alptraum
New member
- Katılım
- 1 Ocak 2005
- Mesajlar
- 2,908
- Tepkime puanı
- 166
- Puanları
- 0
- Yaş
- 39
- Konum
- Aþk`dan
- Web sitesi
- www.muhakeme.net
Tebliğ için asıl ölçümüz peygamberlerin tebliğ metodu olmalıdır.Çünkü peygamberler insanlığın zübdeleri olmaları hasebiyle Allahın dinini neşredip yaymak noktasından en güzel şekilde örnek olmuşlardır.Mesela Hz.Musa (as)firavuna giderken cenabı hakkın :"fekula lehu kevlen leyyinen" "yani ona vardığında güzel,yumuşak söz söyle"buyurması meselemiz açısından ehemmiyetlidir.
Çünkü Cenabı Hakk bu ifadeyle islam davetçilerine örnek teşkil edecek bir hususu nazara veriyor ve manen diyorinimi anlattığınız kişi en azılı bir islam düşmanıda olsa evvela nezaketle ve yumuşak bir dille meramınızı anlatın.Umulur ki kalbi yumuşar da inadından vazgeçer.Yine Resulullah (asm) islamiyeti tebliğde nelere dikkat ederdi.Ona bir bakalım.Gerek ahlakında gerek konuşmasında ve yaşayışında yaptıklarına dikkat edelim,Zira esas itibariyle bunlara nazar etmemiz gerekmektedir.En başta "Mekkelililer onu Muhammedıul Emin olarak tanımışlardı,bu belki de bir tebliğcinin aleminde yaşaması gereken esas umdelerden bir tanesi.Sonra onun sabrına gelince: Mesela cahillerin babası ünvanıyla meşhur Ebu Cehile islamiyeti tebliğ ederken onun gayret, çaba ve metaneti ve sabrı dillere destandır.
Çünkü rivayetlere göre 600 defa onu islamiyete çağırmış ve her defasında da kovulduğu, hakaret gördüğü bilinmektedir.İşte bizim ölçümüz bu meyanda olmalı kanaatindeyiz.Bazen rastlamışsınızdır.Biri arkadaşına birşeyler anlatıyor veya onu islami bir sohbete çağırıyor .İki üç defa anlattıktan sonra eğer o kişi davete icabet etmezse hemen şunu söylediğini işitirsiniz"yahu bundan da adam çıkmaz.Zaten tahmin ettiğim gibi çıktı "deyip o kişiyle arasına bir mesafe koyup artık irtibatını kestiği bir vakıadır.
İşte bizler gerek Resulullah (asm)ı gerekse de bu asrın manevi ilaçları olan ve tebliğde bu asır ve gelecek asırların mihveri olması lazım gelen Bediüzzaman ve nur eserleriyle bu tebliğimizi inşaallah dahada yaygınlaştıracağız.Eğer tevfik refik olursa.İşte son arın Hastalıklarına karşı hazırladığımız metotları istifadenize sunuyoruz.
Nur mesleğinin yolu, dört adımda özetlenmiş: “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür tarikı.” Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı.
Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabbinin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.
Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresini okurken, mealen, “yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.
Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak.
Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.
Nurun Muazzez Müellifi, tefekkürün “Hakîm ismine îsal” edeceğini ifade buyurur. Risale-i Nur Külliyatı harika bir tefekkür hazinesidir. Bu külliyatta tefekkür iki safhada ortaya konulur: Enfüsî ve âfâkî tefekkür. “Nefsî tefekkürde tafsilât, âfâkî tefekkürde ise icmâl” tavsiye edilir. Yâni, insan bir nutfe ile başlayan yolculuğunun safhalarından, aklının anlamasına, kalbinin inanmasına kadar her şeyi tafsilâtıyla tefekkür etmeli, Rabbinin ilim ve hikmetinin sonsuzluğunu bunlarda okumalıdır. Ama aynı insan, yıldızların faydalarını, bedenindeki hücreler kadar, yahut dağların şekillerini organlarının şekilleri kadar rahat tefekkür edemeyeceği için, âfaktaki bu İlâhî tasarrufları icmâlen, özet olarak düşünmekle yetinmeli. Zaten, belli bir sahada ihtisas yapmış olan insanlar bile, ancak o sahayı tafsilâtıyla tefekkür edebiliyor, diğer ilim dallarında icmâlî düşünüyorlar.
Nur Külliyatı hem enfüsî, hem de âfâkî tefekkürün harika misalleriyle dolu. Bu yönüyle Hakîm ismine en güzel bir mazhar. Hakîm isminin tecellisi Büyük Üstad’da değişik şekillerde kendini gösterir. Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkifimizin,
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı. Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatında kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da. Nur Külliyatının bu hususiyeti Üstadın Hakîm ismine mazhariyetinin bir ciheti.
Bir başka cihet de şu: Harf inkılâbıyla âlimler köşelerine itilmişler, yeni harflerle yeni bir neslin yetiştirilmesine başlanılmış. Körpe dimağlar, Köy Enstitülerinde beyinleri yıkanan Marksist, Materyalist ve tabiatperest öğretmenlerin eline teslim edilmişler. Garplılaşma adı altında ahlâksızlığın kapıları ardına kadar açılmış. Hasta ve perişan gençlik şüphe ve tereddütlerle başbaşa bırakılmış. Onların dertlerine deva bulacak insanlar, ihtiyaca kâfi gelmeyecek kadar az. Mevcut âlimlerin, câmiden uzak gençlere ulaşmaları, onların barındıkları yurtlara gitmeleri, kantinlerine girmeleri imkânsız. İşte bu çaresizlikler arasında Üstad Bediüzzaman ortaya çıkıyor. Gençlerin şüphelerini giderecek ve sorularına tatminkâr cevaplar verecek bir Külliyatın telifine başlıyor. Ve fedakâr talebelerinin akıl almaz himmet ve gayretleriyle, hapislere ve zindanlara rağmen, bu eserlerini muhtaç gönüllere ulaştırmaya muvaffak oluyor.
İşte bu hâl, Hakîm ismine mazhariyetin bir başka tecellisi.
Konunun bir diğer cephesi de şu: Mutlakıyet ve meşrutiyet dönemlerinde devlet yetkililerini çoğu zaman basın yoluyla, bazan da bizzat görüşerek ikaz eden ve onlara hakkı, hakikatı en uygun biçimde tebliğ eden Üstad, cumhuriyet döneminde bu gibi içtimaî hizmetlerden çekilir. Menfî cereyanların, inançsızlığın, ahlâksızlığın birer şahs-ı mânevî hâline geldiği ve dünya çapında teşkilâtlanmış odaklarca yürütüldüğü bu dönemde, bunlara karşı iman cephesinde de bir şahs-ı mânevî teşekkül ettirmek gerektiğine karar verir ve siyasî, içtimaî faaliyetlerle vakit kaybetmeden bütün kuvvetiyle iman hakikatlarının neşir ve ilânına çalışır. Nur Külliyatının telifiyle, bir İlâhî inayet olarak, dâvâsını kalplere hâkim kılmakla yeni bir nesil yetiştirmeye muvaffak olur. Bu da Hakîm ismine mazhariyetin ayrı bir tezahürü.
Nur Külliyatındaki imanî bahisler bu asrın dertlerine tam deva olacak muhteviyatıyla Hakîm ismine âyine oldukları gibi, Kur’an ve ezan okumak dahil her türlü dinî faaliyetin lâiklik bahanesiyle yasaklandığı bir dönemde, Nur talebelerine bu mayınlı yolda yürüyebilmeleri için gerekli bütün tedbirleri, temkinleri, prensipleri fevkalâde bir incelikle ortaya koyan, başta İhlâs ve Uhuvvet risaleleri olmak üzere bütün içtimaî bahisler ve bütün lâhika mektupları Hakîm ismine mazhariyetin bir başka cilvesini taşımakta.
Bu mazhariyeti ayrı bir yönden seyredebilmek için şu iki tespiti birlikte değerlendirelim: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.” (Hutbe-i Şamiye)
“Her mü’min îlâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir.” ( Hutbe-i Şamiye)
Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.
Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.
Çünkü Cenabı Hakk bu ifadeyle islam davetçilerine örnek teşkil edecek bir hususu nazara veriyor ve manen diyorinimi anlattığınız kişi en azılı bir islam düşmanıda olsa evvela nezaketle ve yumuşak bir dille meramınızı anlatın.Umulur ki kalbi yumuşar da inadından vazgeçer.Yine Resulullah (asm) islamiyeti tebliğde nelere dikkat ederdi.Ona bir bakalım.Gerek ahlakında gerek konuşmasında ve yaşayışında yaptıklarına dikkat edelim,Zira esas itibariyle bunlara nazar etmemiz gerekmektedir.En başta "Mekkelililer onu Muhammedıul Emin olarak tanımışlardı,bu belki de bir tebliğcinin aleminde yaşaması gereken esas umdelerden bir tanesi.Sonra onun sabrına gelince: Mesela cahillerin babası ünvanıyla meşhur Ebu Cehile islamiyeti tebliğ ederken onun gayret, çaba ve metaneti ve sabrı dillere destandır.
Çünkü rivayetlere göre 600 defa onu islamiyete çağırmış ve her defasında da kovulduğu, hakaret gördüğü bilinmektedir.İşte bizim ölçümüz bu meyanda olmalı kanaatindeyiz.Bazen rastlamışsınızdır.Biri arkadaşına birşeyler anlatıyor veya onu islami bir sohbete çağırıyor .İki üç defa anlattıktan sonra eğer o kişi davete icabet etmezse hemen şunu söylediğini işitirsiniz"yahu bundan da adam çıkmaz.Zaten tahmin ettiğim gibi çıktı "deyip o kişiyle arasına bir mesafe koyup artık irtibatını kestiği bir vakıadır.
İşte bizler gerek Resulullah (asm)ı gerekse de bu asrın manevi ilaçları olan ve tebliğde bu asır ve gelecek asırların mihveri olması lazım gelen Bediüzzaman ve nur eserleriyle bu tebliğimizi inşaallah dahada yaygınlaştıracağız.Eğer tevfik refik olursa.İşte son arın Hastalıklarına karşı hazırladığımız metotları istifadenize sunuyoruz.
Nur mesleğinin yolu, dört adımda özetlenmiş: “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür tarikı.” Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı.
Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabbinin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.
Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresini okurken, mealen, “yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.
Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak.
Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.
Nurun Muazzez Müellifi, tefekkürün “Hakîm ismine îsal” edeceğini ifade buyurur. Risale-i Nur Külliyatı harika bir tefekkür hazinesidir. Bu külliyatta tefekkür iki safhada ortaya konulur: Enfüsî ve âfâkî tefekkür. “Nefsî tefekkürde tafsilât, âfâkî tefekkürde ise icmâl” tavsiye edilir. Yâni, insan bir nutfe ile başlayan yolculuğunun safhalarından, aklının anlamasına, kalbinin inanmasına kadar her şeyi tafsilâtıyla tefekkür etmeli, Rabbinin ilim ve hikmetinin sonsuzluğunu bunlarda okumalıdır. Ama aynı insan, yıldızların faydalarını, bedenindeki hücreler kadar, yahut dağların şekillerini organlarının şekilleri kadar rahat tefekkür edemeyeceği için, âfaktaki bu İlâhî tasarrufları icmâlen, özet olarak düşünmekle yetinmeli. Zaten, belli bir sahada ihtisas yapmış olan insanlar bile, ancak o sahayı tafsilâtıyla tefekkür edebiliyor, diğer ilim dallarında icmâlî düşünüyorlar.
Nur Külliyatı hem enfüsî, hem de âfâkî tefekkürün harika misalleriyle dolu. Bu yönüyle Hakîm ismine en güzel bir mazhar. Hakîm isminin tecellisi Büyük Üstad’da değişik şekillerde kendini gösterir. Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkifimizin,
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı. Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatında kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da. Nur Külliyatının bu hususiyeti Üstadın Hakîm ismine mazhariyetinin bir ciheti.
Bir başka cihet de şu: Harf inkılâbıyla âlimler köşelerine itilmişler, yeni harflerle yeni bir neslin yetiştirilmesine başlanılmış. Körpe dimağlar, Köy Enstitülerinde beyinleri yıkanan Marksist, Materyalist ve tabiatperest öğretmenlerin eline teslim edilmişler. Garplılaşma adı altında ahlâksızlığın kapıları ardına kadar açılmış. Hasta ve perişan gençlik şüphe ve tereddütlerle başbaşa bırakılmış. Onların dertlerine deva bulacak insanlar, ihtiyaca kâfi gelmeyecek kadar az. Mevcut âlimlerin, câmiden uzak gençlere ulaşmaları, onların barındıkları yurtlara gitmeleri, kantinlerine girmeleri imkânsız. İşte bu çaresizlikler arasında Üstad Bediüzzaman ortaya çıkıyor. Gençlerin şüphelerini giderecek ve sorularına tatminkâr cevaplar verecek bir Külliyatın telifine başlıyor. Ve fedakâr talebelerinin akıl almaz himmet ve gayretleriyle, hapislere ve zindanlara rağmen, bu eserlerini muhtaç gönüllere ulaştırmaya muvaffak oluyor.
İşte bu hâl, Hakîm ismine mazhariyetin bir başka tecellisi.
Konunun bir diğer cephesi de şu: Mutlakıyet ve meşrutiyet dönemlerinde devlet yetkililerini çoğu zaman basın yoluyla, bazan da bizzat görüşerek ikaz eden ve onlara hakkı, hakikatı en uygun biçimde tebliğ eden Üstad, cumhuriyet döneminde bu gibi içtimaî hizmetlerden çekilir. Menfî cereyanların, inançsızlığın, ahlâksızlığın birer şahs-ı mânevî hâline geldiği ve dünya çapında teşkilâtlanmış odaklarca yürütüldüğü bu dönemde, bunlara karşı iman cephesinde de bir şahs-ı mânevî teşekkül ettirmek gerektiğine karar verir ve siyasî, içtimaî faaliyetlerle vakit kaybetmeden bütün kuvvetiyle iman hakikatlarının neşir ve ilânına çalışır. Nur Külliyatının telifiyle, bir İlâhî inayet olarak, dâvâsını kalplere hâkim kılmakla yeni bir nesil yetiştirmeye muvaffak olur. Bu da Hakîm ismine mazhariyetin ayrı bir tezahürü.
Nur Külliyatındaki imanî bahisler bu asrın dertlerine tam deva olacak muhteviyatıyla Hakîm ismine âyine oldukları gibi, Kur’an ve ezan okumak dahil her türlü dinî faaliyetin lâiklik bahanesiyle yasaklandığı bir dönemde, Nur talebelerine bu mayınlı yolda yürüyebilmeleri için gerekli bütün tedbirleri, temkinleri, prensipleri fevkalâde bir incelikle ortaya koyan, başta İhlâs ve Uhuvvet risaleleri olmak üzere bütün içtimaî bahisler ve bütün lâhika mektupları Hakîm ismine mazhariyetin bir başka cilvesini taşımakta.
Bu mazhariyeti ayrı bir yönden seyredebilmek için şu iki tespiti birlikte değerlendirelim: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.” (Hutbe-i Şamiye)
“Her mü’min îlâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir.” ( Hutbe-i Şamiye)
Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.
Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.