistemini reddederken de onu kendine mal etmiştir. Aynı yüzyılın ikinci yarısında Batlamyus'un ve Bitrûci'nin fikirlerini savunanlar arasındaki tartışmalar sürmüş, bu arada Bitrûci taraftarı Albertus Magnus onun fikirlerini basitleştirerek yaymaya çalışırken sonunda Batlamyus'un modelini benimsemiştir. Roger Bacon Commonia Naturalium adlı eserinde Bitrûci'nin sistemini ayrıntılı bir şekilde ele alarak Batlamyus'unkiyle karşılaştırmıştır; Opus Maius adlı eserinde ise onun gelgit teorisini tartışmıştır.

XIV. yüzyılda Batlamyus sisteminin tartışmasız kabul edildiği görülür. Bununla beraber İbrani(Yahudi) müellif Solomon Kohen ile Toledolu Isaac İsraeli (İshak el -İsrailî) Bitrûci'ye birçok atıfta bulunmuşlardır. Bunlardan birincisi Kitabü'l-Heye'nin bir muhtasarını meydana getirmiş, ikincisi ise Bitrûci'den "teorisi dünyayı sarsan adam" diye söz etmiştir. Bitrûci'yeait fıkirlerin XV ve XVI. yüzyıllarda da devam ettiği, ancak bunların bazı ilim adamları tarafından ya tam anlaşılamadığı veya yeterince incelenmediği görülmektedir. Mesela Bitrûci'den bahseden Simon de Phares'in, kitabını okumadığı için ona hayal mahsulü bazı görüşler mal ettiği, hataları üzerine küçük bir eser kaleme alan Regiomontanus'un ise yazdığı bazı pasajlardan onu yanlış yorumladığı anlaşılmaktadır.

Aralarında Bitrûci'nin de bulunduğu İbn Bacce, İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbnü'l-Eflah gibi Endülüslü alim ve filozofların, Aristocu fizik ilkeleriyle bağdaşmadığı gerekçesiyle Batlamyus astronomisine yönelttikleri eleştiriler, Batı Ortaçağ'ında önemli yankılar yapmış, özellikle bu çalışmalar Rönesans döneminde Batlamyus'u eleştirenler için bir ilham kaynağı olmuştur.

Bitrûci'nin eseri Kitâbü'l-Hey'e 1217 yılında Michael Scot tarafından De motibus celorum circularibus adıyla Latinceye, 1259'da Moses ben Tibbon tarafından İbraniceye çevrildi. Solomon Kohen'in 1247'de İbraniceye muhtasar bir tercümesini yaptığı eseri Qalonymos ben David İbraniceden Latinceye çevirmiş ve bu çeviri 1531 'de Venedik'te yayımlanmıştı. XX. yüzyılda ise Michael Scot'un yaptığı Latince tercüme Francis J. Carmody (Berkeley-Los Angeles 1952) ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde (nr. 3302) bulunan aslının yazma bir nüshası da Bernard R. Goldstein tarafından iki cilt halinde neşredilmiştir (New HavenLondon 1971). Bu neşrin 1. cildinde İngilizce tercüme ve açıklamalar, II. cildinde Arapça metin ile Moses ben Tibbon'un yaptığı İbranice tercüme yer almaktadır.

(T.D.V.İslam Ans. 6/229-230)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
BİRÛNİ (EL-BİRÛNİ)

Astronomi, matematik, fizik, tıp, coğrafya, tarih ve dinler tarihi başta olmak üzere çeşitli alanlarda önemli eserler veren, Türk - İslam ve dünya tarihinin en tanınmış ilim adamlarından biri

Ebu'r-Reyhan Muhammed b. Ahmed el-Birûni. 3 Zilhicce 362 (4 Eylül 973) tarihinde Harizm'in merkezi Kâs'ta doğdu. Ceyhun nehrinin aşağı kısmında yer alan bu şehir o dönemde Harizm adıyla da anıldığından Birûni el-Harizmi nisbesiyle de bilinmektedir. Ancak kendisinden önce yaşamış olan ünlü matematikçi Harizmi (Muhammed b. Musa) ile karıştırılmaması için kaynaklarda Harizmi nisbesinden önce mutlaka Birûni nisbesi de zikredilmiştir.

Birûni'nin mevcut eserlerinin hiçbirinde kendi milliyeti hakkında herhangi bir açıklamaya rastlanmamaktadır, Harizm bölgesinde Fars, Türk ve Soğd unsurların birlikte bulunması bu konuda tahminde bulunmayı güçleştirmekle birlikte yapılan araştırmalar Türk olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Her şeyden önce Birûni yi. Arap veya Fars ırkı hakkında yazdıklarından herhangi birine dayanarak Arap veya İranlı yahut daha da öteye giderek İran milliyetçisi sayan görüşler mesnetsizdir. Çünkü Birûni'nin her iki ırk için de lehte ve aleyhte değerlendirmeleri vardır. Ayrıca Arapça ve Farsçanın kendi ana dili olmadığını belirtmektedir Ana dilinin Soğdca olması ihtimali de zayıftır; çünkü araştırmalar Soğdca'nın o dönemde bir kültür ve medeniyet dili olduğunu ortaya koymuştur, Hâlbuki Birûni kendi ana dilinin bir ilim dili olmadığını hayıflanarak söylemektedir. Eserlerindeki Arapçanın kullanımında rastlanan gariplikler Peçenekçenin tesirine bağlanabileceği gibi sık sık Peçenek söyleyişiyle Türkçe kelimeler kullanılması da Türk asıllı olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir, Bundan başka Birûni'nin henüz çocukken Kas'ta saraya ilaç getiren ihtiyar bir Türkmen'le karşılaştığını bildirmesi onun Türkçe bildiğinin ve Türk olduğunun önemli işaretleridir.

Birûni'nin ailesi, soyu ve milliyeti hakkındaki belirsizliğe karşılık onun çocukluğundan beri araştırmacı bir ruha sahip olduğu, çeşitli konuları öğrenmek için aşırı bir istek duyduğu bilinmektedir. Esasen bu bilgin, ailesi, soyu ve milliyet hakkında fazla açıklamada bulunma gereksiz görmüş, ancak kendi şahsi hayatı ve entelektüel serüveniyle ilgili ayrıntılardan sık sık söz etmiştir.

Birûni'nin "gölgelerinde nimetlendiğini" söylediği Afrigoğulları'ndan Harizmşahlar'ın himayesine ne şekilde girdiği bilinmemektedir. Ancak kendisinin, daha çocukken saraya ilaç getiren bir Türkmen'in başına gelenlere bizzat şahit olduğuna dair ifadeleri, küçük denebilecek bir yaşta Harizmşahlar'ın himayesine girdiğini ve saray terbiyesiyle yetiştiğini göstermektedir. Özellikle bu sülaleden tanınma âlim ve matematikçi Ebu Nasr İbn Irak onun ilmi hayata iyi bir başlangıç yapmasını temin eden önemli bir simadır Başkası için kullanmadığı "üstadım" sözünü bu hocası için kullanan Birûni, ondan Öklit geometrisiyle Batlamyus astronomisini okudu. Irak ailesinin ve bu aile ye mensup Mansur'un Birûni'nin eğitimine özel bir ihtimam gösterdiği ve onur yetişmesi için çeşitli imkânları seferber ettiği anlaşılmaktadır. İbn Irak dışında Abdüssamed b. Abdüssamed el-Hakim'den de dersler alan Birûni'nin uzun süreli bir öğrenim hayatı olmadığı daha çok kendi kendini yetiştirdiği bilinmektedir. Bu husus, onun sahip olduğu araştırma ruhu ve ilmi tecessüsün yanı sıra erken yaşlarda eser vermiş olmasından da çıkarılabilir. Nitekim ilk rasadını 380 de (990) yaptığına göre daha on yedi yaşında iken ilmi çalışmasını verimli bir noktaya ulaştırabilmiş demektir. Bu rasatlar sırasında güneşe bakmaktan gözlerinin rahatsızlanması ve rasatlarını güneşin sudaki aksine bakarak sürdürmesinden de sahip olduğu azim ve hırsın derecesini anlamak. Yine aynı yaşlarda yarım derecelik bölümlere ayrılmış bir çember ile Kas boylamından güneşin yüksekliğini ölçerek şehrin enlem derecesini hesaplamıştır. Yirmi iki yaşında iken de bir gözlemler ve ölçmeler dizisi planlamış, diğer bazı gereçlerin yanı 'sıra çapı 8 m. olan bir astronomik çember hazırlamıştır.

Fakat Birûni'nin bu huzurlu devresi uzun sürmemiştir. Yirmi iki yaşına henüz girmiş ve Harizm sarayında mevki sahibi olmuş bu genç ilim adamı için siyasi iktidarın el değiştirmesiyle sıkıntılı bir dönem başlayacaktır. 995 yılında Ceyhun nehrinin öte yakasında bulunan Me'müniler'in Kas'a saldırıp Harizmşahlar'ı tarihten silmeleri ve Harizm idaresinin Gürgenç merkezli yeni bir siyasi iktidara bağlanması üzerine Birûni Kas'ı terk etti. Bundan sonra nereye gittiği konusunda kesin bilgi yoktur. Ancak bir süre Rey'de kaldığı ve bir yoksulluk dönemi yaşadığı bilinmektedir. Ayrıca Birûni Rey'de sürdürülen rasat çalışmalarından da bahsetmektedir. 0 dönemde Büveyhiler'in idaresinde bulunan Rey de hükümdar Fahrüddevle'nin emriyle Ebu Mahmud el-Hucendi (6. 390/1000) tarafından büyük bir ****tant yapılmış ve güneşin o boylama girişlerini gözetlemekte kullanılmıştı. Birûni, adını hükümdardan alan Fahri ****tantı'nı tarif etmiş ve bizzat Hucendi'den elde ettiği bilgilere dayanarak yapılan rasatları Hikayetü'l - aleti'l-müsemmat bi's-südsi'l Fahri adlı risalesinde ayrıntılarıyla kaydetmiştir. Birûni Kas'ı 995'te terk ettiğine ve Hucendi 1000 yılında öldüğüne göre ikisinin Rey'de görüşmeleri herhalde şehri terk ediş tarihinden fazla uzak değildir. Onun 997 yılında Kas'a geri döndüğü kesindir. Nitekim Birûni, 24 Mayıs 997 tarihinde daha önce kararlaştırılmış bir randevu ile burada büyük İslam matematikçisi ve astronomu Ebü'l-Vefa el-Büzcani ile buluşmuş ve ikisi birlikte ay tutulmasını gözlemlemişlerdir. Bu arada Gilan şehrine de gitmiş olma ihtimali mevcuttur. Zira Kitabü Makalidi ilmi'l hey'e adlı eserini bu şehrin hükümdarı ya da valisi olan Merzüban b. Rüstem'e ithaf ettiği bilinmektedir. Ayrıca Birûni 1000 yılında bitirdiği el -Asârü'l - bâkıye adlı eserinde Gilan ispehbedinin huzurunda bulunduğundan bahsetmektedir

Aynı yıl Birûni'nin Buhara'da da bulunduğu bilinmektedir. Kendisi, 997 yılında Samaniler'in tahtına geçen ve saltanatı yalnızca iki yıl süren II. Mansur'un sarayında himaye görmüştür. Hatta çok sonraları yazdığı bir şiirinde onun ilk hamisi olduğunu zikretmektedir. Bu arada 155 yıl boyunca Cürcan, Guan, Taberistan ve Kuhistan gibi yerleri hâkimiyetlerinde tutmuş olan Ziyariler'in hükümdan Kabüs b. Veşmgir Cürcan'dan sürülmüştü ve Horasan Emirliği'nin desteğiyle tahtına yeniden kavuşmak istiyordu. 998'de Cürcan'a geri döndüğünde beraberinde artık hizmetine girmiş olan Birûni'yi de getirmişti. Birûni'nin yeni hamisi Kabüs b. Veşmgir'den pek hoşlanmadığı, ancak ona karşı minnet duyguları beslediği bilinmektedir. Âlim ve edip bir kişi olan Kabüs Birûni'nin çalışmalarını desteklemiş, o da el-Asârü'l-bâkıye adlı eserini bu hüküm dara ithaf etmiştir. Eserinin çeşitli yerlerinde Kâbus'u övmüş ve lakap kabul etmediğinden ötürü onu takdir ettiğini belirtmiştir. Birûni'nin İbn Sina ile sorulu cevaplı tartışmaya bu dönemde girdiği sanılmaktadır.

Birüni, Cürcan'da kendisine gösterdiği büyük ilgi ve tanıdığı imtiyazlara rağmen katı kalpli bulduğu Kabüs'u, Gürgenç'teki Me'müniler hanedanından Ebu'l-Hasan Ali b. Me'mün'un daveti üzerine 1009 yılında terk etti. Bu tarihi 1003 olarak gösteren bir görüş de vardır. Zira Birûni'nin, 1003 yılının 19 Şubat ve 14 Ağustosunda Cürcan'da iki defa gerçekleştirdiği ay tutulmasıyla ilgili gözlemlerinin üçüncüsünü ertesi yılın 4 Haziranında Gürgenç'te tekrarlamıştır. Buna göre 1003'te Cürcan'ı terketmiş ve Gürgenç'e yerleşmiş olması gerekir. Ancak onun üçüncü rasadını Gürgenç'te ikamete devam etmiş olmasının kesin delili saymak fazla iddialı olacaktır. Nitekim 997'de Kas'a tekrar dönüp Ebü'l-Vefa el-Büzcani ile ortak rasat faaliyetlerini gerçekleştirmiş, fakat orada kalmamıştır.

Birûni'nin Kabüs'tan sonraki yeni hamileri olan Me'müniler de gerçekte Samaniler'e vergi ödeyen bağımlı bir tahtın temsilcileriydi. Onların yıkılmasından sonra Gazneliler'in hâkimiyeti alanına girmişler, ancak yine de yarı bağımsız kalabilmişlerdir. Bu sülaleden Ebü'l-Hasan Ali'nin yakın desteğini kazanan ve ölümünden sonra kardeşi Harizmşah Ebü'lAbbas Me'mün b. Me'mün'un himayesine giren Birûni onun kendisini üne ve refaha kavuşturduğunu kaydetmektedir. Şahsı için Ebu'l-Abbas'ın sarayında bir daire tahsis edilen bilgin aynı zamanda bir müşavir olarak da çalıştı. Kendisine sağlanan siyasi ve ilmi imkanlar sayesinde araştırmalarını Cürcan'da olduğundan daha verimli olarak sürdürme imkanı buldu. Onun bizzat yaptığı ve 'Şahin Çemberi" adını verdiği astronomi aletini Ebü'l-Abbas'a ithaf etmesi, hükümdara karşı duyduğu minnet duygusunun bir ifadesidir.

Birûni'nin Gürgenç'i bir ikametgâh olarak samimiyetle benimsediği anlaşılmaktadır. Nitekim kendisi bu şehirden 'vatanım" diye bahsetmekte, ancak üstlenmek zorunda kaldığı idari ve siyasi görevlerin ilmi faaliyetlerini bir ölçüde engellediğini vurgulamaktadır. Doğum yeri ve ası1 vatanı olan Kas'ın artık Gürgenç'e bağlı olmasından ötürü de bu sözü sarf etmiş olabilir. Öyle anlaşılıyor ki Birûni'nin, Harizmşah Ebu'l-Abbas Me'mün'ün önüne getirdiği siyasi ve idari meseleleri çözüme kavuşturmada oldukça başarılı idi. Özellikle Harizm'in Gazneliler ve Karahanlılar'la münasebetinde önemli roller üstlenmiştir. 1014 yılında Gazneli Mahmud'un Harizm'de doğrudan hâkimiyet sağlama girişiminde bulunmasıyla gerginleşen siyasi ortam, Ebu'l-Abbas Me'mün'un Gazneli otoritesini kabul etmesine rağmen ordunun ve diğer emirlerin buna yanaşmamasıyla tam bir kargaşaya dönüşmüştü. İsyan eden ordu Mahmud'un eniştesi olan Me'mün'u öldürünce Mahmud bunu fırsat bilip Harizm'i ülkesine katmıştı. Bu gelişmeler Birûni'nin hayatında yepyeni bir dönemin başlangıcını oluşturdu. Çünkü Mahmud geri dönerken Biruni ve hocaları Ebu Nasr İbn Irak Mansur. Abdüssamed ve yine Gürgenç'te ilmt münasebet kurduğu Ebu'l-Hayr el-Hammar'ı da Gazne'ye götürmüştü. Bu sırada Biruni kırk dört yaşındaydı.

Birüni için Harizm devresinin bitip Gaz ne devresinin başlaması sıkıntılı olmuştur. Daha önceki siyasi durumu sebebiyle Nandana Kalesi'nde bir süre göz hapsinde tutulan Biruni, bu mahrumiyet günlerinde bile ilmi çalışmalardan uzak kalmadı ve orada sağlayabildiği aletlerle çeşitli astronomik gözlem ve hesaplamalar yaptı (1018). Gazneli Mahmud'la önceleri yakın ilişki kuramamasına rağmen kendisine resmen yardımda bulunulduğu da bilinmektedir. Bu iki meşhur simanın birbirine yaklaşmasında Hint tapınaklarından alınan bir değerli taşın rolü olmuştur. Biruni'nin söz konusu sıkıntılı dönemi herhalde yalnızca kendi psikolojik durumundan kaynaklanmıyordu. Gazne'de araştırma ruhuna sahip bilginlerin varlığına pek tahammül gösteremeyen ve onları sapıklık ve zındıklıkla suçlayan bir zihniyet hakimdi.. Nitekim Biruni'nin hocası Abdüssamed dinsizlik ve Karmatilik'le itham edilerek öldürüldü. Aynı suçlamalar Biruni'ye de yöneltildi, fakat etkili olmadı. Çünkü Biruni, henüz yirmi yedi yaşında iken Karmatiler hakkında Kitab fi ahbari'l - mübeyyida ve'l - Karamita adlı bir eser yazıp tehlikeye dikkatleri çekmiş biri olarak kendisini rahatlıkla temize çıkarma imkânına sahipti. Dinsizlik suçlamasını haklı çıkaracak bir delil de yoktu. Sonuç olarak Biruni bu suçlamalardan ilmi seviyesinin de yardımıyla kurtuldu. Biruni ile Gazneli Mahmud arasında başlangıçta hüküm süren soğukluğun sebeplerinden biri de Mahmud'un veziri ve danışmanı Meymendi'dir. Firdevsi de onun yüzünden ünlü hicviyesini yazıp ülkeden kaçmıştı. Ancak Biruni sıkıntılara sabır ve metanetle göğüs germiş, bu tavrı Mahmud ile aralarında derin ve samimi bir münasebetin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim yazılarında Mahmud'un kendisinden hiçbir nimeti esirgemediğini. Gazne'deki ilmi çevrelerin Mahmud'a büyük itibar gösterip peşinden koştuklarını, onun izzet otağı ve devletin dayanağı olduğunu. 'Doğu'nun başşehri" diye andığı Gazne'nin de ikinci vatanı olacağını kaydetmiştir. Biruni'nin Mahmud zamanında İslam âleminin genişlemesinden büyük bir sevinç duyduğu anlaşılmaktadır.

(Devam ediyor..)

 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
BİRÛNİ (EL-BİRÛNİ)

(Devamı..)

Biruni'nin, ölümünün ardından "âlemin aslanı", zamanın yegânesi" diye söz ettiği Gazneli Mahmud sarayını edîp, şair ve bilginlere daima açık tutmuş, bu arada Kerramiler'i, Karmatiler'i ve Şiileri takip ettirmiştir. Gereksiz tartışma çıkaran bazı kitapları da yaktırmıştır. Bu ortamda Biruni Gazne'ye gelişinden itibaren ilk on yıl içinde oldukça verimli bir ilmi faaliyet imkânı bulmuş, astronomi, matematik ve fizikle ilgili çalışmalarını derinleştirmiştir. Hindistan'ı konu alan ünlü Tahkiku ma li'l-Hind adlı eseri de bu dönemin bir ürünüdür.

Sultan Mahmud 1002-1026 yıllan arasında Hint kıtasında tedrici bir fetih hareketi sürdürmüş ve sonunda İndus havzası ve Ganj vadisinin önemli bir bölümü ile güneyde Hint Okyanusu'na kadar uzanan toprakları ele geçirmiştir. Biruni İslam âleminin önünde açılan bu yeni coğrafyaya büyük ilgi duymuş ve içinde yaşadığı geniş imparatorluğun sağladığı imkânlardan faydalanarak Hindistan'ı tanımak istemiştir. VII. Yüzyıldan itibaren Hint kültürünün astronomi, matematik, tıp ve edebiyat ürünlerini tercümeler yoluyla tanımış olan İslam dünyası için bu kıta her zaman cazibesini korumuştur.

Çeşitli vesilelerle Hindistan'ı ziyaret eden Biruni oraya ilk giden müslüman âlim değildi. Daha önce birçok kimse Sind'e, Sind'in güney kıyılarına, Hindistan'a gitmiş ve bu yerlerle ilgili kitaplar yazmıştı. Ancak Biruni gezileri çok hazırlıklı ve dolayısıyla verimli oldu. Daha önce kendisi gibi Gazne'ye getirilen Hintli bilginlerle tanışmış ve onlardan Sanskritçeyi bir ölçüde öğrenmişti. Bu bilginlerle konuştukça Hindistan'a dair ilgisi artmış ve önemli bilgiler edinmişti. Biruni'nin Hindistan'a kaç defa ve hangi tarihlerde gittiği kesin olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte Sümenat ve Mültan seferlerine katıldığı, Kuzey Hindistan, Keşmir ve Pencap bölgelerini gezip gördüğü kesindir. Pencap'ta Hint bilginleriyle temas kurmuş, onlarla Sanskritçe konuşulan ilmi meclislerde tartışarak takdirlerini kazanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Biruni Hintli bilginler üzerinde şaşkınlık ve hayranlık uyandıran bir etkiye sahip olmuştur.

Öklid'in Unsurlar adlı eseriyle Batlamyus'un el-Mecisti'sini Sanskritçeye patanjali ve Samkhya'yı da Arapça'ya çevirdiğine bakılırsa Biruni giderek Sanskritçeye iyice hâkim olmuştur. Onun Arapçaya tercümesini yetersiz bulduğu Pançatantra masallarını da Arapçaya çevirmeye teşebbüs ettiği bilinmektedir. Ancak bu çalışmalarının en ön meyvesinin Tahkiku ma li'l-Hind eseri olduğu belirtilmelidir. Gazne'de geçirdiği uzun yıllar boyunca yaptığı tabiat araştırmaları, astronomi gözlemleri, matematik çalışmaları yanında devlet ricaliyle olan yakınlığının sağladığı çeşitli kültürlerle münasebet imkânını da daima değerlendirmesini bilmiş Mesela Volga boylarındaki Türk hakanın 1024 yılında elçi olarak gönderdiği heyetle görüşerek bilgisini artırmaya çalışmıştır. Kutup ülkeleriyle temas halinde iken güneşin günlerce batmadığını söyleyen bir heyet üyesi Sultan Mahmud'un dini gayret ve öfkesini harekete geçirmiş, ancak Biruni araya girip bunun tabii olduğunu belirtmesiyle sultan ikna olmuştu. Yine Gazne'ye 1027 yılında gelen bir Çinli ve Uygur Türk elçilik heyetinden Uzakdoğu ile ilgili bilgiler edinmiştir.

Gazneli Mahmud'un 1030 yılındaki ölümünden sonra tahta geçen oğlu Mesud da (1030-1041) bilginlere itibar eden bu kişiliğe sahipti. Biruni bu dönemde saraydaki danışmanlık görevinin yanı sıra ilmi araştırmalarını yine sürdürdü. Tahdidü nihayati'l-emakin, Makale fi'stihraci'l-evtar fi'd-daire, Tahkiku ma li'l-Hind gibi Gazne döneminin önemi eserlerine el - Kanunü'1 -Mes'udi adlı eserini de ekleyerek ilmi hayatının zirvesine ulaştı. Sultan Mesud'a ithaf edildiği için bu ismi alan ve Ortaçağ astronomisi için çok önemli sonuçlar ihtiva eder bu kitap Batlamyus sistemiyle önemi farklılıklar arz ediyordu. Özellikle devrinde arzı merkez kabul eden anlayışa karşı dünyanın güneş etrafında dönmesi durumunun astronomik olguları değiştirmeyeceği görüşünü savundu. Sultan Mesud bu ithafa bir fil yükü gümüş para ile mukabele ettiyse de Biruni bu armağanı geri. Biruni'nin Sultan Mesud zamanında vatanını ziyaret ettiği ve bu vesile ile Cend'de kırk yıl boyunca aradığı Mani'nin bir kitabını elde ettiği kaydedilmektedir.

Uzun süredir kendisini etkileyen ciddi bir hastalığı altmış iki yaşlarında iken 1035 yılında atlattığını belirten Biruni'nin aynı yıl Ebu Bekir er-Razi'nin eserlerine ait geniş bir katalog hazırladığı bilinmektedir. İlerlemiş yaşına rağmen ilmi faaliyetlerine ara vermeyen Biruni, Sultan Mesud'dan sonra Oğlu Mevduda da (1041-1049) el-Cemahir li marifeti'l- cevahir ve el - Kitabu'1- Muanven bi'd-Destur adlı iki kitabını ithaf etti. Görme ve işitmede güçlük çekmeye başlayınca öğrencilerinin en seçkinlerinden olan Ebu Hamid Ahmed b. Muhammed en-Nehşei'yi yardımcı edindi, ayrıca kendisine yardım eden bir Rum araştırmacı ile birlikte çalıştı. Biruni son eseri olan Kitabus-Saydele fi't- tıbbı yazdığında ****en yaşını geçmişti. Böylece tıpla ilgili olarak başlayan telif hayatı tıbbi bir eserle sona erdi. Ölümünden az önce kendisini ziyarete gelen eski bir dostuyla yaptığı feraiz(miras taksimiyle ilgili) hesaplamaları onun son teorik çalışmasını oluşturmuştur. Gazne'de ölen Biruni'nin vefat tarihi konusunda tek ve kesin bir kayıt mevcut değildir. Kendisi ****en yaşını geçtiğinden bahsettiğine göre daha önce yaygın kabul gören 440 (1048) tarihi geçersiz olmaktadır. Buna göre Biruni'nin 443 (1051) yılını idrak ettiği kesindir. Yakut'un verdiği tarih olan 403 (1012) istinsah hatası kabul edilip 453 olarak değiştirilirse ölüm tarihi mildi 1061 olmaktadır.

Biruni, Piknometre (Yoğunluk ölçme Aleti)'nin İlk Mucidi ve Yoğunluk Bulma Metodu:


İlk yoğunluk ölçme aletini, Biruni icad etmiştir. Biruni'nin bu aleti konik bir yapı arz etmektedir. Biruni, önce yoğunluğunu bulmak istediği elementi terazide dikkatlice ölçer, sonra su dolu konik alete koyar, elementin konideki açılmış özel delikten taşırdığı suyu alır ve ölçer, sonra iki ağırlığı oranlar. Yani elementin salt ağırlığı ile taşırdığı suyun ağırlığını oranlar, Biruni'ye göre, o elementin yoğunluğudur. Bugünkü modern yoğunluk bulma metodu ve aleti, aslında Biruni'nin metodu ve aletinden başka bir şey olmayıp, ancak daha geliştirilmiş bir şeklidir.

Biruni ve Hâzini'ye Göre Bazı Elementlerin Yoğunlukları:

Burada büyük kimyacılardan Biruni ve Hazini'nin bazı elementler için verdikleri yoğunluk ağırlıklarını göreceğiz. Ayrıca, bugünün kimyacılarının verdikleri ölçüleri de vereceğiz ki, okuyucu bu iki kimyacının verilerinin bugünkü ölçülerden pek farklı olmadığını görebilsin ve İslam ilminin ne kadar ileri olduğu hakkında bir fikir edinebilsin.

Biruni'ye Göre Modern Kimyaya Elementler:

Altın: Civa:

ALTIN: (19,26) 19,05 19,26
CİVA: 13,74 (13,59) 13,59
BAKIR: 8,92 8,83 8,85
PİRİNÇ: 8,67 8,58 8,4
DEMİR: 7,82 7,74 7,79
KALAY: 7,22 7,15 7,29
KURŞUN: 11,40 11,29 11,35
Zümrüt Kuars
SAFİR: 3,91 3,76 3,90
YAKUT : 3,75 3,60 3,52
ZÜMRÜT: (2,73) 2,62 2,73
İNCİ: 2,73 2,62 2,75
AKİK: 2,60 2,50 -

KUARS: 2.53 2.58 2.58

El-Biruni ve Artifisiyel Seleksiyon Yoluyla Tekamülü:

Batılı tekâmülcülerle müslüman düşünürlerin arasındaki esaslı bariz fark ikidir. Darwin ve batılılar mekanist ve materyalist oldukları halde (çünkü onlar tekâmülün sebebini maddeye indirgerler), Müslümanlarınki idealisttir (çünkü dediğimiz gibi tekâmülün esas sebebi Allah'tır ve tekâmül kanunu Allah'ın tabiata koyduğu bir kanundur). Diğer yandan, Darwin ve diğer batılılar tekâmülü sadece varlığın biyolojik yönünde gördükleri halde, müslümanlar bunun ruhsal da olduğunu savunurlar.

El-Biruni'nin genel tekâmül teorisine katkısı ve yeniliği artifisiyel seleksiyon yoluyla tekâmülü kabul etmiş olmasıdır. Darwin sonrası Darwincilerin üzerinde durduğu bu teoriyi el-Biruni sekiz yüzyıldan daha fazla bir zaman önce ortaya atmıştır.

El-Biruni'ye göre, insanın, hayvan ve bitki türlerinin iyilerini kötülerinden ayırarak daima her yönden iyi türleri seçip yetiştirmesiyle, bitki ve hayvan türlerinin tekâmülünün hızlanmasını sağlar. Bu şekilde daimi seçimler neticesinde türlerin daha iyileri elde edilmiş olur ve türlerin tekâmülüne insan müdahale etmiş olur. İşte bu tür seçme ve ayıklamaya artifisiyel seleksiyon yoluyla tekâmül diyoruz.
Şimdi bu konuda bizzat el-Biruni'nin kendi sözlerini nakledelim:

"Şüphesiz, âlemin varlığının devamı üretkenlik ve nesillerin çoğalmasına bağlıdır. Âlemin kendisi sınırlı olduğu halde, zaman içindeki üreme ve artış sınırsızdır. Ne zaman ki bir bitki veya hayvan nevi kendi varlığında üremez olur, yeni bir tür olarak kendi benzeri meydana çıkar ve bunun her bir ferdi basit olarak bir varlığa sahip olup, yok olmaz; bunun ötesinde kendisi gibi bir defada tek bir tür yaratmaz, çeşitli zamanlarda da birçok türünü birden yaratır ki, böylece tek bir bitki veya hayvan türü olarak bütün yeryüzünü istila edecek şekilde gücü yettiğince çoğalır ve yayılır.

Çiftçi, ihtiyacı oranında en iyi mısır türleri elde edinceye kadar, gelişmeye daha az elverişlileri keserek, seçim yapabilir Ağaç yetiştirici, en güzel yapraklı ve meyveli türleri buluncaya kadar, daha az elverişlileri keserek seçim yapabilir. Arılar, bal yapmaksızın kovandan bal yiyen asalak arıları öldürürler.

Biruni'ye göre Tabiat Ekonomisi:

El-Biruni tekâmül teorisinin bilimsel neticesi olarak tabiat ekonomisi fikrini ortaya koyar. Her ne kadar tabiatta tekâmül varsa da bu tekâmülün bir sınırı ve bir kanunu vardır. Yukarıda kendisinin de söylediği gibi, herhangi bir bitki veya hayvan türü tabiatı tamamen kaplayıp, diğer türleri yok edebilecek şekilde çoğalabilir, fakat gerçekte bu böyle değildir. Tekâmülü ve tabiatın üremesini kontrol eden bir kuvvet vardır ki, el-Biruni buna tabiat ekonomisi adını verir. 0 şöyle der:

Tabiat bizzat kendisi de aynı çiftçi gibi benzer bir yol takip eder. Bununla birlikte, seçim işi değişken olmayıp bütün şartlar altında tek ve aynıdır. Kendisindeki ekonomik kuralın neticesi olarak ağaçların meyve ve yapraklarının yok olmasına, yeni türlerin yetişmesi için müsaade eder. Eğer yeryüzü bir türün üyelerinin çokluğuyla fesada uğrar hale gelecek olursa, onun bütün fertlerine hükmedebilen bir kontrolcüsünü ortaya çıkararak, fazla türleri yok eder ve üremeyi normale düşürür.

Görüldüğü gibi tabiattaki üreme bizzat tabiatın kontrolü altındadır. El-Biruni'ye göre, Allah'ın tabiata bahşettiği bu yeti sayesinde tabii denge korunmaktadır.

El-Biruni'nin bu görüşlerinin mantıki neticesi olarak, burada şu söylenmeden geçilmez: İnsan yavrularını katletme olmaktan başka bir şey olmayan doğum kontrolü adı verilen çirkin cinayetin, tabiatın gerçeklerine uygun olmadığıdır. İnsan da tabiat içinde bir tür olduğuna göre, elbette o da tabiatın ekonomisi kuralına tabidir. Nerede fazla çoğalma varsa bu bizzat tabii yollarla yok olmaktadır. Tabii Afetler, zelzeleler, yangınlar, vs. gibi. El-Biruni'nin bizzat kendinin de örnek verdiği gibi, tarihte her ne zaman Hindistan da nüfus o derece kesafet kazandığında, tabii afetler sonucu fazla nüfus yok olmuştur. İnsan balıkların üremesini düşündüğü zaman onların denizleri niçin kaplamadıklarına hayret etmesi gerekir; halbuki tabiatın ekonomisi tabii yollarla, denizlerin besleyebileceği oranda balığı muhafaza, fazlayı defettiği düşünüldüğünde hikmet ortaya çıkmaktadır. Tabiata bakınca, insanların doğum kontrolü gibi modern cinayetlerinin nedeninin tabii olmadığı, ideolojik olduğu anlaşılır.

(Bitti.)

(İslam'da Bilim Ve Teknoloji Tarihi, Doç. Dr. M. BAYRAKTAR,124-125/142-144) (Tdv.İslam Ans. 6/206-208)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
CABİR b. EFLAH


Batı'da Geber adıyla bilinen Endülüslü astronom

Ebu Muhammed Cabir b. Eflah el-İşbili (Xll yüzyıl).İşbiliye'de (Sevılla) doğdu. Hayatı hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. XII. yüzyılın ortalarında vefat etmiş olabileceği, Oğlunun İbn Meymünu (Ö. 1204) şahsen tanımış olmasından çıkarılmaktadır. Ortaçağ'da İslam dünyasından çok Batı'da Batlamyus'u eleştiren bir astronom olarak tanınmış, çok defa da kimyacı Cabir b. Hayyan, matematikçi -astronom Cafer b. Eflak ve ünlü astronom Muhammed b. Cabir el-Bettani ile karıştırılmıştır.

Cabir'i büyük bir üne kavuşturan, Batlamyus'un tanınmış eseri el-Mecisti deki yanlışları düzeltmek üzere kaleme aldığı Kitabül-Hey'e fi ıstıhi'l Mecisti adlı kitabıdır. Bazı kaynaklarda Kitabü'l-İstikmal şeklinde geçen eserin adı Escurial nüshasında Kitabü'l-Hey'e, Berlin nüshasında Islahul-Mecisti olarak kayıtlıdır. Cabir'in gerek metodunun gerekse üslubunun biraz karmaşık olduğu anlaşılmaktadır Bu sebeple Endülüslü bir astronom olan Yusuf b. Yahya es-Sebti Mısır'a giderek Sebte'den (Ceuta) tanıdığı yahudi filozofu İbn Meymun ile buluşmuş ve Cabir'in Kitabü'l-Hey'e'si üzerinde birlikte çalışarak gerekli düzelt melerde bulunmuşlardır. KitabüI-Hey'e, Latince'ye çevrilmiş ve yayımlanmıştır.

Cabir'in eserin giriş kısmına koyduğu küresel trigonometri bilgileri özellikle önem taşımaktadır, mesela C açısı dik bir küresel üçgen için "Cos A = Cos a. Sin B" bağıntısına eş değer bir formül vermiştir ki bu o döneme göre büyük bir başarıdır. Düzlem trigonometride ise Batlamyus yöntemine göre hareket etmiş ve kosinüs yerine kirişleri kullanarak problemlerin çözümünü başarmıştır. Cabir eserinde Batlamyus'un bazı görüşlerini eleştirmiş ve bu arada iç gezegen Merkür (Utarid) ve Venüs'ün (Zühre) görülebilir paralaksları (uzaklık açısı) olmadığını iddia eden ve güneşe 3 dakikalık bir paralaks atfeden tezini de haklı olarak reddetmiştir.

Cabir kitabın beşinci makalesinde Batlamyus'un 'zatü'ş-şu'beteyn" adlı aletini tanıttıktan sonra kendi icadı olan başka bir aleti açıklarken şöyle demektedir:

"Anlatacağım gibi bir halka, diğer bir halkanın dörtte biri ve hedefeleri bulunan bir cetvelden müteşekkil bir tek alet, bu kitapta sözü edilen diğer bütün aletleri gereksiz kılar". Eserin Arapça metninde anlaşılması nisbeten zor olan bu aletin mahiyeti Latince çevirisinde iyice içinden çıkılmaz bir durum almıştır. Delambre eserinde, bazı bölümleri iyi çözümlenememekle beraber Cabir'in aletindeki halkanın çeşitli düzlemlere yani ekvator, ekliptik ve ufuk düzlemlerine intibak ettirilebildiğini dolayısıyla bununla muhtelif düzlemlere göre rasat yapılabilmekte olduğunu söyler. Öte yandan Repsold bütün astronomi tarihi kitaplarında "Cabir'in teodoliti" diye söz edilen bu aletin yapısını ortaya koymuştur. Cabir'in aletinin başka bir kimse tarafından kullanıldığı görülmemekle birlikte Avrupa'da bu aletten ilham alınarak muhtelif düzlemleri referans düzlemi alan bir gözlem aleti yapılmıştır ve bu alet "turquetum" adıyla tanınmaktadır. Bu aletten ilk defa Regiomontanus bahsettiği için uzun süre onun bu aletin mucidi olduğu zannedilmiştir. Hâlbuki Regiomontanus eserinin başında. 'Machina collectitia Gebri Hispalensis" cümlesiyle aletin kendine değil Endülüslü Cabir'e ait olduğunu bizzat vurgulamıştır. Esasen bu konuda yapılan araştırmalar Regiomontanus'tan çok önce bu aletin kullanıldığını ortaya koymaktadır.

İslam ülkelerinde Cabir'in adını koymadığı aletinden ilham alınarak meydana getirilmiş herhangi bir alete rastlanmamıştır. Her ne kadar bazı yazarlar 'zatü's-semt ve'l-irtifa" adlı alete 'turquetum" diyerek bunun İslam âleminde çok kullanılan bir alet olduğunu ileri sürerlerse de bu görüş isabetli değildir. Zinner. 'turquetum" adının anlamını Türk (rasat) aleti" şeklinde vermekte (türkengerat) ve bu konu ile ilgili şu açıklamayı yapmaktadır: İsminden de anlaşılacağı üzere bu aletin ortaya çıkarılmasında bir Türk veya Arap aleti model olarak alınmıştır. Bu muhtemelen 1100 senesi civarında Cabir tarafından icat edilip isim verilmeyen, fakat aşağıdaki kısımları ile tefrik edilen alettir

Cabir genellikle Batlamyus'u eleştiren astronom olarak tanınmaktadır. Hâlbuki onun ilme yaptığı en önemli katkı Batı trigonometrisi üzerinde olmuş ve özellikle etkisi, 1460'tan önce yazılarak 1533 te yayımlanan Regiomontanus'un De Triangulis (üçgenler hakkında) adlı eserinde hissedilmiştir. Batı literatüründe bu konu ile ilgili bilgilerin çoğunun Cabir'den alındığı anlaşılmaktadır. Islahu 1-Mecisti den alındığına dair herhangi bir kayda rastlanmamakla beraber Copernicus'in (Kopernik) küresel trigonometrisi de genel olarak aynıdır. Copernicus eserinde Cabir'den Batlamyus'un en büyük iftiracısı diye söz eder.

Kitabü'l-Hey 'e fi ıstılahil-Mecisti'nin çeşitli nüshaları günümüze ulaşmıştır. Cabir b. Eflah ve eseriyle ilgili olarak Batı'da yapılan çeşitli araştırmalar yanında R. P. Lorch da küresel trigonometriyle ilgili tesirleri konusunda Jabir İbn Aflah and His Influence in the West (Manchester 1970) adıyla bir doktora tezi hazırlamıştır.

(T.D.V.İslam Ans. 6/ 532-533)
 
Üst Alt