alptraum
New member
- Katılım
- 1 Ocak 2005
- Mesajlar
- 2,908
- Tepkime puanı
- 166
- Puanları
- 0
- Yaş
- 39
- Konum
- Aþk`dan
- Web sitesi
- www.muhakeme.net
Tevessül, Arapça bir kelimedir. Birini ve bir şeyi vesile ve aracı yapmak demektir. Meselâ çatıya çıkmak için merdiven, bir yere ulaşmak için çeşitli vasıtalar birer vesile; bizim de o maksadı elde etmek için bunları kullanmamız bir tevessüldür. Tabii ki burada söz konusu olan mânevî tevessüldür.
Nebîlere, velîlere, derecesine göre âlimlere ve sâlih kullara tevessül yapılıp yapılamayacağı öteden beri ulemâ arasında münâkaşası yapılan hususlardandır. Bu münâkaşa İbn-i Teymiye ekolüyle yeni buudlar kazanmış ve günümüze kadar da devam ede gelmiştir. Tevessülü şefaat manâsı içinde mütâlaa edenler de olmuştur. Yani ulemâ arasında şefaat ve tevessülü aynı mevzû içinde tahlîle tâbi tutanlar da vardır.
Tevessül hem vardır hem de yoktur. Biz evvela olmayan yönünü izah edelim, daha sonra da var olan cihetini ele alalım.
İslâm’da kul ile Allah arasında hiçbir vasıta yoktur. Kul istediği zaman ve istediği mekânda Allah’a teveccüh eder ve O’nunla vasıtasız ve bir kulluk dili kullanarak konuşabilir.
“İstediği zaman” dedim, çünkü nafile ibadetler için belli bir kayıt yoktur; insan Rabbine her zaman duâ ve münacaatla ve bunu en güzel şekilde sembolize eden namaz gibi ibadetlerle yerine getirebilir.Vaktin kerâhet vakti olup olmaması da mevzûmuzun tamamen dışında bir meseledir. Burada biz mutlak olarak kulluktan bahsediyoruz...
“İstediği mekân” dedim. Çünkü Allah Rasûlü, “Yeryüzü bana mescid ve tahîr (temiz) kılındı” buyurmaktadır.
Kul nafile ibadetlerle Rabbine adım adım yaklaşır. Bu yaklaşma onu öyle bir duruma getirir ki, orada Rabbi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli vs... olur. İşte her kulun Cenâb-ı Hakk’la böyle münasebete geçmesi mümkündür ve arada hiçbir vasıtaya da ihtiyaç yoktur. Zira Allah (cc) her insana şah damarından daha yakındır. Ve her kulun yalvarış ve yakarışını duyup, onun duâsına icabet etmektedir.
Cenâb-ı Hakk, nasıl Zâtında, Ef’alinde ve Rubûbiyetinde birdir; öyle de insan, O’na mukâbil kulluğunu birleme mecburiyetindedir.
Zaten bütün namazlarımızda Fâtihayı okurken aynı şeyleri söylemiyor muyuz? “Sadece Sana kulluk eder ve istediğimizi de sadece Sen’den isteriz.” Bunun manâsı, aradaki bütün vasıtaları silerek Rabb’e muhatap olmak değil midir?..
Kâfirûn sûresinde anlatılan hakikatlar da, arada her hangi bir vesile ve vasıta olmadan doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a kulluk yapmayı göstermekte ve tevhîdin bu mertebesine işaret etmektedir.
Efendimiz de tevhid adına yaptıkları bir duâda şöyle buyurmaktadır: “Allah’ım Sen’in vermek istemediğini kimse veremez. Evet, Sen ‘verilmesin’ dedikten sonra kimse veremez, ‘verilsin’ deyince de kimse mani olamaz. Sen’in hükmünü kimse geriye çeviremez. Eğer bir hüküm vermişsen mutlaka o yerini bulur ve geriye döndürülemez. Hiçbir soylu, büyük veya şerefli insan Sen’in verdiğin hükme muhalefette bulunamaz.” Mealen arz ettiğimiz ve hiçbir tefsîr ve tahlîle girmediğimiz, Allah Rasûlü’ne ait bu dua ve yalvarış da gösteriyor ki, Allah dilemedikten sonra kimsenin kimseye hiçbir faydası, hatta insanın kendine bile faydası olamaz. Bundan da anlıyoruz ki, Allah Rasûlü bize, vesile ve vasıtalardan sıyrılarak hâlis ve sâfi kulluğa ulaşmanın yollarını göstermektedir.
Abdullah b. Abbas bir gün Allah Rasûlü’nün terkisinde oturuyordu; Efendimiz ona şu ölümsüz nasihatte bulunmuştu: (Mealen) “Ey oğul! Nerede olursan ol, Allah’tan kork. Allah’a kulluk yap, yaptığın her şeyi karşında ve yanı başında bulursun. Bir şey isterken sadece Allah’tan iste. Ve yardım dilerken de sadece O’ndan yardım dile.”
İşte, mealen nakletmeye çalıştığımız bunlar ve emsâli âyet ve hadîslerden de anlıyoruz ki, kul, kimsenin tavassutuna muhtaç olmadan, ellerini kaldırıp duâ için gerildiğinde ve bu uğurda metafizik gerilime geçtiğinde, doğrudan doğruya, Rabb’in rahmetiyle bütünleşebilme; arzularını O’nun huzurunda şerh edebilme ve O’nunla âbid ve Ma’bûd münasebeti içinde alâka kurabilme imkân ve şansına sahiptir. Evet işte bu manâda tevessül ve vesile arama yoktur.
Nebîlere, velîlere, derecesine göre âlimlere ve sâlih kullara tevessül yapılıp yapılamayacağı öteden beri ulemâ arasında münâkaşası yapılan hususlardandır. Bu münâkaşa İbn-i Teymiye ekolüyle yeni buudlar kazanmış ve günümüze kadar da devam ede gelmiştir. Tevessülü şefaat manâsı içinde mütâlaa edenler de olmuştur. Yani ulemâ arasında şefaat ve tevessülü aynı mevzû içinde tahlîle tâbi tutanlar da vardır.
Tevessül hem vardır hem de yoktur. Biz evvela olmayan yönünü izah edelim, daha sonra da var olan cihetini ele alalım.
İslâm’da kul ile Allah arasında hiçbir vasıta yoktur. Kul istediği zaman ve istediği mekânda Allah’a teveccüh eder ve O’nunla vasıtasız ve bir kulluk dili kullanarak konuşabilir.
“İstediği zaman” dedim, çünkü nafile ibadetler için belli bir kayıt yoktur; insan Rabbine her zaman duâ ve münacaatla ve bunu en güzel şekilde sembolize eden namaz gibi ibadetlerle yerine getirebilir.Vaktin kerâhet vakti olup olmaması da mevzûmuzun tamamen dışında bir meseledir. Burada biz mutlak olarak kulluktan bahsediyoruz...
“İstediği mekân” dedim. Çünkü Allah Rasûlü, “Yeryüzü bana mescid ve tahîr (temiz) kılındı” buyurmaktadır.
Kul nafile ibadetlerle Rabbine adım adım yaklaşır. Bu yaklaşma onu öyle bir duruma getirir ki, orada Rabbi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli vs... olur. İşte her kulun Cenâb-ı Hakk’la böyle münasebete geçmesi mümkündür ve arada hiçbir vasıtaya da ihtiyaç yoktur. Zira Allah (cc) her insana şah damarından daha yakındır. Ve her kulun yalvarış ve yakarışını duyup, onun duâsına icabet etmektedir.
Cenâb-ı Hakk, nasıl Zâtında, Ef’alinde ve Rubûbiyetinde birdir; öyle de insan, O’na mukâbil kulluğunu birleme mecburiyetindedir.
Zaten bütün namazlarımızda Fâtihayı okurken aynı şeyleri söylemiyor muyuz? “Sadece Sana kulluk eder ve istediğimizi de sadece Sen’den isteriz.” Bunun manâsı, aradaki bütün vasıtaları silerek Rabb’e muhatap olmak değil midir?..
Kâfirûn sûresinde anlatılan hakikatlar da, arada her hangi bir vesile ve vasıta olmadan doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a kulluk yapmayı göstermekte ve tevhîdin bu mertebesine işaret etmektedir.
Efendimiz de tevhid adına yaptıkları bir duâda şöyle buyurmaktadır: “Allah’ım Sen’in vermek istemediğini kimse veremez. Evet, Sen ‘verilmesin’ dedikten sonra kimse veremez, ‘verilsin’ deyince de kimse mani olamaz. Sen’in hükmünü kimse geriye çeviremez. Eğer bir hüküm vermişsen mutlaka o yerini bulur ve geriye döndürülemez. Hiçbir soylu, büyük veya şerefli insan Sen’in verdiğin hükme muhalefette bulunamaz.” Mealen arz ettiğimiz ve hiçbir tefsîr ve tahlîle girmediğimiz, Allah Rasûlü’ne ait bu dua ve yalvarış da gösteriyor ki, Allah dilemedikten sonra kimsenin kimseye hiçbir faydası, hatta insanın kendine bile faydası olamaz. Bundan da anlıyoruz ki, Allah Rasûlü bize, vesile ve vasıtalardan sıyrılarak hâlis ve sâfi kulluğa ulaşmanın yollarını göstermektedir.
Abdullah b. Abbas bir gün Allah Rasûlü’nün terkisinde oturuyordu; Efendimiz ona şu ölümsüz nasihatte bulunmuştu: (Mealen) “Ey oğul! Nerede olursan ol, Allah’tan kork. Allah’a kulluk yap, yaptığın her şeyi karşında ve yanı başında bulursun. Bir şey isterken sadece Allah’tan iste. Ve yardım dilerken de sadece O’ndan yardım dile.”
İşte, mealen nakletmeye çalıştığımız bunlar ve emsâli âyet ve hadîslerden de anlıyoruz ki, kul, kimsenin tavassutuna muhtaç olmadan, ellerini kaldırıp duâ için gerildiğinde ve bu uğurda metafizik gerilime geçtiğinde, doğrudan doğruya, Rabb’in rahmetiyle bütünleşebilme; arzularını O’nun huzurunda şerh edebilme ve O’nunla âbid ve Ma’bûd münasebeti içinde alâka kurabilme imkân ve şansına sahiptir. Evet işte bu manâda tevessül ve vesile arama yoktur.