fetih
New member
- Katılım
- 16 Şub 2007
- Mesajlar
- 1,994
- Tepkime puanı
- 355
- Puanları
- 0
- Yaş
- 45
LETAİFLERİN EĞİTİMİ
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
-Cenab-ı Hakk (c.c), mahlukatı (âlem-i halk) yaratmadan önce, mutlak bir varlık idi. Âlem ise mutlak bir yokluk idi. Gerçi âlem Cenâb-ı Hakk´ın kadim ilminde var idi. Ama Allah (C.C) âlemi var edip ortaya çıkarmaktan tam manasıyla müstağni idi.
Bununla beraber irade serbestliği ile birleşen zatının güzelliği, varlıkları yaratmasını gerektirdi. O vakit, mutlak varlıktan bir miktarı alarak yokluğa serpirce ışığa tutulmuş karanlıktaki cisimlerin ortaya çıkışı gibi yokluk varlığa dönüştü.
Cenab-ı Hakk´ın gücü her şeye yeter. Cenab-ı Hakk´ın saltanatı karşısında, kendisini sevip ona hizmet etmekten bir an dahi geri kalmayacak hizmetçileri, melekleri yarattı. O´nun yüce saltanatı ve varlığı karşısında boyun eğip duran uzay cisimleri (felekleri) ve hayvanları yarattı.
Cenab-ı Hakk´ın azameti, yüceliği, aman bilmeyen düşmanları olmasını ve onları kahretmek suretiyle, kahharlığını göstermesini gerektirdiği için nefis, şeytan ve onların hizmetçilerini yarattı. Yine Cenab-ı Hakk´ın yüce saltanatı, düşmanlar ile savaşıp Allah ism-i şerifinin yüceliğini göstermek için insanı yarattı.
Cenab-ı Allah (C.C) insanı on maddeden mütevellid yaratmıştır. Bunların beşi mahlukat âlemi denilen (âlem-i Halk)´dandır.
Bunlar: maddede anasır-ı erbaa denilen; toprak, ateş, su ve nefistir. Bunların başkanı, hakimi ise nefistir.
Diğer beş unsur ise âlem-i emirden olan: kalb, ruh, sır hafi ve ahfadır. Bu letaiflerin vucuddaki yerleri ise şöyledir: Kalb, sol memenin dört parmak altmda; ruh, sağ memenin dört parmak altında; sır, sol memenin iki parmak üstünde; hafi, sağ memenin iki parmak üstünde; ahfa, boyun kemiğinin iki parmak kadar altındadır. Âlem-i emirde bulunan bu beş latifenin lideri, sultanı, hakimi ise ruhtur.
Ruh ile nefis bir araya gelince nefis, ruha galip gelir. Aralarında bir sevgi ve ilgi belirir. Bunun hikmet ve sebebi ise ruhun nefis vasıtasıyla kemale ermesidir. Bu hikmete binâen, ruha karşı üstünlük kuran nefis onu bedene yerleştirirken kendi âleminden ve asıl yurdundan habersiz hale getirir. Onun hizmetinin aydınlığı ile cezbesinin şevkini söndürür.
Kalb ruhun sarayı hükmündedir. Nefis, zamanla kalbi istila edip prensiblerini kor.
Nefis; dünyalık arzuları bakımından çöplüğe, düşmanlık bakımından yılana, zalimlik ve gücü bakımından sırtlana benzer.
Kalbi, nefis tamamen istila ettiği zaman orada Allah için bir şey kalmaz. Ruh bu durumda nefsin arzularına bağımlı hale gelir. Artık makbul olacak hiç bir durumu kalmaz. Ölmüşcesine gaflete düşerler.
İnsanın bu durumu, bir Mürşid-i Kâmilin elinden tevbe alıp, intisap edip, eğitilinceye kadar devam eder. Mürşid-i Kâmil, intisap eden müride zikir telkin eder. Bu zikrin nuru ise önce kalbe, sonraları diğer letaiflere sirayet eder. Önce kalbden mâsivâ gider, zikre geçer. Böylece gaflet gider. Zikir sayesinde insanın sıfatları değişir. İnsanda, Cenab-ı Hakk’ın sıfatları tecelli eder. O´nun sıfatlarına dönüşür. Münâfıklık, nefsin sıfatlarından biridir. Vücüdun maddi unsurlarından suya bağımlıdır. Bu sıfat, Mürşid-i Kâmilin himmet ve tasarrufu ile mütevâziliğe ve alçak gönüllü olmaya dönüşür.
Cenâb-ı Hakk, bir âyet-i Kerimede şöyle buyuruyor:
"Mü´minlerden sana tâbi olanlara kanadını indir." (Şuarâ sûresi:215)
Bu hâle karşılık, ateş unsuruna bağlı olan celâl, zulüm ve hiddet sıfatı, İslâm’ın emir ve hükümleri karşısında ince davranmaya ve taraftarlığa dönüşür. Şu âyet bu duruma ne güzel işarettir:
"(Dokunulması) Haram olan o aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri,onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer Tevbe ederler, (tevbelerini ve imanlarını tasdik için) namaz kı-larlar, zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir." (Tevbe, ayet: 5)
Yine vücudun ana unsurlarından birisi olan havadan ileri gelen kibirlilik ve üstünlük taslama sıfatı ise yine aynı özellikleri taşıyan iyi huylara dönüşür. Şu ayet-i kerime bu hali ne güzel cevap veriyor:
"Çok yemin eden alçaklara itaat etme." (Kalem sûresi, 10)
Bu saydıklarımızın yanında, toprak unsurundan mütevellit ileri geleni; tembellik,uyuşukluk gibi durumlar, sabır ve efendilik sıfatına dönüşür. Yine şu ayet bu hale ne güzel işaret ediyor:
"Ki onlar kendilerine bir bela geldiği zaman "Biz (dünyada) Allah´ın (teslim olmuş kulları)yız ve biz (ahirette) ancak ona dünücüleriz" diyenlerdir." (Bakara, ayet: 156)
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyuruyor: Cenab-ı Hakk insanı dört ana unsur ile nefisten yarattı. Sonra ona eksik bir nisbetle karışık olarak ruh üflemek istedi. Sonra dört letaifle birlikte ruh da kattı. Ruh ile letaif kendi alemlerine karşı meyilli ve Rablerini sever olarak yaratıldı. Anasından doğan bir çocuğun doğum anında ağlaması gibi ruh bu alemle ilgi kuramadığından asıl vatanından ayrı düşmesinden dolayı gariplik çekip, asıl vatanı olan emir alemine karşı bir özlem duyar.
Zahidleri yetiştirmek için yazılan bir kitapta ehl-i dünyanın yemeğini yemek evinde abdest almak, evindeki kapları kullanmak vs. şeyler yasaklanmaktadır.
Cenab-ı Hakk bu ehli tarikata şöyle bir nimet ihsan etmiştir. Ehl-i dünya bu cemaatın sohbetine gelince dünyaya olan muhabbetleri azalır. Eğer ki böyle olmasaydı ehl-i tarikat, ehl-i dünya ile beraber aynı cemaatte bulunup sohbet edemezdi.
Abdurrahmân-i Tâği (k.s), Sadi-i Şirazî´nin şu beyitlerini şöyle açıkladı:
"Sevgilinin cemâli olmaksızın canın cihana karşı meyli yok.
Berikine sahip olmayan gerçekten ötekine sahip değildir."
Şöyle ki: İnsan şeyhini veya Allah´ı sevmedikçe şeyhinin memleketini veya misal âlemini sevemez. Üstadın semti ve misal aleminin muhabbeti bir kimsede yoksa üstadın sevgisi ve Allah sevgiside yoktur. Mürşidini seven kimsenin mürşidinin memleketine ve O´na taalluk eden her şeye muhabbeti olur. Allah´u Teâlâ´yı seven kimsenin de O´nun muhabbetine delâlet eden mânâ âlemine ve her şeye sevgisi olur. Mânâ âleminin üstün mânevi zevkleri ve lezzetlerinden istifade edebilmek ancak ve ancak Allah´ü Teâlâ´nın sevgisini kazanmakla mümkündür.
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) İmamı Rabbani´nin (k.s) şu sözlerini nakletti: Emri bilmaruf ve nehyi anil münkeri tebliğ etmeyen beldenin imamları o beldede şeytanın vekilleridir. Seyda-i Tâğî (k.s) diyor: İmamlar o beldenin önderlerdir. Önder olmalarından dolayı yöre halkını ya cennete ya da cehenneme götürürler.
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) şöyle buyuruyor: Katiyyen sünnetleri terk etmeyiniz. Tarikata intisab eden bir kişi sureti katiyetle sünneti terk etmemelidir. Bilhassa sünnet-i müekkedeleri, iki rekatlı fecir ve işrak sünnetlerini, sekiz rekattık teheccüd namazı ile üç rekatlık vitr namazını terk edilmemelidir.
Normal zamanlarda sünnneti terkeden kimse, sekre düştüğünde farzları da terkeder.
Tarikat-ı Nakşibendiyye sünnetleri ihyaya dayanır. Tarikattan maksat bidatları ve ruhsatları terk edip şeriatın prensiplerini takva ehli olarak uygulamaktır.
Şeriatın emir ve hükümlerinden dışarı çıkmayıp bidat ve ruhsat verilen kolaylıkları terk eden tarikat kalıcıdır, sona ermez. Şevk ve heyecana dayanan tarikat kısa zamanda yok olup etkisini kaybeder.
Seyda´ya bu sözlerinden sonra sordum:
-Efendimiz, tarikata yeni intisab edildiği zaman, nefsi bütün bidatlerden, ruhsatlardan uzak tutmak müridde hal lezzetini azaltmaz mı?
-Olsun bir şey farketmez. Ölçü şeriattır. Sahibine mülk olarak kalan cezbe şeriatın emir ve hükümleri dairesinde tahsil edilen cezbedir. Şevk ve heyecan ile elde edilen cezbe sahibine mülk olmaz.
Abdurrahman-ı Tâği´ye (k.s) sorduk:
-Efendimiz, kalb hastalıkları yok olmadan nafile ibadet yapmak zararlı olmaz mı?
- Zararı olmaz, nafile ibadet yapılabilir. Şunu biliniz ki Gavs´ın kapısından bizim öğrendiğimiz gerçeklerden birisi de şudur: Her türlü vird ve amellerden gaye ve maksat sevap değil muhabbettir.
Sözlerinin burasında kendilerine İmam-ı Rabbâni´nin (k.s) Mektubat adlı eserindeki mektuplardan biri olan ve içinde "kalp hastalıklarını gidermeden önce işlenmiş olan nafileler faydasız, hatta zararlıdır, çünkü o durumda nefsin arzusuna tapılmış olur" şeklinde bir ifade bulunan mektubu arzedince kendilerinden şu cevabı aldım:
-O mektupta söz konusu edilen durum bir takım zahidlerin tutumudur. Onları sevap kazanmak maksadıyla mağaralara kapanarak mesela bin rekat nafile namaz kılarlar. Oysa normal sünnetlerle nafile ibadetleri işlemeyi hem Mevlana Halid ve hem de Gavs-ı Azam hazretleri emretmiştir."
Seyda´nın bu sözleri üzerine yine dedim ki: "Gavs´ın halifesi Şeyh Halid, Gavs´dan şöyle naklediyor:"Nafile ibadetler ile meşgul olmak, müridi cezbeden alıkoyar." Seyda (k.s) dedi:
"O sözden maksat bazı zahidlerin nafileleridir. Fakat Mürşid-i Kâmil, müridin bazı zaman nafile ibadetleri artırmasını, bazı zamanda azaltmasını, emredebilir. Sizler nafile ibadetleri yapmayı emrediniz. Nafile namazları terkeden birini görünce kendisine farz kazaların mı var ki, bu yüzden nafile kılmıyorsun? diye sorunuz ve adamı nafile (sünnet) namazları kılmaya teşvik ediniz. (Safi mezhebine göre, kaza namazı olanın nafile ve sünnet kılmayıp kazasını bitirmesi gerekir.)
Abdurrahman-ı Tâği (k.s), Ebrar ile Mukerrebûn arasındaki farkları şöyle izah etti: Cenab-ı Hakk’a sevab karşılığında ibadet edenlere Ebrar denilir.
Mukerrebûn ise, Cenab-ı Hakk’ı sevdikleri için karşılıksız olarak ibadet edenlerdir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
-Cenab-ı Hakk (c.c), mahlukatı (âlem-i halk) yaratmadan önce, mutlak bir varlık idi. Âlem ise mutlak bir yokluk idi. Gerçi âlem Cenâb-ı Hakk´ın kadim ilminde var idi. Ama Allah (C.C) âlemi var edip ortaya çıkarmaktan tam manasıyla müstağni idi.
Bununla beraber irade serbestliği ile birleşen zatının güzelliği, varlıkları yaratmasını gerektirdi. O vakit, mutlak varlıktan bir miktarı alarak yokluğa serpirce ışığa tutulmuş karanlıktaki cisimlerin ortaya çıkışı gibi yokluk varlığa dönüştü.
Cenab-ı Hakk´ın gücü her şeye yeter. Cenab-ı Hakk´ın saltanatı karşısında, kendisini sevip ona hizmet etmekten bir an dahi geri kalmayacak hizmetçileri, melekleri yarattı. O´nun yüce saltanatı ve varlığı karşısında boyun eğip duran uzay cisimleri (felekleri) ve hayvanları yarattı.
Cenab-ı Hakk´ın azameti, yüceliği, aman bilmeyen düşmanları olmasını ve onları kahretmek suretiyle, kahharlığını göstermesini gerektirdiği için nefis, şeytan ve onların hizmetçilerini yarattı. Yine Cenab-ı Hakk´ın yüce saltanatı, düşmanlar ile savaşıp Allah ism-i şerifinin yüceliğini göstermek için insanı yarattı.
Cenab-ı Allah (C.C) insanı on maddeden mütevellid yaratmıştır. Bunların beşi mahlukat âlemi denilen (âlem-i Halk)´dandır.
Bunlar: maddede anasır-ı erbaa denilen; toprak, ateş, su ve nefistir. Bunların başkanı, hakimi ise nefistir.
Diğer beş unsur ise âlem-i emirden olan: kalb, ruh, sır hafi ve ahfadır. Bu letaiflerin vucuddaki yerleri ise şöyledir: Kalb, sol memenin dört parmak altmda; ruh, sağ memenin dört parmak altında; sır, sol memenin iki parmak üstünde; hafi, sağ memenin iki parmak üstünde; ahfa, boyun kemiğinin iki parmak kadar altındadır. Âlem-i emirde bulunan bu beş latifenin lideri, sultanı, hakimi ise ruhtur.
Ruh ile nefis bir araya gelince nefis, ruha galip gelir. Aralarında bir sevgi ve ilgi belirir. Bunun hikmet ve sebebi ise ruhun nefis vasıtasıyla kemale ermesidir. Bu hikmete binâen, ruha karşı üstünlük kuran nefis onu bedene yerleştirirken kendi âleminden ve asıl yurdundan habersiz hale getirir. Onun hizmetinin aydınlığı ile cezbesinin şevkini söndürür.
Kalb ruhun sarayı hükmündedir. Nefis, zamanla kalbi istila edip prensiblerini kor.
Nefis; dünyalık arzuları bakımından çöplüğe, düşmanlık bakımından yılana, zalimlik ve gücü bakımından sırtlana benzer.
Kalbi, nefis tamamen istila ettiği zaman orada Allah için bir şey kalmaz. Ruh bu durumda nefsin arzularına bağımlı hale gelir. Artık makbul olacak hiç bir durumu kalmaz. Ölmüşcesine gaflete düşerler.
İnsanın bu durumu, bir Mürşid-i Kâmilin elinden tevbe alıp, intisap edip, eğitilinceye kadar devam eder. Mürşid-i Kâmil, intisap eden müride zikir telkin eder. Bu zikrin nuru ise önce kalbe, sonraları diğer letaiflere sirayet eder. Önce kalbden mâsivâ gider, zikre geçer. Böylece gaflet gider. Zikir sayesinde insanın sıfatları değişir. İnsanda, Cenab-ı Hakk’ın sıfatları tecelli eder. O´nun sıfatlarına dönüşür. Münâfıklık, nefsin sıfatlarından biridir. Vücüdun maddi unsurlarından suya bağımlıdır. Bu sıfat, Mürşid-i Kâmilin himmet ve tasarrufu ile mütevâziliğe ve alçak gönüllü olmaya dönüşür.
Cenâb-ı Hakk, bir âyet-i Kerimede şöyle buyuruyor:
"Mü´minlerden sana tâbi olanlara kanadını indir." (Şuarâ sûresi:215)
Bu hâle karşılık, ateş unsuruna bağlı olan celâl, zulüm ve hiddet sıfatı, İslâm’ın emir ve hükümleri karşısında ince davranmaya ve taraftarlığa dönüşür. Şu âyet bu duruma ne güzel işarettir:
"(Dokunulması) Haram olan o aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri,onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer Tevbe ederler, (tevbelerini ve imanlarını tasdik için) namaz kı-larlar, zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir." (Tevbe, ayet: 5)
Yine vücudun ana unsurlarından birisi olan havadan ileri gelen kibirlilik ve üstünlük taslama sıfatı ise yine aynı özellikleri taşıyan iyi huylara dönüşür. Şu ayet-i kerime bu hali ne güzel cevap veriyor:
"Çok yemin eden alçaklara itaat etme." (Kalem sûresi, 10)
Bu saydıklarımızın yanında, toprak unsurundan mütevellit ileri geleni; tembellik,uyuşukluk gibi durumlar, sabır ve efendilik sıfatına dönüşür. Yine şu ayet bu hale ne güzel işaret ediyor:
"Ki onlar kendilerine bir bela geldiği zaman "Biz (dünyada) Allah´ın (teslim olmuş kulları)yız ve biz (ahirette) ancak ona dünücüleriz" diyenlerdir." (Bakara, ayet: 156)
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyuruyor: Cenab-ı Hakk insanı dört ana unsur ile nefisten yarattı. Sonra ona eksik bir nisbetle karışık olarak ruh üflemek istedi. Sonra dört letaifle birlikte ruh da kattı. Ruh ile letaif kendi alemlerine karşı meyilli ve Rablerini sever olarak yaratıldı. Anasından doğan bir çocuğun doğum anında ağlaması gibi ruh bu alemle ilgi kuramadığından asıl vatanından ayrı düşmesinden dolayı gariplik çekip, asıl vatanı olan emir alemine karşı bir özlem duyar.
Zahidleri yetiştirmek için yazılan bir kitapta ehl-i dünyanın yemeğini yemek evinde abdest almak, evindeki kapları kullanmak vs. şeyler yasaklanmaktadır.
Cenab-ı Hakk bu ehli tarikata şöyle bir nimet ihsan etmiştir. Ehl-i dünya bu cemaatın sohbetine gelince dünyaya olan muhabbetleri azalır. Eğer ki böyle olmasaydı ehl-i tarikat, ehl-i dünya ile beraber aynı cemaatte bulunup sohbet edemezdi.
Abdurrahmân-i Tâği (k.s), Sadi-i Şirazî´nin şu beyitlerini şöyle açıkladı:
"Sevgilinin cemâli olmaksızın canın cihana karşı meyli yok.
Berikine sahip olmayan gerçekten ötekine sahip değildir."
Şöyle ki: İnsan şeyhini veya Allah´ı sevmedikçe şeyhinin memleketini veya misal âlemini sevemez. Üstadın semti ve misal aleminin muhabbeti bir kimsede yoksa üstadın sevgisi ve Allah sevgiside yoktur. Mürşidini seven kimsenin mürşidinin memleketine ve O´na taalluk eden her şeye muhabbeti olur. Allah´u Teâlâ´yı seven kimsenin de O´nun muhabbetine delâlet eden mânâ âlemine ve her şeye sevgisi olur. Mânâ âleminin üstün mânevi zevkleri ve lezzetlerinden istifade edebilmek ancak ve ancak Allah´ü Teâlâ´nın sevgisini kazanmakla mümkündür.
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) İmamı Rabbani´nin (k.s) şu sözlerini nakletti: Emri bilmaruf ve nehyi anil münkeri tebliğ etmeyen beldenin imamları o beldede şeytanın vekilleridir. Seyda-i Tâğî (k.s) diyor: İmamlar o beldenin önderlerdir. Önder olmalarından dolayı yöre halkını ya cennete ya da cehenneme götürürler.
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) şöyle buyuruyor: Katiyyen sünnetleri terk etmeyiniz. Tarikata intisab eden bir kişi sureti katiyetle sünneti terk etmemelidir. Bilhassa sünnet-i müekkedeleri, iki rekatlı fecir ve işrak sünnetlerini, sekiz rekattık teheccüd namazı ile üç rekatlık vitr namazını terk edilmemelidir.
Normal zamanlarda sünnneti terkeden kimse, sekre düştüğünde farzları da terkeder.
Tarikat-ı Nakşibendiyye sünnetleri ihyaya dayanır. Tarikattan maksat bidatları ve ruhsatları terk edip şeriatın prensiplerini takva ehli olarak uygulamaktır.
Şeriatın emir ve hükümlerinden dışarı çıkmayıp bidat ve ruhsat verilen kolaylıkları terk eden tarikat kalıcıdır, sona ermez. Şevk ve heyecana dayanan tarikat kısa zamanda yok olup etkisini kaybeder.
Seyda´ya bu sözlerinden sonra sordum:
-Efendimiz, tarikata yeni intisab edildiği zaman, nefsi bütün bidatlerden, ruhsatlardan uzak tutmak müridde hal lezzetini azaltmaz mı?
-Olsun bir şey farketmez. Ölçü şeriattır. Sahibine mülk olarak kalan cezbe şeriatın emir ve hükümleri dairesinde tahsil edilen cezbedir. Şevk ve heyecan ile elde edilen cezbe sahibine mülk olmaz.
Abdurrahman-ı Tâği´ye (k.s) sorduk:
-Efendimiz, kalb hastalıkları yok olmadan nafile ibadet yapmak zararlı olmaz mı?
- Zararı olmaz, nafile ibadet yapılabilir. Şunu biliniz ki Gavs´ın kapısından bizim öğrendiğimiz gerçeklerden birisi de şudur: Her türlü vird ve amellerden gaye ve maksat sevap değil muhabbettir.
Sözlerinin burasında kendilerine İmam-ı Rabbâni´nin (k.s) Mektubat adlı eserindeki mektuplardan biri olan ve içinde "kalp hastalıklarını gidermeden önce işlenmiş olan nafileler faydasız, hatta zararlıdır, çünkü o durumda nefsin arzusuna tapılmış olur" şeklinde bir ifade bulunan mektubu arzedince kendilerinden şu cevabı aldım:
-O mektupta söz konusu edilen durum bir takım zahidlerin tutumudur. Onları sevap kazanmak maksadıyla mağaralara kapanarak mesela bin rekat nafile namaz kılarlar. Oysa normal sünnetlerle nafile ibadetleri işlemeyi hem Mevlana Halid ve hem de Gavs-ı Azam hazretleri emretmiştir."
Seyda´nın bu sözleri üzerine yine dedim ki: "Gavs´ın halifesi Şeyh Halid, Gavs´dan şöyle naklediyor:"Nafile ibadetler ile meşgul olmak, müridi cezbeden alıkoyar." Seyda (k.s) dedi:
"O sözden maksat bazı zahidlerin nafileleridir. Fakat Mürşid-i Kâmil, müridin bazı zaman nafile ibadetleri artırmasını, bazı zamanda azaltmasını, emredebilir. Sizler nafile ibadetleri yapmayı emrediniz. Nafile namazları terkeden birini görünce kendisine farz kazaların mı var ki, bu yüzden nafile kılmıyorsun? diye sorunuz ve adamı nafile (sünnet) namazları kılmaya teşvik ediniz. (Safi mezhebine göre, kaza namazı olanın nafile ve sünnet kılmayıp kazasını bitirmesi gerekir.)
Abdurrahman-ı Tâği (k.s), Ebrar ile Mukerrebûn arasındaki farkları şöyle izah etti: Cenab-ı Hakk’a sevab karşılığında ibadet edenlere Ebrar denilir.
Mukerrebûn ise, Cenab-ı Hakk’ı sevdikleri için karşılıksız olarak ibadet edenlerdir.