fetih
New member
- Katılım
- 16 Şub 2007
- Mesajlar
- 1,994
- Tepkime puanı
- 355
- Puanları
- 0
- Yaş
- 45
" Tasavvuf, ebedî saadete nâil olmak için nefsi tezkiye, ahlakı tasfiye, zâhir ve batını tamir hallerinden bahseden bir ilimdir. Tasavvufu kâlden ziyade bir hâl ilmi olarak da ifade edebiliriz. Her ilim gibi tasavvuf ilminin de tarifi yapılmıştır. Tasavvuf, diğer ilimlerden farklı olarak, mutasavvıflarca çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Bu tariflerin, her sofînin işgal ettiği makama göre yapıldığını gözden uzak tutmamak gerekir.
MA'RÛF EL-KERHî:
"Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.1
Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.
"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir.
SERİYY-Î SAKATî:
"Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir: 1) Marifetin nûru vera'ın nûrunu söndürmez, 2) Kitab ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bâtından bir söz ile konuşmaz, 3) Kerametleri kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını açıklamaya sevk etmez.2
Tarikatte ilim
Bu üç maddeyi açıklayalım:
1) İlim ve takvâ: Meşhur büyük mürşidlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi öne almışlardır. Çünkü ilimsiz yola çıkılmaz; çıkan yolu sapıtabilir. İlim, öncünün elindeki en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir. Ümmî urefânın bilgileri de ilimdir.
"Allah, cahili asla velî edinmez" buyurulmuş. Ancak bu ilmin amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel değil, takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-ı Hak nazm-ı celîlinde, mealen:
"Kulları arasında ancak alim ve arif olanlar Allah'ı haşyetle ta'zim ederler"3 buyurmuştur.
Tarikatte irfan
İrfan da ilmin bir koludur ki, tarik erbabı arasında derecesi ilmin fevkindedir. İlim yoluyla anlaşılamayan birtakım hakikatler, seziş, feraset, keşf ü keramet tarikiyle anlaşılabilir.
Kıymetli profesörlerimizden merhum Necati Logal'in dediği gibi, şarkın ikinci Mevlana'sı olan, büyük mutasavvıf alim, "Rûhu'l Beyan" tefsirinin sahibi, Bursalı İsmail Hakkı hazretleri "Kenz-i Mahfî" adıyla te'lif etmiş olduğu eserinin başında, meşhur olan "Küntü kenzen mahfiyyen"4 vedzesi için.
"...Hadis-i menkûl gerçi inde'l-huffâz sabit değildir. Nitekim İmam Süyûti "Dürer-i Münteşire" nam kitabında "la asle lehu" demiştir. Feemmâ inde'l-mükaşifîn hadîs sahihdir. Zira huffâz sened ile naklederler; mükaşifûn ise fem-i Nebevî'den bizzat ahzedip söylerler ve bir nesnenin sened-i mâlûmu olmamaktan fî nefsi'l-emr adem-i sübûtu lazım gelmez; belki keşf-i sahih ile olacak esah olur. Zira kaşifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-ı tam ve hakka'l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu'tekidlere göre hüccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire göre burhan olmasın. Zira onlar huffâş gibidir ki afitâb-ı rûşeni göremez ve ayne'l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim muhabbetimiz o makûle ile değildir ve bazı kütüb-i mu'teberede gelir ki:
"Davud aleyhisselam şöyle söyledi:
"Ya Rabbi! Mahlûkatı niçin yarattın?"
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."
"Yani Hazret-i Davud aleyhisselam münacaatında sırr-ı halktan, yani icaddan sual edicek Cenab-ı Kibriya'dan kelam-ı mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi'l-asl ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye'den olmuş olur..."5 deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak küçük bir kitab haline getirmiştir.
Kitab ve sünnetten ayrılmamak
2) Kitab ve sünnetten ayrılmamak: Bir mutasavvıfın Kitab ve Sünnet dışı söz ve hareketi, kendisi hakkında şüphe uyandıracağı gibi, mensup olduğu tariki de zan altında bırakır. Her ne kadar kat'î naslar haricinde teferruat-ı mesâilde, muhtelif ehl-i sünnet ictihadlarıyla amel eden erbab-ı tasavvuf, zâhir ulemâsı gibi muhtardır. Sofî, bu bir ilim-i batındır diyerek Kitab ve sünnetin zahirine muhalif bir söz söylemez.
3) Kendisine münkeşif olan hakâyıkı her zaman, herkese, her yerde açıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.
EBÛ HAFS EL-HADÂD:
"Tasavvuf tamamen edebden ibarettir".6
Tasavvuf edeb-i Muhammedi'dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahallük etmektir. Bu ef'ali de, ahvali de câmi'dir.
"Edeb İlahî nurdan bir taçtır ki, onu başına geçirdikten sonra istediğin yere gidebilirsin".
Edebin gerek tarifi, gerek izahı babında pek çok söz söylenmiştir; ileride bunlara tesadüf edilecektir .
Bu çok şümûllü vasf-ı umumînin en yüksek mertebesi şu iki beyitte tecelli eder:
"Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddüp ederek ancak zikir ile meşguldürler. O yüce şahsiyetler rızaya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek için teşebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir."
Bu babda Hafız Şirâzî'nin beyti çok ârifânedir:
"İhtiyaç içindeyiz ve birşey istemiyoruz. Kerim-i Müteal huzurunda istemeye ne lüzum var".
Hind'in meşhur şairi Feyzi Hindî de:
"Madem ki bizim ihtiyaçlarımızı kendisi biliyor, o halde duaya ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar ediyor. Zira kullar evâmir ve hikmet-i rabbâniyeyi idrakten acizdirler.
Fakat bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size icabet edeyim, duanızı kabul edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir cehenneme gireceklerdir"7 buyurulmuştur.
Biz de, şair Ziya Paşa ile hemzeban olalım:
İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazû o kadar sıkleti çekmez.
Ölünceye kadar kulluk et
Bazıları bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet yoktur" diye manalandırırlar. Biz kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz. Ancak kendilerini vahdet-i vücüd felsefesini benimsemiş zanneden vahdet-i vücudçular, böyle beyitlere ve cümlelere yukarıdaki manayı vererek, teklifi ıskat etmiş olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin: "Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et"8 ayet-i kerimesindeki ölüm ile vukubulacak olan yakîni, hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te'vil etmelerine benzer. Yani "Ölünceye kadar Rabbine ibadet et" manasını, "Hakk'a yakîn peyda edinceye, yani manen yükselip olgunlaşıncaya kadar ibadet et" yollu te'vil ederler ki, bu hüküm daha hayatta iken tekâliften kurtulmak için kaçamak yoludur.
Bunlar: "O'nda, kitabın temeli olan kesin manalı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli manalıdırlar (müteşabih ayetlerdir). Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onların müteşabih olanlarına uyarlar..."9 ayet-i kerimesindeki hükme müstehak olurlar.
EBÛ'L-HÜSEYİN EN-NURİ:
"Tasavvuf ne şekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlaktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mücahede ile hasıl olurdu, ilim olsaydı öğrenmekle meydana gelirdi. Bu sebebten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf, Hakk'ın ahlakıyla mütehallî olmaktır."10
"Biz dahi alırdık, otuza kırka"
Tasavvuf, şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resülüllah'ın ahlakı ile ahlaklanınız"11 hadis-i şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlünün sıfatları ile ittisâfâ çalışmaktır.
Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka.12
"Tasavvuf, hürriyet, kerem, merâsimi terk ve cömertliktir."13
Tasavvuf, kerem ve cömertliktir, yoksa kuyûd ve merasim değildir. Sofî, elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini düşünen adamdır. Şeyh Sa'di:
"insanın şeref ve haysiyeti, lütuf ve keremi, ihsan ve atâsıyla, sehâsıyla ölçülür; insanlığı da Hakk'a şükretmesiyle, yani umumî manada ibadetiyle anlaşılır. Kendisinde bu iki haslet olmayan kimsenin yokluğu, varlığına müreccahdır".
"Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hak'tan nasibini istemektir".
MA'RÛF EL-KERHî:
"Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.1
Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.
"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir.
SERİYY-Î SAKATî:
"Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir: 1) Marifetin nûru vera'ın nûrunu söndürmez, 2) Kitab ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bâtından bir söz ile konuşmaz, 3) Kerametleri kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını açıklamaya sevk etmez.2
Tarikatte ilim
Bu üç maddeyi açıklayalım:
1) İlim ve takvâ: Meşhur büyük mürşidlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi öne almışlardır. Çünkü ilimsiz yola çıkılmaz; çıkan yolu sapıtabilir. İlim, öncünün elindeki en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir. Ümmî urefânın bilgileri de ilimdir.
"Allah, cahili asla velî edinmez" buyurulmuş. Ancak bu ilmin amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel değil, takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-ı Hak nazm-ı celîlinde, mealen:
"Kulları arasında ancak alim ve arif olanlar Allah'ı haşyetle ta'zim ederler"3 buyurmuştur.
Tarikatte irfan
İrfan da ilmin bir koludur ki, tarik erbabı arasında derecesi ilmin fevkindedir. İlim yoluyla anlaşılamayan birtakım hakikatler, seziş, feraset, keşf ü keramet tarikiyle anlaşılabilir.
Kıymetli profesörlerimizden merhum Necati Logal'in dediği gibi, şarkın ikinci Mevlana'sı olan, büyük mutasavvıf alim, "Rûhu'l Beyan" tefsirinin sahibi, Bursalı İsmail Hakkı hazretleri "Kenz-i Mahfî" adıyla te'lif etmiş olduğu eserinin başında, meşhur olan "Küntü kenzen mahfiyyen"4 vedzesi için.
"...Hadis-i menkûl gerçi inde'l-huffâz sabit değildir. Nitekim İmam Süyûti "Dürer-i Münteşire" nam kitabında "la asle lehu" demiştir. Feemmâ inde'l-mükaşifîn hadîs sahihdir. Zira huffâz sened ile naklederler; mükaşifûn ise fem-i Nebevî'den bizzat ahzedip söylerler ve bir nesnenin sened-i mâlûmu olmamaktan fî nefsi'l-emr adem-i sübûtu lazım gelmez; belki keşf-i sahih ile olacak esah olur. Zira kaşifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-ı tam ve hakka'l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu'tekidlere göre hüccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire göre burhan olmasın. Zira onlar huffâş gibidir ki afitâb-ı rûşeni göremez ve ayne'l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim muhabbetimiz o makûle ile değildir ve bazı kütüb-i mu'teberede gelir ki:
"Davud aleyhisselam şöyle söyledi:
"Ya Rabbi! Mahlûkatı niçin yarattın?"
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."
"Yani Hazret-i Davud aleyhisselam münacaatında sırr-ı halktan, yani icaddan sual edicek Cenab-ı Kibriya'dan kelam-ı mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi'l-asl ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye'den olmuş olur..."5 deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak küçük bir kitab haline getirmiştir.
Kitab ve sünnetten ayrılmamak
2) Kitab ve sünnetten ayrılmamak: Bir mutasavvıfın Kitab ve Sünnet dışı söz ve hareketi, kendisi hakkında şüphe uyandıracağı gibi, mensup olduğu tariki de zan altında bırakır. Her ne kadar kat'î naslar haricinde teferruat-ı mesâilde, muhtelif ehl-i sünnet ictihadlarıyla amel eden erbab-ı tasavvuf, zâhir ulemâsı gibi muhtardır. Sofî, bu bir ilim-i batındır diyerek Kitab ve sünnetin zahirine muhalif bir söz söylemez.
3) Kendisine münkeşif olan hakâyıkı her zaman, herkese, her yerde açıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.
EBÛ HAFS EL-HADÂD:
"Tasavvuf tamamen edebden ibarettir".6
Tasavvuf edeb-i Muhammedi'dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahallük etmektir. Bu ef'ali de, ahvali de câmi'dir.
"Edeb İlahî nurdan bir taçtır ki, onu başına geçirdikten sonra istediğin yere gidebilirsin".
Edebin gerek tarifi, gerek izahı babında pek çok söz söylenmiştir; ileride bunlara tesadüf edilecektir .
Bu çok şümûllü vasf-ı umumînin en yüksek mertebesi şu iki beyitte tecelli eder:
"Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddüp ederek ancak zikir ile meşguldürler. O yüce şahsiyetler rızaya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek için teşebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir."
Bu babda Hafız Şirâzî'nin beyti çok ârifânedir:
"İhtiyaç içindeyiz ve birşey istemiyoruz. Kerim-i Müteal huzurunda istemeye ne lüzum var".
Hind'in meşhur şairi Feyzi Hindî de:
"Madem ki bizim ihtiyaçlarımızı kendisi biliyor, o halde duaya ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar ediyor. Zira kullar evâmir ve hikmet-i rabbâniyeyi idrakten acizdirler.
Fakat bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size icabet edeyim, duanızı kabul edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir cehenneme gireceklerdir"7 buyurulmuştur.
Biz de, şair Ziya Paşa ile hemzeban olalım:
İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazû o kadar sıkleti çekmez.
Ölünceye kadar kulluk et
Bazıları bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet yoktur" diye manalandırırlar. Biz kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz. Ancak kendilerini vahdet-i vücüd felsefesini benimsemiş zanneden vahdet-i vücudçular, böyle beyitlere ve cümlelere yukarıdaki manayı vererek, teklifi ıskat etmiş olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin: "Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et"8 ayet-i kerimesindeki ölüm ile vukubulacak olan yakîni, hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te'vil etmelerine benzer. Yani "Ölünceye kadar Rabbine ibadet et" manasını, "Hakk'a yakîn peyda edinceye, yani manen yükselip olgunlaşıncaya kadar ibadet et" yollu te'vil ederler ki, bu hüküm daha hayatta iken tekâliften kurtulmak için kaçamak yoludur.
Bunlar: "O'nda, kitabın temeli olan kesin manalı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli manalıdırlar (müteşabih ayetlerdir). Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onların müteşabih olanlarına uyarlar..."9 ayet-i kerimesindeki hükme müstehak olurlar.
EBÛ'L-HÜSEYİN EN-NURİ:
"Tasavvuf ne şekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlaktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mücahede ile hasıl olurdu, ilim olsaydı öğrenmekle meydana gelirdi. Bu sebebten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf, Hakk'ın ahlakıyla mütehallî olmaktır."10
"Biz dahi alırdık, otuza kırka"
Tasavvuf, şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resülüllah'ın ahlakı ile ahlaklanınız"11 hadis-i şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlünün sıfatları ile ittisâfâ çalışmaktır.
Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka.12
"Tasavvuf, hürriyet, kerem, merâsimi terk ve cömertliktir."13
Tasavvuf, kerem ve cömertliktir, yoksa kuyûd ve merasim değildir. Sofî, elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini düşünen adamdır. Şeyh Sa'di:
"insanın şeref ve haysiyeti, lütuf ve keremi, ihsan ve atâsıyla, sehâsıyla ölçülür; insanlığı da Hakk'a şükretmesiyle, yani umumî manada ibadetiyle anlaşılır. Kendisinde bu iki haslet olmayan kimsenin yokluğu, varlığına müreccahdır".
"Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hak'tan nasibini istemektir".