Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvuf...

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Tasavvuf, ebedî saadete nâil olmak için nefsi tezkiye, ahlakı tasfiye, zâhir ve batını tamir hallerinden bahseden bir ilimdir. Tasavvufu kâlden ziyade bir hâl ilmi olarak da ifade edebiliriz. Her ilim gibi tasavvuf ilminin de tarifi yapılmıştır. Tasavvuf, diğer ilimlerden farklı olarak, mutasavvıflarca çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Bu tariflerin, her sofînin işgal ettiği makama göre yapıldığını gözden uzak tutmamak gerekir.

MA'RÛF EL-KERHî:
"Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.1
Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.
"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir.


SERİYY-Î SAKATî:
"Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir: 1) Marifetin nûru vera'ın nûrunu söndürmez, 2) Kitab ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bâtından bir söz ile konuşmaz, 3) Kerametleri kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını açıklamaya sevk etmez.2

Tarikatte ilim
Bu üç maddeyi açıklayalım:

1) İlim ve takvâ: Meşhur büyük mürşidlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi öne almışlardır. Çünkü ilimsiz yola çıkılmaz; çıkan yolu sapıtabilir. İlim, öncünün elindeki en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir. Ümmî urefânın bilgileri de ilimdir.
"Allah, cahili asla velî edinmez" buyurulmuş. Ancak bu ilmin amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel değil, takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-ı Hak nazm-ı celîlinde, mealen:
"Kulları arasında ancak alim ve arif olanlar Allah'ı haşyetle ta'zim ederler"3 buyurmuştur.

Tarikatte irfan
İrfan da ilmin bir koludur ki, tarik erbabı arasında derecesi ilmin fevkindedir. İlim yoluyla anlaşılamayan birtakım hakikatler, seziş, feraset, keşf ü keramet tarikiyle anlaşılabilir.
Kıymetli profesörlerimizden merhum Necati Logal'in dediği gibi, şarkın ikinci Mevlana'sı olan, büyük mutasavvıf alim, "Rûhu'l Beyan" tefsirinin sahibi, Bursalı İsmail Hakkı hazretleri "Kenz-i Mahfî" adıyla te'lif etmiş olduğu eserinin başında, meşhur olan "Küntü kenzen mahfiyyen"4 vedzesi için.
"...Hadis-i menkûl gerçi inde'l-huffâz sabit değildir. Nitekim İmam Süyûti "Dürer-i Münteşire" nam kitabında "la asle lehu" demiştir. Feemmâ inde'l-mükaşifîn hadîs sahihdir. Zira huffâz sened ile naklederler; mükaşifûn ise fem-i Nebevî'den bizzat ahzedip söylerler ve bir nesnenin sened-i mâlûmu olmamaktan fî nefsi'l-emr adem-i sübûtu lazım gelmez; belki keşf-i sahih ile olacak esah olur. Zira kaşifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-ı tam ve hakka'l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu'tekidlere göre hüccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire göre burhan olmasın. Zira onlar huffâş gibidir ki afitâb-ı rûşeni göremez ve ayne'l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim muhabbetimiz o makûle ile değildir ve bazı kütüb-i mu'teberede gelir ki:
"Davud aleyhisselam şöyle söyledi:
"Ya Rabbi! Mahlûkatı niçin yarattın?"
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."
"Yani Hazret-i Davud aleyhisselam münacaatında sırr-ı halktan, yani icaddan sual edicek Cenab-ı Kibriya'dan kelam-ı mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi'l-asl ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye'den olmuş olur..."5 deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak küçük bir kitab haline getirmiştir.

Kitab ve sünnetten ayrılmamak
2) Kitab ve sünnetten ayrılmamak: Bir mutasavvıfın Kitab ve Sünnet dışı söz ve hareketi, kendisi hakkında şüphe uyandıracağı gibi, mensup olduğu tariki de zan altında bırakır. Her ne kadar kat'î naslar haricinde teferruat-ı mesâilde, muhtelif ehl-i sünnet ictihadlarıyla amel eden erbab-ı tasavvuf, zâhir ulemâsı gibi muhtardır. Sofî, bu bir ilim-i batındır diyerek Kitab ve sünnetin zahirine muhalif bir söz söylemez.
3) Kendisine münkeşif olan hakâyıkı her zaman, herkese, her yerde açıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.

EBÛ HAFS EL-HADÂD:
"Tasavvuf tamamen edebden ibarettir".6
Tasavvuf edeb-i Muhammedi'dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahallük etmektir. Bu ef'ali de, ahvali de câmi'dir.
"Edeb İlahî nurdan bir taçtır ki, onu başına geçirdikten sonra istediğin yere gidebilirsin".
Edebin gerek tarifi, gerek izahı babında pek çok söz söylenmiştir; ileride bunlara tesadüf edilecektir .
Bu çok şümûllü vasf-ı umumînin en yüksek mertebesi şu iki beyitte tecelli eder:
"Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddüp ederek ancak zikir ile meşguldürler. O yüce şahsiyetler rızaya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek için teşebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir."
Bu babda Hafız Şirâzî'nin beyti çok ârifânedir:
"İhtiyaç içindeyiz ve birşey istemiyoruz. Kerim-i Müteal huzurunda istemeye ne lüzum var".
Hind'in meşhur şairi Feyzi Hindî de:
"Madem ki bizim ihtiyaçlarımızı kendisi biliyor, o halde duaya ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar ediyor. Zira kullar evâmir ve hikmet-i rabbâniyeyi idrakten acizdirler.
Fakat bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size icabet edeyim, duanızı kabul edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir cehenneme gireceklerdir"7 buyurulmuştur.
Biz de, şair Ziya Paşa ile hemzeban olalım:

İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazû o kadar sıkleti çekmez.


Ölünceye kadar kulluk et
Bazıları bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet yoktur" diye manalandırırlar. Biz kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz. Ancak kendilerini vahdet-i vücüd felsefesini benimsemiş zanneden vahdet-i vücudçular, böyle beyitlere ve cümlelere yukarıdaki manayı vererek, teklifi ıskat etmiş olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin: "Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et"8 ayet-i kerimesindeki ölüm ile vukubulacak olan yakîni, hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te'vil etmelerine benzer. Yani "Ölünceye kadar Rabbine ibadet et" manasını, "Hakk'a yakîn peyda edinceye, yani manen yükselip olgunlaşıncaya kadar ibadet et" yollu te'vil ederler ki, bu hüküm daha hayatta iken tekâliften kurtulmak için kaçamak yoludur.
Bunlar: "O'nda, kitabın temeli olan kesin manalı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli manalıdırlar (müteşabih ayetlerdir). Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onların müteşabih olanlarına uyarlar..."9 ayet-i kerimesindeki hükme müstehak olurlar.


EBÛ'L-HÜSEYİN EN-NURİ:
"Tasavvuf ne şekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlaktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mücahede ile hasıl olurdu, ilim olsaydı öğrenmekle meydana gelirdi. Bu sebebten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf, Hakk'ın ahlakıyla mütehallî olmaktır."10

"Biz dahi alırdık, otuza kırka"
Tasavvuf, şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resülüllah'ın ahlakı ile ahlaklanınız"11 hadis-i şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlünün sıfatları ile ittisâfâ çalışmaktır.

Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka
.12

"Tasavvuf, hürriyet, kerem, merâsimi terk ve cömertliktir."13
Tasavvuf, kerem ve cömertliktir, yoksa kuyûd ve merasim değildir. Sofî, elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini düşünen adamdır. Şeyh Sa'di:
"insanın şeref ve haysiyeti, lütuf ve keremi, ihsan ve atâsıyla, sehâsıyla ölçülür; insanlığı da Hakk'a şükretmesiyle, yani umumî manada ibadetiyle anlaşılır. Kendisinde bu iki haslet olmayan kimsenin yokluğu, varlığına müreccahdır".
"Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hak'tan nasibini istemektir".

Emeller ve elemler
Tasavvuf, kendi isteklerini bırakıp, Hakk'ın takdirine razı olmaktır. Çünkü insanın emellerinin sonu yoktur, birini elde etse, gönlü diğerine takılır. Bu suretle de kalb Hak'tan cüdâ kalır. Bundan dolayı emele, elem bozuntusu demişlerdir.
Her emel tahakkukuna kadar insana elem verir. Her emelin nihayeti, başka bir emelin bidâyetidir. Bu suretle emel silsilesi ölünceye kadar devam eder. Emeller terkedilince, Hakk'a bağlanılmış olur. Emelin terki dünyayı, işi gücü matıyye-i nefsi, yani vücudu, nefsini ihmal etmek demek değildir. Hayatın tabiî icaptan hiçbir zaman terk edilemez. Eldeki nimete şükrü bırakıp, daha fazlasını istemek, emel peşinden koşmaktır. Eğer eldekine hakkıyla şükür edilse Cenab-ı Hak nimetini artıracağını beyan buyuruyor:
"Rabbiniz: Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz, bilin ki azabım pek çetindir, diye bildirmişti".14

Şükür nasıl yapılır?
Şükrün ne olduğunu iyi bilmek lazımdır. Yemek yiyip, bittikten sonra "Ya Rabbi şükür el-hamdülillah" demekle şükür ifa edilmiş olmaz. "Şükür odur ki, her aza ne için yaratılmış ise, ona sarfetmektir".15
Her nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilir. Nasıl ki zekat vermek, sadaka vermek yani maddeten yardım yaparak iyilik etmek suretiyle servetin şükrü eda edilirse, bir sofrada kendini ve aile efradını doyuracak bir kap yemeğin yerine, mesela üç kap yemek yer ve bir kap yemeği bulamayan yakını, komşusu veya tanıdığını düşünmez, onları doyurmaya çalışmaz, gece sabahlara kadar ve iki yemek arasında ağzıyla binlerce defa "Ya Rabbi şükür" dese, hiçbir zaman şükrünü eda etmiş olmaz. Her öğün etini, sebzesini, tatlısını Hakk'ın lütfuyla te'min etmiş olan kimse, eğer takva yolunda yaşamak ve bir amel-i salih icra etmek ve cemiyete karşı sorumluluğundan kurtulmak istiyorsa, bir gün et, bir gün sebze, bir gün tatlı yiyerek, diğer iki nimeti münavebe ile ihtiyaç sahiblerine yedirecektir.
Bunu, Hakk'ın rızası için yapmak en büyük sofuluktur. Böyle yapan: "Onlar, içleri çektiği halde, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esire yedirirler"16 ayet-i kerimesinin sırrına mazhar olur ve: "Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin arıdından başa kakmayan ve ezâ etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir"17 saffında bulunanlar arasına girer ki, işte evliyâullah bu zümreye dahil olanlardır.


SEHL BİN ABDİLLAH ET-TÜSTERî:
"Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşmak ve insanlardan kalben uzaklaşmaktır".18
Çünkü tokluk insanı gaflete ve şehvete sevkettiği gibi, verdiği rehavetten dolayı hakkıyla ibadet-i bedeniyyeye de mani olur. Onun için kanaatkarlık ve perhizkarlık yapan, yani eline geçenle yetinen ve fazlasını muhtaca veren, ancak Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşabilir; bu hususta sorumluluğu kalmaz.
Yani helalinden çok kazanmak için fazla çalışacak, yeteri kadarını kendisine ayırdıktan sonra, kalanını muhtaca verecektir. Bundan maksat, "fakir ilallah" dedikleri yalnız Hakk'a arz-ı ihtiyaç edip, halkın elindekilerden müstağni olmaktır. Müstağni olan sofînin nazarında,
"Müstağni o kimsedir ki, ona göre bir başakla, bir harman arasında fark yoktur". Elinde hangisi bulunursa fark etmez, başkalarının elindekini de öyle görür.
"Tasavvufun aslı, Kitab ve sünnete yapışmak; hevâ, heves ve bid'atleri terk etmektir".19
Tasavvuf, ahkâm-ı dine ve sünnet-i Resûl'e sarılmaktan ibarettir.


AMR BİN OSMAN EL-MEKKî:
"Tasavvuf, zamanın en uygun vaktinde, kulun her an Hak ile meşgul olmasıdır".20
Uyku ve hacatın kazası gibi zamanlar haricinde, kalbin her an Hak ile meşgul olmasını da tasavvufun tarifi içine almıştır ki, bu da bir zikirdir.


SÜMMÜN EL-MUHİB:
"Tasavvuf, hiçbir şeye malik olmamak ve bir malın esiri bulunmamaktır".
Hiçbir şeye malik olmamak, mal ve mülkünü nefsine mal etmemek, o malda başkalarının hakkı bulunduğunu, asıl sahibinin Malikü'l-Mülk olduğunu, kendisinin onu yerli yerinde sarfedecek küçük bir haznedar olduğunu bilecek ve ona göre davranacak, sûret-i sarfı Kur'an'dan öğrenecektir. Hiçbir zaman kendini mal ü menâl sevgisine kaptırmayacaktır. İşte o zaman masivadan ilgisini kesmiş olur.
"Eğer sende dünya ile kıl kadar iç rabıtası bulunursa, senin Hakk'ın manevî nimetlerinden mahrum kalmaklığın tabiîdir. O kıl kadar alaka bir zünnar, yani alamet-i küfürdür ki, insanı şirk-i hafiye götürür, harem-i İlahî'de de namahremdir, yabancıdır".

Kıl kadar kalsa vücudundan eser,
Alamazsın kıl kadar andan haber.


Kelim Hemedanî bir beytinde bu mazmûnu ne güzel beyan eder:
"Hak'tan başkasına olan rabıtanı kesmedikçe, bütün ibadetlerin boşunadır. Bu alakadan başını koparıp kurtarmadıkça, başını secdeye koymaya müstahak değilsin".
Yine Kelim başka bir beytinde şöyle tasvir yapar:
"Alakalar, bu dünyanın levazımındandır, yalnız neş'esi değil, hem de zînetidir, süsüdür. Hükümdarların zindanlarında mahkumlara vurulan zincir şakırtıları, hapishanenin ihtişamını gösterir".
Yani, demek istiyor ki, alakadan zahiren kurtulmak mümkün değildir. Evlat muhabbeti, torun sevgisi, onları memnun etmek için sarfedilen gayretleri ve a'mal-i hayriyye, bu dünya neş'esinin zaruretleridir. Nasıl olsa insan bunlara mahkumdur. Bunlar ise birer esaret alameti olan zincirdir. İşte, zincire kıymet vermemek, zindan hayatının serbest, kayıtsız, zincirsiz hayattan farklı bir yaşayış olmadığını nefsine telkin edip, kabul ve hazm etmek, zincir vurandaki hizmeti düşünmek, eğer bu hal seni üzüyorsa, "Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır"21 ile müekkeb tebşirat-ı sübhâniyyeyi düşünerek, bütün kayıtlardan ruhun selameti için sabra sarılmayı bilmek lazımdır.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
CÜNEYD-İ BAĞDADÎ:
"Tasavvuf, Hakk'ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir".
"Tasavvuf, mâsivâ ile alakayı keserek, Cenab-ı Hak ile beraber olmaktır".22
Masiva ile alakayı kesmek demek, Hak'tan gayrı olan herşeyi terketmek demektir.

Masiva şâibesinden dili tathîre çalış
Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alış.


Evet, masiva ilgisi kalbte bir lekedir; Hakk'ın kalbe tecellisine manidir. Bu leke ancak hikmet ve irfan güneşiyle giderilebilir. Hikmet, ilmin mahiyyetini araştırmaktır; irfan ise bir nevi' sezerek anlayıştır, ayrı bir mevhibedir.

Mâsivâ nasıl terk edilir?
Acaba bu masiva nasıl terk edilecektir? Bunun için ashab-ı tarik birtakım yollar göstermiştir. Bunların arasında üzerinde en çok durulan zikir yoludur. Zikir yolu, en kestirme bir tarik ise de, zikrin ne yolda yapılacağını iyi bilmek lazımdır. Yoksa şairin:
"Tesbih elde, tevbe dudakta iken, gönül günaha girilecek bir iş düşünecek olursa, bizzat günahın kendisi, yani onu bize telkin eden şeytan, bu tevbemize gülecektir".
Nâbi de bu manada şöyle söyler:

Leb zikirde ammâ ki gönül fikr-i cihanda
Kaldı arada sübha-i mercan mütereddid.


"Bizim dudaklanmız zikr-i Hak'la meşgul iken, fikrimiz dünya işleriyle alakalı bulunursa, eldeki mercan tesbih de tereddütte kalır".

Maddeye gönül vermemekŞimdi sâlikin masivadan kendisini nasıl sıyırabileceğini dü-şünelim:
İnsan, hayatı müddetince masiva ile beraber yaşar. O halde bundan kurtulma yolu nedir? Tabiî insan, yaşamak için yiyecek, içecek, yatacak, yakacak, doyacak, sevecek, bütün hayatî ihtiyaçlara bağlanacağı gibi, mehâsine de gönül verecektir. İşte, tarikat dervişe zikir, fikir ve aşk yoluyla bunları gönülden nasıl çıkaracağını bildirir.
Masivadan ilgiyi kesmek demek, maddeye gönül vermemek, ona bağlanmamak demektir; yoksa madde ile meşgul olmamak demek değildir. Sofî, herkes gibi umumî hayata karışacak, kendi işini ve başkalarının işlerini yapmaya çalışacak, mukadderse zengin olacak, hiçbir surette Hak'tan ayrılmayacaktır. Fakat bünün bunlara gönlünü bağlamıyacak, Malikü'l-Mülk'ü düşünecek, bugün kendi elinde Hakk'ın emaneti ve atası olan her türlü nimetin, yarın başkasının eline geçmesinin tabiî olduğunu teemmül edecek ve kaybından dolayı asla müteessir olmayacaktır.
Bir mutasavvıf şairin:

Ehl-i tevhid olmak istersen sivâya meyli kes,
Aç gözün merdâne bak, Allah bes bâki heves.


Dediği gibi, Hak'tan maâdasına gönülde yer veren kimse, muhabbet ve aşk ile şirk-i hafiye kadar gidebilir. Her ne kadar bazı tarik erbabı "Hakikate, mecaz köprüsünün geçilerek varılır" demişlerse de, erbabı, bunun hududunu tayin eder.

Mal ve nefisle mücadele
"Tasavvuf, sulh ile değil, cenk ile hasıl olur".23
Tasavvuf, mücadele ile elde edilir. Cenab-ı Hakk'ın emri, önce mal ile, sonra nefisle mücadele etmektir. Mal ile mücahede, zarüriyyat-ı şer'iyye dışında kalan servetini, malını, mülkünü infak etmek suretiyle yapılır. Zarüriyyât-ı şer'iyye, kendisinin ve ailesinin yiyeceği, yiyeceği, yakacağı, yatacağı şeylerden ibarettir. Bunun dışındakini infak etmek Allah'ın emri muktezasıdır. Kur'an-ı Kerim'de:
"Ne vereceklerini sana sorarlar, de ki: Artanı!"24 buyurulmuştur.
İnfak hakkındaki bütün ayet-i kerimeler bu esasa irca edilir.
Nefis ile mücahedeye gelince: Nefsin meşru olmayan bütün dileklerine karşı gelmektir. Nefsiyle mücadele, vatana saldıran düşmana karşı cihad, sulh zamanında memleket içinde zulme karşı mücahede, hakkı korumak için yapılan çabalar, nefsinin hevesatına kapılmamak için her türlü mehârim ve mekârihten ictinab, nefis ile mücahede medlûlünde mündemiçtir.
"Tasavvuf, toplulukla birlikte zikir, dinleyenlerle birlikte vecd ve işlenmek suretiyle de ameldir".25
Toplum içinde, halk arasındaki derecat-ı mütefâviteyi, mahlûkatın tenevvü'-i bi-nihayesini, sibgatullahın renk renk tecellîlerini görüp zikretmek ve bunu görmeyenlere anlatarak onlann kendisiyle birlikte vecidlerini husûle getirmek ve a'mâl-i sâliha ile örnek olmak tasavvuf ehlinin başlıca şiârıdır.
"Tasavvuf, kulun kendisiyle kaim olduğu bir vasıftır. Cüneyd'e: O Hakk'ın sıfatı mıdır? dediler, O da: Sıfat olarak "Hakk'ın, resim olarak halkındır, diye cevap verdi".26
Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğunu sordukları zaman: "O bir hâldir ki, daima kul ile beraberdir" buyurmuş. "Bu hal Hakk'ın sıfatının tecellîsi midir, yoksa halkın evsâfından mıdır? denilince: "Sıfat olarak Hakk'ındır, merasim ve şekil olarak da halkındır" demiştir.

Allah ve Resûlünün ahlakı

Peygamber Efendimiz: "Allah'ın ahlakıyla ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" buyurmuştur.
Bu, Allah'ın ve Resûlünün evsafıyla muttasıf olmak demektir. İmdi, bütün esma-i hüsna ve evâmir-i ilahiyye Hakk'ın evsafının tecellîsidir. Sîret-i nebeviyye ve sünnet-i resûl kezâ, Peygamber Efendimizin evsaf-ı seniyyelerindendir. Bunlara uymayı nefsinde kabul eden kimse Hakk'ın sıfatını iktisab etmiş olur. "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" sırrı tecellî eder. Sîrete ittiba ile sünnetin ifası da yine evsaf-ı peygamberi ile muttasıf olmaktır. Bununla da: "Ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlâklamnız" hükmü zahir olur.
Bunların, kabul ve imanı, sıfat-ı Hak'la tehallî etmektir; icrası da merasimdir, halka aittir.
Erbab-ı tasavvuftan biri bu hususu ne güzel hülasa etmiştir:
"Hayatın öyle geçsin ki, öldükten sonra bir yolun toprağı olursan; senin üstünden geçenlerin yolun tozundan bile müteessir olduklarım işitmeyesin."
Pertev Paşa bu manayı şu şekilde tafsil ve izah eder:

Ne semmet bülbülün verdin, ne de hârden incin
Ne gayrın yarine meyl et, ne sen ağyârden incin
Ne sen bir kimseden âh al, ne âh ü zârden incin
Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.




"Zahir ile amel et, sana yeter"
Cüneyd'e gelerek tasavvufun ne olduğunu sordular. O da: "Zahir ile amel et, sakın onun hakikatlerinden bir şey sorma, onu ifsad edersin" diye cevap verdi.27
Yine Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman: "Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakikatini araştırmaya kalkma, zahir ile amel et, bu sana yeter" buyurmuştur ki, herkes kendine göre mana vermeye kalkıp te'villere sapmasın ve günaha girmesin diye bu tavsiyede bulunmuştur.
Şîrazlı Hafız bir kabasofuya şöyle demiştir:
"Ey kabasofu, yoluna git, bana hakikati anlatmaya kalkma, çünkü bu kainatın esrarı senin ve benim gözüme kapalıdır ve öyle kalacaktır".


MÎMŞÂD ED-DÎNEVERî:
"Tasavvuf, serâire ıttılâın verdiği safâ ve Hakk'ın razı olacağı amelleri işlemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir".28
Bu tariften de anlaşılıyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlaşıldıkça kalbte husûle gelen itminan insana en büyük huzuru verir. Bütün efal ü muamelatında Hakk'ın rızasını düşünmek, halk ile rastgele münasebetler kurmayıp, onlarla teması zarurî hususlara hasretmek, seyr ü sülükün icabıdır.

Bilinmemek, faydasızdan sakınmak
"Tasavvuf, mâsivallahdan müstağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".29
Tasavvuf, ihtiyaç içinde bulunulmasına rağmen müstağni görünmek, masivaya rağbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayır ve faydası olmayan şeylerden sakınmaktır ki, ihtiyacı izhar eden kimse züll-i suale (dilenme alçaklığına) kapı açıyor demektir. Bu izzet-i İslam'a iras-ı halelde bulunmak gibi bir günaha vesile olabilir. Şeref ve haysiyyeti muhildir.
İkincisi, hüviyetini, şahsiyetini, kıymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-ı nasdan biri gibi hareket etmek, adab-ı sofîyyeden olan bir tevazu'dur. Hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktan maksat da efal-i mübâhada bile hayrı gözetmektir.


ALÎ BİN EL-ISFAHANî:
"Tasavvuf, Hakk'ın gayrından uzak ve masivallahdan halî olmaktır".30


EBÛ MUHAMMED EL-CÜVEYNî:
"Tasavvuf ahvâli kontrol etmek ve güzel olan şeyleri iltizam etmektir"31
Daima iyiyi ve hayrı aramak, insanın içinde bulunduğu ve maruz kaldığı ahvalin tetkikiyle zararları def ve faydaları celp için çalışmaktır.


EBÛ AMR ED-DIMIŞKî:
"Tasavvuf alemi noksan gözle görmektir, yahut bütün noksanlardan münezzeh olanı müşahede etmek için her noksandan gözü yummaktır".32
Kemal-i mutlakı Hak'da müşahede edebilen kimse her şeyde bir noksan görür. Kemal-i mutlak Allah'a mahsustur. Her varlığın kendine göre bir ayb, kusur ve noksanı vardır. Bir şeyde kemal tecellî ettiği sanılınca, derhal zeval yüz gösterir. "Her şey tamam olunca noksanlık başlar" buyurulmuştur.
Ahmed Paşa "Yârsız kalmış cihanda aybsız yâr isteyen" der ki, her güzelin istenmeyen bir tarafı olur. İşte noksan denen şey budur. Fakat erbab-ı tasavvuf hiçbir şeyde noksan aramıyacaktır. Noksandan göz yumacak, yani noksanı görmeyecek, noksan gördüğü zaman kemal-i mutlakı tahattur ve zikredecektir.
"Senin vücudun bir ayıptır. Bunun üzerine, bir başka ayıp aramanın manası yoktur" sözü insanın baştan aşağı kusur olduğunu gösterir.
"Küsûf güneşin, husûf da ayın kusurudur" demişlerdir. O halde cihanda aslolan noksandır. Kemal nisbî ve izafîdir.
Şu manayı veren kıt'a da güzel bir ders-i ibrettir:
"Diline dikkat et, kimsenin kusurunu söyliyeyim deme; çünkü sen baştan aşağı kusurlarla mahmulsün; halkın ise binbir dili vardır. Gözlerin sana, başkalarının ayıplarını gösterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkın binbir gözü sana bakıyor, de".
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
EBÛ'L-HASAN EL-MÜZEYYEN:
"Tasavvuf, Hakk'a inkıyattır".33
Burada Hakk'a inkıyat, mertebe-i rızadır ki; rıza, tarikatte müntehayı meratiptir; sabırla tev'emdir. Rızanın, mertebelerin sonu olması, sabrın emir, tavsiye ve telkin neticesi nüfûsa te'siriyle tecellîsine mukabil, rızanın her musîbetine bir hikmet düşünülerek tabiî karşılanmasıdır. Hele kendini aradan çıkarıp, yalnız Hakk'ın rızasını düşünecek olanlar, Peygamberler ve vasılîndir. Merhum Osman Şems Efendi'nin:

Vasıl-ı vuslat-saray-ı mutlakım na'leyn-vâr
Saff-ı na'le terk kıldım küfrü de imânı da.

Beytinden de anlaşılacağı üzere, iki zıt vasıf, beşeriyette hayır ve şerri tefrîka medârdır. İman itaat, küfür isyandır. Hakk'a vasıl olan hakka'l yakîne ulaştığından küfür mefhumu zihne tebadür etmiyeceği için lafz-ı bî-mana kalıyor.
Hakikat-ı vûcudu idrak etmiş olduğundan: "Onlar gaybe inanırlar"34 vasf-ı sübhanîsine mazhar, silsile-i beşeriyetten ayrılarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût için küfür mefhumu mutasavver olmadığından, bir şuhûd-i tam içinde âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar. İmana inkardan geçilir, inkarı imha eden imandır. İman, şuhûd-i hakayık-ı ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkıyor. Bu, insan için bir salah-ı küllî mertebesidir ki, her kula müyesser olamıyor. Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imanı hakka'l-yakîne çıkarmakla mümkün olabiliyor.

Halka rehber olmak
İmdi, süllem-i rızadan, arş-ı hakikate yükselebilmek, daima Hakk'ın yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah'ı anarlar..."35 ayet-i celîlesini bir an hatırdan çıkarmayarak, evamire mülâzemet, nevâhiden mücânebet, Allah ve Resülüne ve onlara tabi olanlara sırf muhabbet beslemekle, halkın içinde onlara rehber olarak çalışmakla mümkündür. Bu bir hususiyettir. Bu hali herkesin görüp idrak etmesi mümkün değildir.
Kişinin hüviyet ve derecesi, ef'aliyle anlaşılır. Fakat bu, umum içindir. Havâss-ı mümtaze ancak kendilerini tanırlar. Arapça bir beyit şöyle der ki: "Kişi işiyle kendini göstermedikçe, derece ve hüviyeti anlaşılamaz".
Vasılîn me'mur olmadıkça ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale'd-derecât, esrar-ı Hakk'a aşinalıktır. Tafsili vahdet-i vücûd bahsinde gelecektir.


EBÛ YA'KÛB:
"Tasavvuf, beşeriyete ait evsafın kaybolmasıdır".36
Tasavvuf yolu, insanın kemale ulaşmasına mâtuf bulunduğu için, beşerî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etraflı olursa, sofînin ruhu o kadar yükselir. Fakat bu keyfiyet daha çok teslîke muktedir ki bir mürşid-i kamilin himmetiyle vücûd bulur.


EBÛ ABDÎLLAH BİN HAFÎF:
"Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır".37
Sabır ve rıza yukarıda geçti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî değerleri pek çoktur. Bir Arap şairi şöyle der:
"Durgun su bulanık ve bozuktur. Akan su ise berraktır ve pislik tutmaz. Altın kendi ma'deninde bulunurken bir kıymet ifade etmez. Ud ağacı da ormanda odundan farksızdır; işlenir ve ellere geçerse kıymetini bulur".
Yolcu, iyi niyetle yaptığı seyahatte izzet ve şeref kazanır. Hak, fazilet ve hayır için yapılan muhaceretler de böyledir.


EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:
"Tasavvuf, fuzuli şeyleri tamamen terketmektir".38
Lüzumsuz şeyleri terketmek demek, dinin, aklın, kanunun, örfün, an'anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdiği işler dışında abes ile meşgul olmamak demektir. İşte bu suretle insan, faydalı şeylerle meşgul bulunmuş ve hiç bir faydası olmayan şeyleri terketmiş olur. Bu yalnız sofî için değil, medenî her insan için lüzumlu bir vasıftır.


EBÛ'L-HASAN EL-BÜŞENCÎ:
"Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir".39
Emel ve amel mes'elesi: Emelin sonu yoktur. Beşere şuur lâhik olduktan sonra, ölüme kadar devam eder.
Bağlıdır dâman-ı haşre rişte-i tûl-i emel
Hay ü hûy-i ehl-i dünya bitmeden dünya biter.
Yavuz Sultan Selim'in bir mısra'ını tazmin yollu yazdığı "Ümid" adlı manzûmede, Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey şöyle söyler:

Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd
Her saati ömrü emel-efzâ elem-efzûd
Mâzi mütevâli ezelî sâye-i memdûd
Müstakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd
Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd
Feryad ez in nev vücûd-i adem-âlûd.

Sonu gelmeyen emeller
Evet, insanın ümitleri ve amelleri cihandan da büyük, yani sonsuzdur. Ömrün her anı bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artırır. Maziye dönüp baksan, uzayıp gitmiş bir gölge, hakikat zannettiklerimiz silinmiş, istikbal kapalı bir kabir, kim olduğu, ne olduğu belli değil. Hâl denen zaman ise, izafî bir varlık. Bu dünyada rahat ve huzur nasıl izafî ve muvakkat ise, hâl de her an maziye intikal etmekte olduğundan ma'dûmdur. Binâenaleyh böyle yokluğa müncer olan varlıktan feryad!
İşte insana düşen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarını yerine getirmek ve intizam içinde çalışmaktır. Saatleri ayarlamak, hayatı ayarlamak demektir.


EBÛ AMR BİN EN-NECÎD:
"Tasavvuf, emir ve nehiy hayatında sabretmektir, yani Cenab-ı Hakk'ın emirlerine râm olmak, nehyettiği şeylerden de kaçınmaktır".40
Emir ve nehiyleri gönülden hüsn-i telakki etmek, bunların icrasında veya sakınmasında güçlük varsa, onlara tam bir inkıyad ile sabretmek, tasavvuf ve sülûk icabıdır.


ŞEYH EBÛ ÎSHAK İBRAHİM EL-KARZÛNÎ:

"Tasavvuf, iddiaları terk ve manaları gizlemektir."41
Tasavvuf erbabı, bir iddia sahibi olmayacaktır. Bildiği hakikatleri muhatabının seviyesine göre açıklayacak, muhatabının umumî bilgisinin kavrayamayacağı hakayıkı tafsil etmeyecektir. Ne, ben bilirim bu böyledir, diyecek, ne de anlaşılmayan ve işitilmemiş mefhumları rastgele açıklayacaktır.
"Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır"42 ayet-i kerimesi onun düstür-i reşâdeti, "İnsanlara, akıllarının aldığı derecede hitap ediniz" vecizesi sözlerinin rehberi olacaktır.

DİPNOTLAR
1_ Kuşeyrî.
2_ Kuşeyri, s. 12; Tezkire, c. 1, s. 282.
3_ Fâtır sûresi, ayet: 28.
4_ "Gizli bir hazine idim".
5_ Kenzül Mahfî, s. 2-3.
6_ Tezkire, c. I, s. 331.
7_ Mü'min sûresi, âyet: 60.
8_ Hicr sûresi ayet: 99.
9_ Âl-i İmran süresi, ayet: 7.
10_ Tezkire.
11_ Meşhur hadis.
12_ Yûnus Emre.
13_ Tezkire.
14_ İbrahim sûresi, ayet; 7.
15_ Türk Ahlakçıları, c. I, s. 39.
16_ İnsan sûresi, ayet: 8.
17_ Bakara sûresi, ayet: 22.
18- Tezkire, c. I, s. 164.
19_ Sülemî. s.21.
20_ Kuşeyrî, s. 148.
21_ İnşirah sûresi, ayet: 6.
22_ Kuşeyrî, s. 148.
23_ Aynı eser, s. 149.
24_ Bakara sûresi, ayet: 219.
25_ Kuşeyrî; s. 149.
26_ Tezkire.
27_ Aynı eser.
28_ Aynı eser.
29_ Tabakat.
30_ Nefehat Terc., s. 156.
31_ Kuşeyri s,127.
32_ Nefehat Terc., s. 207.
33_ Kuşeyri, s. 127.
34_ Bakara sûresi, âyet: 3.
35_ Âl-i İmran süresi, âyet: 191.
36_ Nefehat Terc., s. 181.
37_ Tezkire.
38_ Nefehat Terc., s. 248.
39_ Tezkire.
40_ Aynı yer.
41_ Nefahât Terc.
42_ Yûsuf sûresi, âyet: 76. KAYNAK: Mâhir İZ; "Tasavvuf", KİTABEVİ, s.47-68 (KİTABEVİ 2; Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ)
 

milwaukee

Üyeliði durduruldu
Katılım
12 Şub 2006
Mesajlar
222
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
TASAVVUF ŞİRKİN KAYNAĞIDIR.


İbn Arabî (638/1240) ise "O'nun peygamberi O'dur, göndermesi O'dur ve kelimesi O'dur. O kendisini kendi*siyle Kendi'ne göndermiş'tir
Şebüsterî'de (725/1324-25) karşımıza çıkar;



"Enelhak, mutlak olarak sırları açığa vurmaktır, Hak'tan başka kim Enelhak diyebilir?



Alemin bütün zerreleri Mansur gibi Enelhak demektedir... Sen, onları ister sarhoş say, ister Mansur!



Daima bu teşbihi çekip dururlar...hepsi de bu hakikatle vardır.



Eymen vadisine gir de o ağaç, sana da "Ben Tanrıyım Tan*rı" desin.



Bir ağacın "Ben Tanrıyım" demesi doğru ve yerinde olsun da neden bir kutlu kişinin demesi doğru ve yerinde olmasın?



Gönlünde şüphesi olmayan kişi şüphesiz olarak bilir ki varlık, ancak birdir.



Birden başka bir şey daha olmadı ki hulul ve ittihat olabil*sin. Halbuki birlik, sülük neticesinde tahakkuk eder.



Halkın varlığı ve çokluğu görünüştedir. Yoksa görünenler zaten hakikatte yoktur



Karşına bir ayna al da bak...oradaki aksi gör.



İşte âlemin aslı da bu çeşit...bildin mi iman et ve bu imana yapış!



Hak'tan başka bir varlık yok...ister o Hak'tır de, ister ben Hak'kım de"(5
 

milwaukee

Üyeliði durduruldu
Katılım
12 Şub 2006
Mesajlar
222
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
BUNLARIDA O MAKAMDA OLMADIĞIM İÇİN ANLAYAMIYOM.
Şimdide celaleddin ruminin hocası şemsi tebrizden


''Semsi tebrizinin kimya adinda bir karisi vardi. birgün çems hazretlerine kizip meram baglarina gitti. Sems, medresenin kadinlarina isaretle haydi gidin kimya hatunu buraya getirin dedi. bunu üzerine kadinlardan bir gurup onu aramaya hazirlandiginda, rumi semsin yanina girdi, Sems sahane bir çadirda oturmus, kimya hatun ile oynasiyordu.Rumi bunu görünce hayrette kaldi. onu aramaya giden kadinlar henüz gelmemislerdi. rumi disari çikti. Bu kari kocanin oynasmalarina mani olmak için medresede asagi yukari dolasti.
Sonra sems içeri gel diye çagirdi. rumi içeri girdigi vakit semsten baskasini göremedi. bunun sirrini sordu ve kimya nereye gitti dedi. Sems yüce tanri bizi o kadar severki istedigimiz sekilde yanimiza gelir. Su anda kimya seklinde geldi
Celaleddin vatandaş. vahiyden kültüre,
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
deiğim gibi ben sana tasab-vvufu açıkladım hatayı arıcaksan yazıda ara. o bunu demiş bu şunu demiş deme inanmamak için diretiyosun , koşullanmışsın başka bişey dinlemiyosun.. yazıyı oku sonra konuşalım bu bir, ikincisi yazıları tümden ele almadan yorum yapmak yanşış ve eksik olur. yazıları tümüyle ele alınmalı ve okunmalı ona göre işin ehlinin gözetiminde bunlar incelenmeli aksi halde senin işin bir adamın fıkrasına döner adama sorarlar, namaz neden kılmıyorusn? adamda cevap verir; kuranda namaza yaklaşmayın diyor. ;) şimdi senin ymuabbette buna benziyor be mübarek bu cümelenin önünde arkasında ne yazıyor? sanırım sende sadec cümlenin ukadarını okudun yada , diğer kısımları anlıyamadın olsa gerek sadece aynı şeyleri yazıp duruyosun :) stersen tamamını yaz konu belirterek bizlerde daha detaylı konuyu inceleyebilelim...
 

isimsiz

New member
Katılım
9 Şub 2005
Mesajlar
812
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Köln/ALMANYA
cahile laf anlatmak, deveye hendek atlatmaya benzer.
ne kadar doğru söylenmiş bir söz...
 

alem-i ervah

New member
Katılım
20 Ocak 2006
Mesajlar
463
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Tasavvuf

Tasavvuf

Bismihi Teala :

" Rahman olan Allah' ın ( has dostları ve ) kulları yer yüzünde tevazu hali içinde yürürler. Cahiller kendilerine takıldıkları zaman, güzel ve yumuşak söz söylerler." Kuran-ı Kerim Furkan Suresi 25/63

" İyilik ve takva üzerine yarışınız " Kuran-ı Kerim el-Maide Suresi 2

" Ümmetim içinde ilham ve keşfe mazhar bazı insanlar vardır. Ömer de bunlardan biridir." Hadisi Şerif -Sahih-i Buhari, Fezail 16

Zaman içerisinde tasavvufun pek çok tarifi yapılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:

Ma’ruf el-Kerhî (K.S) : “Tasavvuf, hakikatleri almak, insanların ellerinde bulunan şeylere gönül bağlamamaktır.”

Cüneyd-i Bağdadî (K.S) : "Tasavvuf, Hakk’ın seni senden öldürmesi ve seni kendisi ile diriltmesidir."

Yine Hz. Cüneyd: "Tasavvuf, vakitleri muhafaza etmektir ", demiştir. Bu da kulun haddini bilmesi, Rabb'ına muvafakat etmesi ve vaktinin gayrisi ile bulunmamasıdır (hâline razı olmasıdır) .

İmam Gazzâlî (K.S)): “Tasavvuf, kalbi yalnız Allah’a bağlayıp, mâsivâdan ilgiyi kesmektir.”

Tasavufun ne olduğu sorulan Cüneyd-i Bağdadi ( K.S ) şöyle cevap vermiştir: " Yaratıklarla alakayı kesip Allah ( CC ) ile olmaktır."

Ruveym b. Ahmed ( K.S ) : " Tasavvuf, nefsi Allah ( C.C )' ın iradesine teslim etmektir."

Semnun ( K.S ) : " Tasavvuf hiçbir şeyin sana, senin de hiçbir şeye malik olmamandır."


İbn Atâ: "Tasavvuf, Hakk'la beraber istirs âl (Kulun kendisini kayıtsız ve şartsız Allah'ın irâdesine teslim etmesi) dir." demiştir:
Ebu Yakub Süsi: "Süfi, sebebin rahatsız etmediği ve talebin yormadığı kişidir", demiştir. (Çünkü o sebebi değil, Allah'ı görür, bir şeyin istek ve irâde ile değil takdirle hasıl olduğunu bilir) .

"Tasavvuf nedir", diye soran bir zata Cüneyd (k.s.) şöyle dedi: "Tasavvuf, sırrın ve ruhun Hakk'a ulaşmasıdır. Buna nâil olmanın yolu, nefsin, sebepleri görmekten fâni olmasıdır. Bu ise ruhun kuvvetli ve Hakk'la kâim olması sayesinde mümkün olur."

"Sufilere neden sufi denildi", sorusuna Şiblî (k.s.) şu cevabı verdi: "Çünkü sufilerin sıfatları var, şekirleri ( r u s û m ) mevcut. Böyle olmak onların nişanıdır. Şayet sıfatların var ve şekillerin mevcut olmaması onların nişanı olsaydı o zaman sıfat ve şekle sahip olmamak onların nişanı olurdu". Şibli, sufilere sufi denilmesini sıfat ve şekle sahip olmalariyle izah etmiş, hakikat derecesine ulaşan bir sufinin resmi (şekli) ve sıfatı olabileceğini kabul etmemiştir. (Hakiki sufide sıfat ve resim yoktur, bu dereceye ulaşmamış olan sufilere eski sahib bulundukları sıfat ve şekiller dikkata alınarak s u f i y e denilmiştir) .

Bayazid Bistami (k.s.) ; "Sufiler, Hakk'ın kucağında (ve himayesinde) ki bebeklerdir", demiştir. (Anne bebeğin ihtiyaçlarını temin ettiği gibi Allah da onların ihtiyaçlarını sağlar) .

Ebu Abdullah Nebâci (k.s.) ; "Tasavvuf b i r s â m (bir delilik nevi) hastalığı gibidir. Başlangıçta insan saçmalar. Fakat bu hâl kendisinde iyice yerleşince lâl olur. Yani sufi başlangıçta makâmından bahseder, hâli ile ilgili bilgiler anlatır. Fakat keşfi açılınca hayrette kalarak sukut eder". (Maksadı sözle anlatmak vuslat hailnde olmayan sufilerin hâlidir, tasavvufun son merhalesine ulaşanlar h a yr e t içinde kalır ve sukut ederler. Sukut sözden üstündür) .

Fâris'in şöyle dediğini işitmiştim: "Nefsâni arzular, insanın önünde duran büyük ve önemli işlere galebe çalınca, en doğru olanı tercih etmek bahis konusu olur. O zaman bu hâl sözle açığa vurulur ve yayılır. Vuslat makâmına ulaşılınca, nefisle nefsin arzuları arasına perdeler çekilir, o zaman her an sukut etmekten başka yapılacak bir şey bulunmaz". (İnsan nefsi ile çatışma hâlinde bulunduğu zaman en iyi hareket tarzını tercih etme imkânına sahip olur. Onun için de durumu sözle ifade eder. Kendinden geçip nefsinden gâib olunca susmaktan başka bir şey bahis konusu olmaz) .

Ebu Hüseyn Nuri'ye (k.s.) ; "Tasavvuf nedir", diye sorulmuş, o da ; "Makâmı yaymak ve kıvâma vâsıl olmaktır" , demiştir. "Peki sufilerin ahlâkı nedir" diye sorulunca, "başkalarını sevindirmek ve onlardan gelen eziyeti görmemezlikten gelmektir" , demiştir.

"Makâmı yaymak" , sufi başkasının hâlinden değil, sadece kendi halinden ilim dili ile bahseder, demektir. "Kıvama ermek", sufinin hâli, içinde bulunduğu hâli bırakıp başkasının hâli ile meşgul olmasına engel, olur, manasına gelir.
Bu konuda bize Ebu Hüseyn Nuri'nin şu şiiri okunmuştur:

"Bana öyle bir hâl verdin ki hâlimi anlatmaya ihtiyaç kalmadı. Konuşamayan bir kimse maksadını sözle nasıl anlatır?"
"Hâl, hâl sahibine tercüman olmadıkça, hâl iddia eden bir kimseyi tasdik etmek mümkün değildir". (İçteki Allah korkusu hâli dışta o kadar âşikâr olmalı ki bunu sözle anlatmaya lüzum kalmamalı).

Bir ilim dalı olarak genel bir tarif yapmak gerekirse, “Tasavvuf, insanın kalbindeki kötü vasıflarla onlardan kurtulma çarelerinden; kalpteki iyi vasıflar ve onları kazanma yollarından; manevi mertebeleri kat ederek, en yüksek mertebe olan “insan-ı kâmil” mertebesine ulaşmanın kurallarından; ve nihayet “tevhid”in sırlarından bahseden bir ilimdir.” Diye tarif edebiliriz.

" Tasavvuf Kur'an ahlakıdır. Resulullah'ın deruni ahval ve halatı, şeriatin ince adabıdır. Tasavvuf bencillik değil, diğerbinliktir, merhamettir, muhabbettir, hizmettir; laf ebeliği değil, samimiyet, ihlas ve hikmettir. Kalp temizliği, irfan yüceliği ve amel-i salih mektebidir. İnsanı-ı Kamil olmanın yolu ve yöntemidir. Kıyl-ü kal değil, güzel haldir. Taşa karşı gül, zehire karşı panzehirdir, gözlere nur, gönüllere sürurudur."


alıntı..
(www.errufai.com)
 

alem-i ervah

New member
Katılım
20 Ocak 2006
Mesajlar
463
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Tasavvufun Konusu:
Tasavvuf, Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmak ve ebedi saâdete ermek için nefisleri temizleme, ahlâkı tasfiye, iç ve dışı tenvîr, sûret ve sîreti tezkiye hâllerinden bahseden bir ilimdir.

Tasavvuf, zevken bilinen ve yaşanan bir ilim (hâl ilmi) olduğu için İslâm’ın bâtınî yönünü teşkil eden “iman”, “ihsan” ve Hakk’ı tanıyıp bilmek de onun konusu içine girer.

Ayrıca tasavvuf ilmine mahsus ıstılahlar onun konularıdır. Mesela, nefsini bilmek, kalbini bilmek, nefsini temizlemek, kalbini temizlemek, mükâşefe, müşâhede, makamlar, hâller, kurb, vusûl, fenâ, bekâ, sekr, işaret, ilham vs.

Tasavvufun Gayesi:
Hz. Peygamber (s.a.v.), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” Buyurmakla son Peygamber olarak gönderilişinin gayesini belirtmiştir. Tasavvufun gayesi de, ahlâkın kemâl mertebesine ulaşmak için her hususta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gösterdiği yolu takip ederek, iç ve dış olgunluğu itibarıyla O’nun gerçek varisi olmanın yolunu göstermektir.

Tasavvufun gayesi, Hakk’ın rızâsını kazanmak için nefisleri temizlemek, güzel ahlâk sahibi olmaya çalışmak, kısaca Allah ve Rasulü’nün ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

Tasavvufun Özellikleri:

1- Manevi tecrübe ile anlaşılan bir ilimdir.
2- Tasavvufî bilginin konusu marifetullahtır.
3- Tasavvuf, tatbiki bir ilim olduğundan, mürşid vâsıtasıyla öğrenilir.
4- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir. Çünkü tecrübidir.
5- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelam gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı kabul edilir.



[ TASAVVUF-İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi Sayı 2 - 5 Ocak 2001]
 

milwaukee

Üyeliði durduruldu
Katılım
12 Şub 2006
Mesajlar
222
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
CAHİL SİZSİNİZ.KAFİRLİĞİNİZİ İSPATLADINIZ.
BİZ İSLAMA KURANA İNANIYORUZ.BU ŞİRK DİNİNE DEĞİL.
Hiç akletmezler ki durum onların dediği gibi olsa, inanan kimdir, inanılan kim ? Yaratan kimdir, yaratılan kim ? Hüküm koyan kimdir, mükellef kim, mükafat ve ceza veren kimdir, ödüllendirilen veya cezalandırılan kim ? Ateşe koyan kimdir, ateşte yanan kim ?
İşte vahdeti vücut gibi bir zırvayı ortaya atan kafirler İslam ümmetini yüzyıllarca oyalayacak bir işi başarmışlar ve maalesef gözlerinden yaş gelesiye, karınları ağrıyasıya halimize gülmekteler.
Birilerinin aslında küfür olduğunu bildikleri, fa-kat o bunu söylemişse bir hikmeti vardır kabilinden te'vil etmeye çalıştığı, bu cümleler nasıl söylenmişse kastedilen mana odur, çünkü inanç öyledir. Sizin tap-tığınız benim ayağımın altında diyen adam toprağı kastetmiştir, çünkü ona göre çiğnenen, işenen, o top-rak Allah'tır (haşa) . Böyle olunca birinin çıkıp ben Allah'ım demesi onlara göre gayet tabi bir durum-dur, sırf o değil onlara göre kafir biri dahi bu sözü söylese doğru söylemiş olur çünkü o da Allah'tan bir parçadır! Bu cümleleri vecde, aşka gelince, kendinden geçince söylemenin sebebi nedir derseniz, can pazarı bu kolay değil.
3. Kesinlikle, din sadece ALLAH'a aittir. O'nun dışındakileri evliya (dostlar) olarak edinenler, "Onlar bizi ALLAH'a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz." (derler). Ayrılığa düştükleri bu konuda onların arasında ALLAH karar verecektir. ALLAH kuşkusuz, yalancıları ve nankörleri doğru yola iletmez. ZÜMER
 

milwaukee

Üyeliði durduruldu
Katılım
12 Şub 2006
Mesajlar
222
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Bazıları da "insanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahi-binin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yerlere yağar..."3

Bazıları da Allah ile konuşabiliyor, hatta O'nu da emri altına alıyor: "Hak Teala dedi:

- Ya Cüneyd. Ben seninim, sen benimsin. Şimdiye değin sen benim dediğimi tutardın, şimdiden sonra ben

senin dediğini tutarım." 4

Bazıları işi daha da ileri götürerek; "Allah beni öğer, ben de onu. O bana kulluk eder, ben de O'na.

"Allah u Teala'nın ism-i zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü, hatta nisa şeklinde onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu. Bu taifeye o kadar bağlandım ki nasıl bildireyim kendimi tutamıyordum. Onların şeklindeki zuhur başka hiç bir şeyde yoktu." 8

b) Allah'tan Başka Veli Edinmemek Gerektiği

«Onların Allah'ın dışında kendilerine yardım edecek velileri yoktur.» (Şura, 42/46)

«Yoksa O'nun dışında bir takım veliler mi edindiler, işte Allah, veli olan O'dur. Ölü olanları da diriltir. Her şeye güç yetiren O'dur.» (Şura, 42/9)

«Haberin olsun halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır, O'ndan başka" veliler edinenler (şöyle derler):

'Biz bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.' Hiç şüphesiz Allah kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah yalancı kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.» (Zümer, 39/3)
 

milwaukee

Üyeliði durduruldu
Katılım
12 Şub 2006
Mesajlar
222
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
43. ALLAH'ın dışında şefaatçılar mı edindiler? De ki, "Onlar hiç bir şeye sahip değilseler ve düşünemiyorlarsa da mı?"

. De ki, "Tüm şefaat ALLAH'a aittir." Göklerin ve yerin yönetimi O'na aittir. Sonra O'na döndürüleceksiniz.


45. ALLAH tek başına anıldığı an ahirete inanmıyanların kalpleri huzursuz olarak ürker. Fakat O'nun dışındakiler anıldığı zaman hemen yüzleri güler.

--------------------------------------------------------------------------------zümer
 

Karababa

Member
Katılım
22 Şub 2005
Mesajlar
661
Tepkime puanı
10
Puanları
18
Konum
Bursa
Web sitesi
mantolamabursa.tk
Tarikatleri kendi uyduruk menfatleri için kullanalar ayrı bir mevzudur.

Oysa lafını ettiğin bizzat yoldur. Zikirdir..

Sap i,le saman karıştığında yapılacak un ile pişirilen ekmekten tad alınmaz.

Belliki alamıyorsunda. Sınırın islam bile değil besbelli.
Rabbim cümlemizi hayra devam edenlerden etsin inşallah.
 

milwaukee

Üyeliði durduruldu
Katılım
12 Şub 2006
Mesajlar
222
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
SAYIN MÜŞRİK KARABABA
SENİN SINIRIN İSLAM DEĞİL.PUT SEVGİSİ O KADAR İÇİNİZE SİNMİŞKİ
TERKEDEMİYORSUNUZ.
AMA SAYIN PUTSEVDALISI,
HUBELİ TERKETMEDEN ALLAHA VARAMAZSIN.
BEN MUAVİYECİDE DEĞİLİM.MUVAHHİD BİR MÜSLÜMANIM.
SENİN GİBİ MÜŞRİK DEĞİLİM.
11. De ki, "Dini yalnız ALLAH'a has kılarak O'na tapmakla emredildim
15. "Siz de O'nun dışında dilediğinize tapınız."De ki, "Asıl kaybedenler, ahiret gününde kendilerine ve ailelerine kaybettirenlerdir." Apaçık kayıp budur ZÜMER
 

milwaukee

Üyeliði durduruldu
Katılım
12 Şub 2006
Mesajlar
222
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Kuran; mekkeli müşriklerin, çok açık bir şekilde''vahdeti vücud'' inancından bile bahsetmekte

43/ 15- Onlar, Allah'in kullarinı O'nun bir parçasi saydilar. Gerçekten de insan apaçik bir küfürbazdır.

Vecealu lehu min ibadihi CÜZ,EN

43716- Yoksa O, yarattiklarindan kendisine kizlar edindi de erkek çocuklari size mi seçti?

Tasavvufcular sıkıştıkları zaman herne kadar tevil etmeye kalksalar bile, vahdeti vücud inancına göre kainetteki varlıklar Allahın bir parçasıdır. Onlar istedikleri kadar lafı değiştirip,yansıması, gölgesi, tecellisi desinler

Mekkeli müşrikler ile tasavvufcuların arasındaki bu şeyler benzerlikten öte tıpatıp aynı değilmi?
 

muhammet

New member
Katılım
22 Şub 2007
Mesajlar
830
Tepkime puanı
14
Puanları
0
Yaş
48
Tasavvuf

Tasavvuf

SORU: Tasavvuf mutlaka gerekli midir?

CEVAP: Evet, gereklidir. Çünkü:

(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ) buyruluyor ayet-i kerimede... "Nefsini terbiye eden felâh bulacak; terbiye etmeyen mahvolacak, perişan olacak!" O zaman terbiye etmek mutlaka gerekli!..

Terbiye nerde oluyor?.. Torna tezgâhına mı sokacağız, marangoz hızarına mı vereceğiz?.. Hayır!.. Tekkeye gelecek, kötü huyları atacak, iyi huyları alacak, iyi insan olacak!.. O halde tasavvuf gerekli...

SORU: Tasavvufu, "Nafile ibadetlerin organize edilmiş bir şeklidir." diye tanımlayabilir miyiz?

CEVAP: Hayır! Tasavvuf, nafile ibadetlerin organize edilmiş bir şekli değildir. Bazan nafile ibadeti bile bırakır mutasavvıf... Bizim büyüklerimiz diyor ki: "İnsana hizmet bahis konusu olduğu zaman, nafile ibadeti terkederiz. Çünkü, nafile ibadet insanın ferdî kazancıdır. Ama, başkasına hizmet topluma kazançtır; bunun sevabı çoktur."

İbrâhim (AS) Kâbe'yi binâ ettiği zaman, dört köşesinde biner rekât namaz kılmış. Demiş ki:

"--İbadet ettim. Bunu beğendin mi yâ Rabbi?.. Sana yapabileceğim bundan daha sevgili bir ibadet var mı?.."

"--Evet yâ İbrâhim! Bir fakirin kursağında bir lokma ekmek..." buyurmuş.

Demek ki, şahsen sen ibadet ediyorsun, faydası sana... Ama başkasına faydalı bir şey yaptığın zaman, onun kıymeti daha yüksek oluyor, nafile ibadetten önce geliyor.

Onun için, tasavvufta hizmet esas olduğundan, hürmet esas olduğundan, böyle bir nafile ibadetlerin organize edilmiş şekli diyemeyiz. Aksine, gece gündüz çok nafile ibadet eden insanlar vardır, onlara âbid diyor mutasavvıflar... Ama âbidlik, tasavvufun aşağı mertebesidir. En aşağı mertebesi âbidlik mertebesi... Ondan sonra, zâhidlik mertebesi geliyor, ondan sonra âriflik mertebesi geliyor, ondan sonra aşık-ı sâdıkların mertebesi geliyor. Allah'ı seven, Allah tarafından sevilenlerin mertebesi... Yüksek mertebe bu oluyor.

SORU: Tasavvufta tebliğe bakış açısı nedir; misallerle açıklar mısınız?

CEVAP: Tebliğ demek; İslâmiyet'i birisine anlatmak, onun müslüman olmasını sağlamak... Tasavvufun en mühim faaliyetlerinden birisi budur. İrşâd ve tebliğ... Zâten tasavvufun büyüğü olan şeyhe, mürşid derler. Yâni, irşâd eden kimse...

Misâl istiyorsanız Yesevî dervişleridir, Horasan erenleridir. Horasan'ı bırakmışlar, bu diyarları müslüman etmişler. İslâm'ı bu diyarlara yaymışlar. Savaşmak gerektiği zaman savaşmışlar, anlatmak gerektiği zaman anlatmışlar, öğretmek gerektiği zaman öğretmişler.

Bizimkilerin prensibi şudur: Gündüz çalışmak, kazanmak, hizmet vs. Gece ibadet... Bu tarzda gayret göstermişlerdir. Biliyorsunuz İmam-ı Gazâlî tasavvufun meşhurlarından birisidir. Bir medresesi vardı; orada profesörlük yapıyordu, talebe yetiştiriyordu. Medresesinin karşısında da tekke vardı; orda da tasavvufî eğitim yapıyordu. Böyle olmuştur.

Bizim tasavvuf büyüklerinin çoğu, aynı zamanda büyük müderristir, profesördür. Meselâ, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî müderristi. İmam-ı Gazâlî müderristi. Sonra, Ankara'lı Hacı Bayrâm-ı Velî müderristi; şimdi müze olarak kullanılan medresede müderrislik yapıyordu. Ondan sonra tasavvufa intisab etti. Hepsi aynı zamanda öğretmendir, profesördür, ilimle meşgul olan insandır. Kur'an tefsiri yazmıştır, hadis kitabı yazmıştır, fıkıh kitabı yazmıştır. Dinde bilgili insanlardır, üstad insanlardır. Gerçekten deryâ gibi bilgisi olan insanlardır.

Yusuf-u Hemedânî Hazretleri --rivâyet ediliyor ki-- doksanbin mecûsîyi müslüman etmiş. Kapı kapı gidermiş, İslâm'ı anlatırmış; mecûsîyi, ateşperesti İslâm'a çekermiş. Fuat Köprülü'nün İlk Mutasavvıflar isimli eserinde vardır Yusuf-u Hemedânî... Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin hocası oluyor.

Ahmed-i Yesevî Hazretleri de tarikatı ondan aldıktan sonra bütün Türkistan ve Sibirya bozkırlarındaki göçebelere, Türkçe konuşan kavimlere İslâm'ı yaymıştır.

Sonra, Çeştî Tarikatı Hindistan'a yaymıştır İslâmiyeti... Hinduların müslüman olmasına sebep olmuştur. Sunûsî Tarikatı Afrika'da, Sudan'da yaymıştır. Bir çok gayrimüslimin İslâm'a gelmesinde en büyük emeği olan, en büyük katkıyı sağlayan mutasavvıflardır.

SORU: Bir kişinin imanına vesîle olmak, binlerce feyz ve zevke göre daha üstün müdür?

CEVAP: Bir kimse, bir insanın imana gelmesine sebep oldu mu, onun yaptığı sevapların misli kendi defterine yazılıyor. O bakımdan iyidir. Şahsen, ferdî olarak çalışmak yerine, başka insanların doğru yola gelmesine çalışmak, büyüklerimizin bize emridir. Hizmet diyoruz biz buna... Müslümanlara her yönden hizmet etmek; onların imana gelmesine, İslâm'ı öğrenmesine, maddî mânevî sıkıntılarının çözümlenmesine koşmak çok sevaptır. Bunu, tasavvuf olarak biz söylüyoruz.

Amma, bunu tasavvufa karşı bir tez olarak ortaya koymak çok yanlıştır, şeytânî bir şeydir. Yâni:

--Sen mutasavvıf olma!..

--E, ne olacak?..

--Başkasının imana gelmesine çalış!..

Yok öyle şey!.. Oldu mu şimdi?.. İnsan neden mutasavvıf oluyor?.. İyi müslüman olmak için... Niye tasavvuf yoluna giriyor?.. Takvâ sahibi olup, kalbini nurlandırıp iyi müslüman olmak için... İyi müslüman, müslümanlara daha faydalı işler yapıyor. Tarih boyunca böyle olmuş. Kendisi iyi olmadığı zaman başkasına da faydalı olmuyor, zararlı oluyor.

Tasavvufî bir eğitim görmedi mi; insanın cihadı da cihad olmuyor, irşâdı da irşad olmuyor. Kendisi sağlam olmuyor çünkü...

--Briketten gökdelen yapıldığını duydunuz mu?.. Var mı bir bilen?..

--Yok!..

--Var mı bir gören?..

--Yok!..

--Neden?..

--Briket yük taşımaz hocam!..

--Pek gökdeleni neyle yapıyorlar?..

--Çelik konsrüksiyonla yapıyorlar. Çelikleri birbirlerine bağlıyorlar; yukarıya doğru ölçülü, hesaplı, sağlam çelik kontrenlerle gökdeleni yapıyorlar 115, 120 katlı... Beton bile yapmıyor.

Onun için, sağlam müslüman olmadan faydalı iş yapmak mümkün olmuyor.

Pakistan'ın alimlerinden Mevdûdî vardı. O bir kitabında yazmış diyor ki: "Biz bu ülkede iyi yetişmemiş müslümanlardan çok zarar gördük." diyor. Çünkü, yarım yamalak yetiştiği için, abuk sabuk olur. Bizim Türkiye'de de böyle... Dergilerde, gazetelerde lise tahsilli, Arapça bilmez, İslâmî bilgisi derin değil... Herkes çıkmış, İslâm hakkında bir şey yazıyor. Yalan yanlış şeyler yazıyor, kendisi de sapıtıyor, halkı da saptırıyor.

Onun için sağlam müslüman olmak lâzım!.. "Ben halkı irşad edeceğim!" diye, tasavvuftan kaçmak olmaz; kendisi adam olmayınca, başkasını adam etmek mümkün olmadığından...

Böylece asıl kendisini kurtaracak ilaçlardan kaçmış oluyor.

SORU: Said-i Nursî (Rh.A), devrin tasavvuf devri değil de imanı muhafaza ve kurtarma devri olduğunu müteaddit defalar zikretmiş; bunu yorumlar mısınız?

CEVAP: Said-i Nursî merhûmun, bizim Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Hazretleri'ne üstadım dediğinin şahitleri var... Sağ şahitleri var: Samsun'da Mustafa Bağışlayıcı, Eskişehir'de Abdülvahabın babası... Bizzat Said-i Nursî'yle görüşüp anlattıkları şeyler var...

Meselâ, Gümüşhâne'lidir söylediğim şahıs... "Nerelisin evlât?" demiş Said-i Nursî merhum kendisine... "Gümüşhâne'liyim!" deyince, "Hocamın memleketindensin..." diyerek açıkça Gümüşhâneli Hocamız'a bağlı olduğunu söylemiş.

Benim hocam Mehmed Zâhid-i Bursevî'ye de, bir muhakemesi olduğu zaman gelmiş olduğunu hocam bana nakletmişti. "Hocam, ben de Evrâd-ı Bahâiyye'yi --Bahâeddîn-i Nakşıbend Hazretleri'nin evradını-- okuyorum." dediğini; "Bana dua edin, bugün mahkememiz var!" dediğini söylüyorlar.

Ayrıca Mustafa Bağışlayıcı'nın da, bağlı olduğuna dair hatıraları var... Kendisinin tasavvufa bağlılığı vardır; bir... İkincisi imanı kurtarma ve muhafaza, ma'rifetullah'a ermek, mü'min-i kâmil olmak, zâten tasavvufun işidir.

O bakımdan ya bu sözü söylemedi üstâd; ya da söylediyse, "Şu sırada böyle bir şeyhe bağlanmayın da, benim tavsiyelerimi tutun! Çok acil bir durum içindeyiz. Şu risâleleri okuyun, yazın; böyle bir çalışma yapalım!" demiş olabilir.

SORU: Tasavvufun modernizasyondan etkilenmesi ne derecededir? Sizin tasavvufu modern dünyaya adapte ettiğiniz söyleniyor; bu ne derecede doğrudur?

CEVAP: Tasavvufta modernizasyon diye bir şey sezmiyorum ben, tasavvufun içinde... Tasavvufun kendisi ter ü tâzedir, bayatlamamıştır, bozuk değildir ki, modernizasyonu olsun.

Yalnız, biz daha ziyâde Nakşî, Kadirî, Çeştî, Sühreverdî, Kübrevî Tarikatları yoluyla gelmiş bir an'aneye bağlıyız. Bizim yolumuzda, Kur'an-ı Kerim'e ve sünnet-i seniyyeye bağlılık çok önemlidir. Biz tasavvuf içinde sünnet-i seniyyeye bağlılığı etkili hale getirmeye çalışıyoruz. Bid'atlere karşı, sünnet-i seniyye'ye gelmeye yönelik çalışmalara önem veriyoruz.

Bazıları da bizi bu yönden suçluyor. Meselâ, Hürriyet Gazetesi'nin çıkardığı tarikatlar ve tasavvufla ilgili küçük bir kitap var; herhalde Yaşar Nûrî Öztürk yazmış. Orda Bektâşîliği medhediyor: "Güzeldir, kadın erkek bir aradadır. İçki hususunda ve sâirede de müsamahası vardır... Mevlevîlik güzeldir, mûsikîye müsaade etmiştir. Dönüyorlar, bir çeşit dans yapıyorlar. Raks vs. câiz gibi oluyor. Ney var, çalgı var..." filân diye. Ama bizim Nakşîliğe filân biraz çatmış: "Bunlar yobazdır, gericidir. İnkılaplara karşı çıkan falan şahıs, filânca şahıs bunlardandır." gibi sözler söyler söylüyor.

Onların da bir çeşit şahitliğidir bu sözleri ki, biz sünnet-i seniyyeye uygun hareket etmek istiyoruz. Yapmak istediğimiz budur. Yoksa, İslâm'dan gayri bir tesiri tasavvufun içine getirmekten, modernizasyon veya reform adı altında böyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırız. Biz Rasûlüllah (SAS)'in hayatının ana esaslarına göre yaşamayı istiyoruz, onu uygun görüyoruz. Kur'an'a göre yaşamayı uygun görüyoruz.

SORU: Tasavvufta Yunan ve Hint etkisi hakkında ne dersiniz?

CEVAP: Felsefî tasavvufta, işin sözünün edilmesinde, kitaplarda yazılmasında bunlardan bahsediliyor. Olabilir. Hindistan'daki bazı tarikatler, Türkistan'daki bazı tarikatlar şamanizmden, brahmanizmden, budizmden etkilenmiş olabilirler. Başka yerlerdeki bazı tarikatlar hristiyanlardan filân bazı etkiler almış olabilirler, mümkündür. Ama bunlar mevziîdir, münferit olaylar tarzındadır.

Almışsa bile mahzuru olmayan şeyleri almıştır. Çünkü o da tepeden tırnağa batıl değildir. Belki hristiyanlığın aslî tarafındandır, veya yahudiliğin aslî tarafındandır. İnsanlara şefkattir veya nefsi terbiye etmek için bir metoddur. Metod kullanılabilir. İlim Çin'de bile olsa alınacağı için, nefsin terbiyesi için bir metod belki kullanılmış olabilir. Bizde yoktur. Bizim yürüdüğümüz yolda, biz hadis-i şerife uygun, Kur'an-ı Kerim'e uygun olan şeyi yapmağa, onun dışındaki şeyleri yapmamağa ve böyle bir etki varsa onu ayıklamağa çalışıyoruz.

Bu Hint etkisi meselâ Kalenderîlik'te vardır. Kalenderîler dört şeyi kesiyor: Saçı kesiyor, cascavlak kalıyor... Kaşı kesiyor, bıyığı kesiyor, sakalı kesiyor. "İşte bu Kalenderîler Hindistan'dan etkilenmiş, ordan gelmiş." diyorlar. Olabilir. Peygamber Efendimiz'in böyle bir şey yapması yok... O halde bir etkilenme olabilir.

Alevî-Bektâşî gruplarının içinde tırnak uzatmak, saçı, bıyığı uzatmak görülüyor. Adetâ bir tasavvufî bir şey verilmiş ona... İlle kâsenin içine girecek, içerken yüzecek filân diye... Bunlar tabii İslâmî görünmüyor. Belki, şamanizmden gelmiş bazı şeyler...

Veya giyim kıyafette boynuna bağladığı bir takım şangur şungur malzeme ve sâire bazı şamanist etkileri anlatır. Ama bunlar küçük, mevziî olaylar...

SORU: İslâm tasavvufunda yeniden doğuş, reenkarnasyon düşüncesine yer var mıdır?

CEVAP: Yoktur. Bu Hindistan'dan gelmedir. İslâm'a aykırıdır. İnanan kâfir olur, İslâmî inanç bakımından... Çünkü, her insanın şahsî sorumluluğu vardır. Bu dünyadaki hayatından, rûhen ve bedenen ahirette mükâfat veya mücâzât görecektir. Bu fikir, Hinduların nirvana'ya ulaşma yolunda bir düşünce tarzıdır. Batıl bir düşüncedir. Böyle bir şeye ihtiyaç yoktur.

Ben lâtife ediyorum, diyorum ki: Allah-u Teâlâ Hazretleri ruh sıkıntısı mı çekiyor da kullanılmış ruhları tekrar tekrar kullanıyor?.. Böyle şey olur mu yâni?.. Kullanılmış bir ruh, öbür tarafa göçmüş; onu tekrar bu tarafta kullan... Ancak böyle şaka ederek reddediyorum.

SORU: Tasavvufu Osmanlı İmparatorluğu'nun resmî ideolojisi olarak kabul edebilir miyiz?..

CEVAP: Osmanlı İmparatorluğu'nun resmî ideolojisi yoktu. Serbestti esas itibariyle, demokratikti. Hürriyete önem veren bir yapısı vardı. Osmanlı kültürünün yapısı öyleydi. Ama, ekseriyet mutasavvıftı. Padişahlar, vezirler, münevverler ekseriyet tasavvuf erbâbıydı. Başkalarına da hayat hakkı, yaşama hakkı vardı.

SORU: Dervişlerin Kurtuluş Savaşı'ndaki etkileri hakkında ne söyleyebilirsiniz?

CEVAP: Hem Kurtuluş Savaşı'nda, hem başka bütün cihadlarda, işi canı fedâ etmeğe, malı vermeğe kadar gelmiş gördüğünüz zaman, ortada dâimâ mutasavvıfları görürsünüz. Çünkü fedâkârdır, Allah için ölmeğe râzıdır.

Bugün Bosna-Hersek'te de öyledir. Benim temas halinde olduğum gruplar Kadirîdir, Nakşîdir, tekke erbabıdır. Orda ayrı bir müslüman tugay kurmuşlardır. Geçen gün gazete yazıyordu; Sıplar'ın da en çok kortuğu insanlar onlardır. Çünkü, ölümden korkmazlar.

Şeyh Şâmil Kafkasya'da çok meşhur; mücadelesini biliyorsunuz. İdris Sunûsî Hazretleri'nin Libya'da İtalyanlarla mücadelesini biliyorsunuz. Sudan'daki o erbâb-ı tarikatın mücadelesini biliyorsunuz. Sonra kitaplara geçti, "Sûfi ve Komiser" diye; Orta Asya'da İslâm'ın korunmasında, benliğin korunmasında ve Rus tesirlerinin azaltılmasında tarikatların rolünü biliyorsunuz.

Afrika'ya İslâm'ın yayılışındaki etkisini biliyorsunuz. Bugün Amerika'ya Avrupa'ya İslâm'ın yayılmasındaki tesirini görüyorsunuz. Yâni, çok büyük etkisi var...

SORU: Türkiye Cumhuriyeti, Türk cumhuriyetleriyle ilişkilerinde tasavvufu birleştirici unsur olarak kullanabilir mi?..

CEVAP: Zâten mecbur... Kültürün bir unsuru olduğu için mecburdur. İster istemez öyle oluyor. Onların Orta Asya'da bildikleri bir tek şey var, Ahmed Yesevî Hazretleri var... Muazzam bir muhabbet besliyorlar. Biz de besliyoruz. Onun için Ahmed Yesevî Yılı ilân etmişiz.
 

muhammet

New member
Katılım
22 Şub 2007
Mesajlar
830
Tepkime puanı
14
Puanları
0
Yaş
48
Devami

Devami

Yunus Emre günleri dolayısıyla, dün Eskişehir'e Özbekistan'dan yetkili bazı şahıslar gelip, Yunus Emre'nin ordaki etkilerini kendi dilleriyle anlatacaklardı.

Mutlaka büyük faydası vardır.

SORU: "Tasavvuf insanın rûhî ihtiyacını karşılıyor." dediniz. Bu ihtiyaç nereden kaynaklanıyor? Nasıl bir ihtiyaçtır, neye karşı bir ihtiyaçtır; açıklar mısınız?

CEVAP: İnsan maddî bakımdan ne kadar tatmin olsa, rûhî bir takım şüpheleri, endişeleri, düşünceleri, fikirleri, korkuları kalıyor ortada... Acaba benim ahiretim ne olacak?.. Acaba Allah beni seviyor mu?.. Acaba Allah benden râzı mı, hoşnut mu?.. İşte bu rûhî soruların cevaplarının verilmesi, insanı tatmin edecek bir takım çalışmaların yapılması gerekiyor.

SORU: Tasavvufta Hakk'a yakınlaşma çizgisi ne olmalıdır? Hallâc-ı Mansur gibi "Enel hak" demek ölçüyü zorlamak mıdır?

CEVAP: Hallâc-ı Mansur'un ölçüyü zorladığı mutasavvıfların çoğu tarafından kabul edilir. Enel hak sözü üzerinde de çeşitli yorumlar yapılmıştır. Birisi şöyle cevap veriyor: "Enel hak demeseydi de, enel bâtıl mı deseydi? Yâni, ben hak değilim, ben bâtılım mı deseydi?.."

Tabii, Allah tarafından yaratılmış, müstesnâ, eşref-i mahlûkat olmak dolayısıyla insanda ilâhî bir yön vardır. Sonra insan zikirle kendi varlığından geçtiği zaman, kendi varlığı kalmıyor ortada... O bir vasıl hâli, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne vuslat hâli, fenâ fillâh hâli oluyor. O zaman, kendisini görmediği zaman böyle bir söz söylenmiş olabiliyor. Bunu yaşamayan insanlar anlayamıyorlar, onlara anlatmak da biraz zor oluyor.

Yâni, "Enellah" demiyor, "Ben Allah'ım, ben tanrıyım" demiyor, "Enel hak" diyor, "Ben hakkım" diyor. Bu söz yorum kaldıran bir sözdür. Ama söylediği söz dolayısıyla, biraz yanlış anlaşılmalara sebep olacak bir söz söylediği için, şer'î bakımdan cezâlandırılmıştır. Mutasavvıfların bazıları savunuyorlar, "O bu sözü şu maksatla söylemiştir." diyorlar, yorumlama yapıyorlar.

SORU: Tasavvufa intisab için olgunluk şart mıdır? "İyi müslüman olmak için, zeki olmak şarttır." dediniz; açıklar mısınız?

CEVAP: Zeki insan inceliklerini anlar, sevapları işleri bulur, Allah'ın rızâsını kazanır. Aptal oldu mu, bilemez bunları, ilerleyemez. İyi müslüman olmak, olgunlaşmak, kemâle ermek için bayağı bir zekâ gerekiyor.

Tasavvufa herkes girer. Kapımız herkese açıktır. Girer ama, kimisi kırk yıl olduğu yerde durur, yerinde sayar; kimisi de kısa zamanda ilerler. Bu, kitaplarda da böyle yazılıyor, sadece benim söylediğim bir söz değildir. Kimisi gelir tarfetül aynde, bir anda irşad olur, gönül gözü açılır, gider. Kimisi de bir türlü anlamaz. Çünkü, teslimiyeti yoktur, muhakemesi eksiktir, itirazları vardır vs. kusurları vardır.

Tasavvufa intisab için, olgunluk şart değildir. İnsan olgunlaşmak için tasavvufa giriyor. Herkes gelsin!.. Onun için ne diyor şiirde:

Bâzâ bâzâ her an çi hestî bâzâ

"Gel, dön, geriye gel! Gittiğin yanlış yolu bırak, buraya gel!.. Ne olursan ol, bin defa tevbeni bozmuş olsan yine gel!.." Zâten, tasavvufun ilk adımı tevbe etmektir. Adam günahkârdır; olgun değildir, üstelik günahkârdır. Tevbe edecek de ordan vaz geçecek.

O bakımdan, tasavvufa giriş için olgunluk şartı yoktur. Olgun olduktan sonra ne diye girsin?.. Diploması varsa, niye bir daha okulda okusun?.. Olgun olmak için, ham gelecek ki, olgunlaşacak.

SORU: Tasavvuf hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Tasavvufu her şeyiyle gönlümüze sindirmek, öğrenmek ve yaşamak istiyoruz. Bize hangi kitapları okumamızı ve ne yapmamızı tavsiye edersiniz.

CEVAP: Risâle-i Kuşeyriyye'yi okuyun! İmam Kuşeyrî, tasavvufta imamdır. İmam, önder demek... Ondan sonra bizimle görüşün!

SORU: Tasavvufu reddenlerin durumu ve fıkhî hükmü nedir?

CEVAP: Tasavvufu reddeden Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin, dinin emirlerinin bazılarını reddetmiş olur. Çünkü, Allah'ı zikretmek ayetlerde geçiyor. Nefsi terbiye etmek, ayetlerde geçiyor. Ma'rifetullahı tahsil eylemek, irfanı elde etmek, tavsiye ediliyor.

Onun için tasavvufu reddedenin sözüne bakılır. Hangi tasavvufu reddiyor?.. Ne biliyor tasavvuf hakkında?.. Hani böyle batıl mezhebler görmüş de, batıl tarikatler görmüş de, haram işler işleyen kimseler görmüş de, ondan mı reddiyor; yoksa, işi kökünden mi reddediyor?..

Kökünden reddeden, ayetlerde olan şeyleri reddettiği için kâfir olur. Bir ayeti bile inkâr etse, kâfir olur. Kökünden reddetmeyip, "Aslı vardır ama, ehli azdır. Şu adamlar kötüdür, bu adamlar kötüdür..." diyorsa; eğer isabet etmişse, ne alâ, doğruyu söylemiş olur. İsabet etmemişse, iftira etmenin cezâsı olur.

İbn-i Teymiye gibi pek çok kimsenin, gerçek tasavvufun Kur'an'ın bir olgusu olduğunu, bir emri olduğunu, dinin bir esası olduğunu ifade ettiklerini biliyoruz. Suudluların, başka kimselerin, selefiyecilerin itibar ettikleri bir kimse olduğu halde, "Gerçek tasavvuf vardır." diyorlar.

Dini bilip de, gerçek tasavvufu inkâr etmek mümkün değildir. Ya cahillikten inkâr ediyordur, ya da gördüğü misaller kötüdür. Meselâ, kadın erkek bir arada olan veya içki içip de, "Biz bunu şu maksatla içiyoruz." diyenlerden dolayıdır.

SORU: Tasavvufa girmenin hükmü nedir, günümüzün müslümanlarına gerekli midir?

CEVAP: Tasavvuf, bütün müslümanların mecbûrî öğrenmesi gereken bir ilim dalıdır. Çünkü tasavvuf, nefsi terbiye konusunu işler. Nefs-i emmâre dediğimiz nefsi terbiye etmenin yollarını gösterir.

(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.) "Nefsini terbiye terbiye eden kimse kurtulmuş, onu fenâlıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." diye, ahlâkı güzelleştirmek Kur'an-ı Kerim'de emrediliyor; bunun için şart...

Ondan sonra, bir yolda giden insanların birisine bey'at etmesi, imam seçmesi lâzım gelir. Camide namaz kılan insanların, bir tanesini imam yapıp da arkasında ona uymaları gibi... O bakımdan şart...

Sonra:

(El'ulemâü veresetül enbiyâ') "Alim-i muhakkikler, peygamberlerin varisleridir." Onlar halkın irşâdıyla meşgul oluyorlar. Peygamber Efendimiz'e bey'at gerekli olduğu gibi, zamanındaki bey'at edilmesi gereken kimseyi de bulup, bey'at etmek herkese gerekiyor.

Daha başka şeyler de sayılabilir. O bakımdan bu ilmi mutlaka herkes öğrenmeli, herkes bu yola girip, nefsini terbiye edip, güzel huylu olup, insan-ı kâmil olup, salih bir kimse olup, Allah'ın rızasının yolunca yürümeli!..

SORU: Bazı kimseler, "Zamanımızda tasavvuf olur mu? Tasavvuf Yunus Emre zamanındaydı." diyorlar; bu konuyu açıklar mısınız?

CEVAP: Bu söz kâfirliğe kadar gider. Neden kâfirliğe gider?.. Çünkü tasavvufta nefis terbiyesi var; Kur'an-ı Kerim'den... Zikir var; Kur'an-ı Kerim'den... Ahlâkı güzelleştirmek var; Kur'an-ı Kerim'den... Yunus Emre'nin mutasavvıf olması dindarlığından... Yâni, o zaman dindarlık var da şimdi dindarlık yok mu?.. O zaman Allah'ın emrine, Kur'an'a uymak var da şu devirde yok mu?.. Şu devirde daha fazla muhtacız.

Bu edepsizlikler, bu şuursuzluklar, bu terbiyesizlikler ondan oluyor. Hattâ müslümanlar camileri dolduruyor gibi görünüyor; tam müslüman olmamaları tasavvuf eksikliğinden... Eksik olan o malzeme... Tasavvuf olmadığından edepsiz... Tasavvuf olmadığından küstah... Tasavvuf olmadığından böyle...

Onun için, tasavvuf sadece bizim ümmetimiz zamanında da değil, tâ Hazret-i Adem zamanından beri ilm-i ahvâlil kulûbdür; yâni, gönlün ahvalinin ilmidir. "Allah insanların şekline, şemâiline, dışına bakmıyor; kalbine nazar ediyor." diye hadis-i şerif var... Nazargâh-ı ilâhî olan kalbi ıslah etme ve tanzim etme ilmidir. O bakımdan, farzlardan önce farzdır. Biz bunu dergilerimizde açıkladık.

Ben üniversite profesörüyüm, dinî edebiyat prefesörüyüm. İstesem üniversitede kalabilirdim, orda devam edebilirdim. Bu yol en önemli yol olduğu için, bu yola geldim. Bu yol işin aslı, özü olduğu için, dinin temeli, ruhu bu olduğu için bu yola geldim. Bu olmadan, tasavvuf olmadan olmaz. Yunus Emre de, Mevlânâ da, Sahabe-i Kiram da, tabiin de, tebe-i tabiin de, bu asrın insanı da, bundan sonraki kıyamete kadar insanlar da buna muhtaçtır.

Bu iş zahirle bitmez, ille iç terbiyesi de olacak!.. İç terbiyesi de tasavvuf demek olduğuna göre, ilm-i tasavvuf olduğuna göre, bu farzdır. Bunun bu şekilde olduğunu bildiği halde inkâr eden, kâfir olur.

Ama çok cahil, bilmeden, yanlış bir kanaatten dolayı tasavvuf yok sanıyorsa, o zaman cahilliğinden dolayı cezayı yer ama, belki kâfir olmaz. Ama bile bile, yok böyle bir şey derse kâfir olur.

Biz bunu kendimiz söylemeyelim de dedik, kim fıkıhta yüksek bilgi sahibi, kim müftü, kim âlim, onlara sordurttuk. Tasavvuf erbabı olarak tanınmış değil de, fakih olarak, fıkıh alimi olarak tanınmış kimselere sordurttuk. Seneler önce dergilerimizde dergilerimizde neşrettik. Bu sayıda da --İslâm Mecmuası'nda-- yine gitmişler, sormuşlar; ki, bu hususta bizim dışımızdaki insanların, fakihlerin bilgisi alınsın diye...

Suudî Arabistan'da Mısır'ın çok büyük bir alimi var... Onun talebesi olan kardeşlerimiz, "Hocalarımızın içinde en çok beğendiğimiz odur." diyorlar. Ebüs Sünne diye tanınıyor, herkes itibar ediyor. Profesör, Hanefî fıkhını çok iyi bilen bir kimse... Gittik ona sorduk, onun da röportajı var İslâm Mecmuası'nın bu sayısında... Tasavvufu hepsi kabul ediyor.

Tasavvuf yok diyen çok cahil bir adam, hattâ çok tehlikeli bir durumda, belki küfre düşmüş durumda...

Bizim göbeğimiz oraya buraya bağlı değil ki; Kur'an ne demişse, Allah neyi emretmişse onu söylüyoruz. Bak burda biz bir tasavvufî cemaatiz, bir tekke mensubuyuz, hadis kitabı okuyoruz. Hadis kitabını okurken de yeri geldikçe, "Bak, büyüklerimiz ne kadar doğru söylemişler, işin aslı buymuş, şuymuş..." diye hadis-i şeriflerinden, ayet-i kerimelerden delilleri gösteriyoruz. Bir delil yeterken, bir parmak izi bir mahkûmu idama götürürken, biz binlerce delil getiriyoruz. Ama halâ tasavvuf yok da yok diye hop hop zıplıyor. Güneş balçıkla sıvanmaz ki...

Böyle insanlara belki cevap da vermemek lâzım! Çünkü muhatap alınacak kadar bile bir bilgi sahibi değil...

İbn-i Teymiye'yi ileri sürerler. Çİbn-i Teymiye'de TasavvufÈ diye kitaplar bile neşredildi. İbn-i Teymiye tasavvufu reddetmiyor ki... Bazı bid'at ehli insanların yaptığı şeylerin sünnete uygun tasavvufa uymadığını söylemiş kitaplarında...

İşin aslını böylece bilmek lâzım!..

SORU: Tarikate ve bir hak mezhebe uymamak günah mıdır?

CEVAP: Cahilliktir. Cahillik tehlikelidir, sonu vehâmetli bir şey olur. Bir hak mezhebe uymuyorsun, sen İmam-ı Azam mısın?.. Neden uymuyorsun? Sen kendi başına ayetleri hadisleri anlayacak kadar, mezheb kuracak kadar çok allame bir insan mısın?.. Değilsin. O zaman bilene uysana be adam!..

Uymamak cahilliktir, yanlıştır. Onlar bu meseleleri incelemişler, bu işin profesörlerinin profesörüdür onlar... Onlara uymak lâzım!..

Tarikate girmezse bir insan ne olur?.. Tarikate girmezse, nefsini terbiye etmez. Nefsini terbiye etmezse, sevaplı şeyleri kazanmazsa, günahlarda devam ederse, ahirette mahvolur. Ma'rifetullaha eremezse, gafil giderse zarara uğrar.

Onun için herkesin bu hayırlı, faydalı şeyleri yapmağa çalışması lâzım!..

SORU: İmam-ı Rabbânî (Rh. A) demiş ki: "Şeriatsiz tarikat, zındıklıktır." İzah eder misiniz?

CEVAP: Evet, öyledir. Şeriat; yâni Allah'ın emirleri, yasakları, fıkıh, hadis, tefsir... Yâni, Allah'ın ahkâmı... Bunlara uymadan, insan "Tarikat güdüyorum, yürütüyorum." derse; şeriata uygun olmayan, şeriat dışı olan bir şey zâten yanlış bir yoldur. Elbette zındıklıktır, sapıklıktır.

Şeriate uygun olacak!.. Zâten tarikat, şeriattan başka bir şey değildir. Şeriatin ince terazisidir, hassas terazisidir. İnce ölçen, kıymetli tarafıdır, dikkatli tarafıdır. Şeriat temeldir; şeriat olmadı mı, hiç bir şey olmaz!.. Hakikaten zındıklık olur, kâfirlik olur ve insan çok zararlara uğrar.

SORU: Tarikat ihvanlığı ile İslâm kardeşliği arasında ne fark vardır; ikisi de kardeşlik değil mi?

CEVAP: Aslında bu ikisi aynı şey... Aynı şey ama, genel mânâsıyla, "Müslümanların kardeş olması lâzım!" dediğin zaman, insanlar bunu anlayamıyorlar. Bunun daha güzel, elle tutulur bir tarzda tatbikini yapan zümrenin bu kardeşliğine de tarikat kardeşliği deniliyor.

Yoksa tarikat, şeriatın tatbiki demek... Onun için, arada bir fark yok... Bu tatbiki daha sıkı tuttuğundan, daha ciddi tutup da gerçekten yerine getirdiğinden, sanki o başka bir şeymiş gibi görünüyor. İşte İslâm kardeşliği o...

Ama dışarda tam olmuyor. Ancak böyle, tam hadis-i şeriflere dayalı, bir mürşidin terbiyesiyle, yönetimiyle yürüdüğü zaman olduğu için, bu müessese böyle olmuş. Sanki, ayrı bir şey gibi sanılıyor. Hayır, ayrı değil aynı şey...

SORU: Tarikatın birisinde zikir esnasında şiş burhanı yapılıyor. Acaba bunun sihirle bir alâkası var mı, yoksa keramet mi; bizi aydınlatır mısınız?

CEVAP: Tarikat erbabı olmayan, yâni zikirle, tasavvufla ilgisi olmayan bazı kimseler de yapıyorlar; mecmualarda resimlerini gördüm. Hattâ gayrimüslimler de yapabiliyorlar. Demek ki, doğrudan doğruya dinin aslından, özünden, esasından önemli bir şey değil... Bizim tarikatımızda da yok... O tarikata da bir şey demiyoruz ama, başkaları da yapabildiğine göre, dinin aslından, esasından olmadığı görülüyor.

SORU: Tayy-ı mekânı anlatır mısınız?

CEVAP: Tayy-ı mekân, evliyâullahın kerametlerinin çeşitlerinden bir tanesidir. Kur'an-ı Kerim'den delili vardır. Kur'an-ı Kerim'de insanın tayy-ı mekânı değil, hattâ Sabâ melikesi Belkıs'ın tahtı bile tayy-ı mekânla, Yemen'den Filistin'e geldiği net olarak ayet-i kerimede bildiriliyor.

Onlar kara yoluyla yolculuk ederek kafileyle geliyorlar. Göz yumup açıncaya kadar taht tayy-ı mekânla geliyor bu tarafa... Hayal değil, göz boyama değil, illüzyon değil; taht işte böyle geliyor. Hem bunu Süleyman (AS)'ın sahabesinden birisi yapıyor. Yâni kendisi yapmıyor, peygamber mucizesi değil, evliyâ kerameti...

Ondan sonra Sabâ melikesi geldiği zaman Süleyman (AS) diyor ki:

(E hâkezâ arşük?) "Senin hani Sabâ ülkesinde oturduğun taht böyle miydi?.." Tahtını gösteriyor. Bakıyor, gözleri fal taşı gibi açılıyor, şaşırıyor:

(Kàlet keennehû hû!) "Ne demek böyle miydi, sanki ta kendisi!.." Evet ta kendisi, ordan oraya geldi çünkü... Bu ayet-i kerime ile sabit olduğundan bu tayy-ı mekânı inkâr edenler bir şey bilmiyor.

Şimdi bizim doktor kardeşimiz (Muhterem Ercan), Şâdiye Hatun Kliniği'mizin açılışında güzel bir şey söyledi: "Amerika'da hakkında yüzlerce kitap ve uygulama var; ama, hipnozu bizim doktorlar kabul etmiyor. Yapıyorum, uygulamasına gösteriyorum, yine kabul etmiyor. Bunun sebebini araştırdım ben... Biz materyalist bir eğitim görmüşüz ilkokulda, ortaokulda, lisede... 'Yoktur böyle şey, yoktur böyle şey... Boş ver, inanma!..' yoluyla yetişmiş olduğumuzdan, bilimsel şeyleri bile kabul etmeyecek hale gelmişler. Adam doktor olmuş, profesör olmuş ama, halâ olan şeyi bile kabul etmiyor."

Ben de yanımda duran Prof. Dr. Asaf Bey'e dedim ki: Bizim müslümanlar arasında da böyle inkâr yapılı insanlar var... Kafası, gönlü, bu eğitim dolayısıyla inkâr yapılı... Mü'min ama, müslüman ama, içine tuğlaları inkâr marka konulmuş olduğu için, duvarları böyle örülmüş olduğundan kabul etmiyor.

--Neyi kabul etmiyor?..

--Kerameti kabul etmiyor, tasavvufu kabul etmiyor, şunu kabul etmiyor, bunu kabul etmiyor... Etmiyorsun ama, yâ şunu bir incele bakalım ayet var mı, hadis var mı?..

--Canım bir insan hop kalkıp ordan, hop bu tarafa gelir mi?

--E geliyor işte... Cansız taht bile gelmiş. Tayy-ı mekân vardır, evliyâullahın kerameti haktır. Tayy-ı mekân da kerametin bir çeşididir.

SORU: "İlâhî ente maksûdî ve rıdàke matlûbî" cümlesinin anlamını açıklarmısınız?

CEVAP: (İlâhî ente maksûdî) demek, "Yâ Rabbi, benim hedefim, muradım, maksûdum sensin!" demek... (ve rıdàke matlûbî) demek, "Yâ Rabbi, benim bütün taleb ettiğim, istediğim şey, senin rızana ermek; sen benden razı ol diye, onu istiyorum!" demek...

Yâni, birincisi ma'rifetullaha işaret ediyor, "Ben ma'rifetullaha sahib olmak istiyorum, Allah'ın arif kulu olmak istiyorum!" demek; ikincisi de, "Allah'ın rızasına, rızâ-i ilâhiye ermek istiyorum!" demek...

SORU: Akşemseddin Rahmetullahi Aleyh, "Mürşidler devamlı olarak Rasûlüllah'ın huzurundadır, ona danışmadan bir şey yapmazlar." buyurmuş. Ne dersiniz?

CEVAP: Tabii, kendi makamına uygun olarak söz söylemiş. Herkes öyle olmaz ama, olanlar vardır. Hattâ birisi bir şey sorduğu zaman, "Dur, Rasûlüllah'a danışayım de öyle cevap vereyim!" deyip de gözünü kapayıp, cevap verenler bile var...



M. Es'ad Coşan
 

nurþeyma

New member
Katılım
7 Nis 2007
Mesajlar
302
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
48
Konuyu ayetlerle detaylandırmanız tebrike şeyen bir hareket ama, verdiğiniz ayetler, iddia ettiğiniz konularla alakalı olursa, verimli olur. Kanıt olarak verdiğiniz Şems Suresinin 9-ve 10cü ayetlerinin tebyinini aşağıda verdim, okuyunca, düşündüğünüz mananın çıkmadığını siz de göreceksiniz..
Bir de, bir konuyu ele alırken, birilerine cevap mahiyetli değil de, öğrenmek ve öğretmek amaçlı olursa durum hasıl olur, yoksa, bir sürü hatalara düşülür ve sonuç elde edilmez.. (acele ile başlığı bile yanlış yazışınız gibi)



26 / ŞEMS (GÜNEŞ) SURESİ

Rahman ve Rahîm Allah Adına

Ayetlerin Meali :

1- Güneş`e ve onun parıltısına ant olsun ki,
2- onu izlediği zaman Ay`a,
3- ona parlaklık verdiği zaman gündüze,
4- onu sarıp örterken geceye,
5- göğe ve onu yapana,
6- yeryüzüne ve onu yuvarlakça döşeyene,
7- nefse ve onu düzenleyene;
8- -ki O, ona fücurunu ve takvasını ilham etti- (ant olsun ki,)
9- onu arındıran gerçekten kurtulmuştur.
10- Ve onu örten de kesinlikle zarara uğramıştır.
11- Semud azgınlığı sebebiyle yalanladı;
12- en zorlu bedbahtları görevi kabul edip gittiği zaman,
13- Allah`ın elçisi onlara demişti ki: "Allah`ın devesi!" ve "Onun su içmesi!"
14- Fakat onlar, onu yalanladılar, deveyi de inciklerini kesip öldürdüler.
Rabbleri de günahları dolayısıyla onları düzleyiverdi (yerle bir etti).
15- Ve o bunun sonucundan korkmayarak.





9,10. Ayetler:

Onu (nefsini) arındıran gerçekten kurtulmuştur.
Ve onu (nefsini) örten de kesinlikle zarara uğramıştır.

Surenin mesaj ayetleri bu iki ayet olup, önceki sekiz ayette yapılan kasemler (gösterilen kanıtlar), bu iki ayetteki yargının önemini belirtmek içindir. Aynı mesajlar, daha önce 8. sırada inmiş olan A`lâ suresinin 14. ayetinde de verilmiş, önemine binaen burada da farklı bir üslûpla yinelenmiştir.

Nefs:

" اNefs" sözcüğünün esas anlamı "can" demektir ve bu sözcükle canın sahibi (canlı) kastedilir. Nitekim "nefs" sözcüğü tekil ve çoğul hâlleriyle (enfüs, nüfus) Kur`an`da 295 kez yer almış ve hepsinde de "can" ve "canlı" anlamı ekseninde kullanılmıştır. Ama zaman içerisinde, özellikle de Kur`an`ın inişinden iki asır sonra, başka anlamlarda da kullanılır olmuştur. Sözcüğün Kur`an`daki anlamından saptırılarak başka anlamlarda kullanılmasındaki (yozlaştırılmasındaki) en büyük pay, sözcüğü vehme (kişisel kuruntulara) dayalı bir çok makamın ve anlamın adı yapan tasavvufçulara aittir.

Bu ayette de "nefs" sözcüğü ile akla gelen ilk şey "canlı insan"dır. Zira sahip olduğu akıl yeteneği sayesinde kendisini tezkiye etme (arındırma) veya kirletip saklama, sadece insana özgü bir davranıştır. Diğer canlıların böyle bir özellikleri olmadığı gibi, kendilerini tezkiye etme gibi bir yükümlülükleri de yoktur.

Tezkiye, nefsin tezkiyesi:

insanın nefsini arındırması; iman etmesi ve salihatı işlemesi ile mümkündür. Kişiyi kirleten ise küfür ve şirktir. Çünkü şirkin necis (pislik) ve müşrikin de neces (pis) olduğunu Kur`an bildirmektedir (Tövbe; 28). İman sahibi olan kişide, imanın dışa yansıması olan "takva" ortaya çıkacak ve her yönüyle tertemiz bir "nefs" söz konusu olacaktır. İnançsız bir kimsede ise, inançsızlığının dışa yansıması olan "fücur" ortaya çıkacak ve her türlü sosyal pisliği barındıran bir "nefs" söz konusu olacaktır.

Nefsi örtmek:

Arap geleneğine göre, iyi kimseler alnı açık yüzü ak ortada dolaşırlarken, kötü kimseler kapalı yerlerde gizlenirler ve kendilerini açığa vurmazlardı. Nitekim, cömert Araplar, evleri tanınsın, muhtaçlar kendilerine gelsin ve ihtiyaçlarını bildirsinler diye yüksek tepelerde konaklar, geceleyin arayanların kolayca bulmaları için ateş yakarlardı. Buna karşılık cimriler ise, evlerini, yurtlarını ve kendilerini muhtaç olan kimselerden saklamaya çalışırlar ve saklarlardı.
Bu geleneğe uygun olarak da, güzelliklerden yüz çeviren bir kimse; önemsiz, terk edilmiş, adı-sanı anılmaz birisi olur ve böylece bu kişi (nefs), gizli kalmış, üzeri örtülmüş bir şey durumuna gelmiş olurdu.
Ancak, nefsin örtülmesi konusu sadece yukarıda belirttiğimiz Arap geleneği ile açıklanamaz. Çünkü, yalnızca "kapısına gelene cömert davranmak" ve "çevresi tarafından iyi kimse olarak nitelenmek", bir Müslüman`ın nefsini örtülü olmaktan kurtaramaz. Nefsin arındırılması yolunda, Kur`an`ın Müslümanlarda olmasını istediği özelliklerden bir tanesinin bile eksikliği, nefsin örtülü sayılması için yeterlidir. Dolayısıyla her Müslüman, "nefsi örtülü" durumuna düşmemek için, Kur`an`ı çok iyi okuyup anlamalı ve bir Müslüman`da bulunması gereken özellikleri iyi bilmelidir.

Nefsin örtülmesi konusundaki ayrıntıları, Müslümanların Kur`an`ı anlama yolundaki kendi çabalarına bırakıp, çok genel bir çerçeve içinde bazı hatırlatmalarda bulunmayı kendimize bir borç olarak görüyoruz:

1) Kur`an`dan öğrendiğimize göre, Müslüman pasif ve pısırık olamaz! Çünkü , eğer bir insan aklın ve dinin gösterdiği yolda azimle mücadele etmiyor, yanlışları gördüğü hâlde ses çıkarmadan susuyor, zulme katlanıyor, "nemelâzımcılık ruhu" ile çevresindekilerin, dolayısıyla da toplumun bozulmasına seyirci kalıyorsa; "sabırlı" ve "hakk üzerinde bulunan" bir insan değildir. Yani, pasifliğin, pısırıklığın bir göstergesi olan "katlanmak", "ses çıkarmamak" gibi davranışlar, bir Müslüman`ın Kur`an`da belirtilen özellikleri ile asla bağdaşmaz. Ama "sabırlı olmak" ve "hakk üzerinde bulunmak" da nefsin örtülü olmaması için kâfi gelmemektedir. Zira sabrı ve hakkı tavsiyeleşmeyenler de, kendileri birey olarak sabırlı ve hakk üzerinde bulunsalar dahi, zarardan kurtulamayacaklardır .

2) Kur`an`da; yoksulun yiyeceği üzerine teşvikleşmeyenler, "dini yalanlayan" olarak nitelenmekte (Mâûn; 1-3); yetimi kerimleştirmeyenlerin ise (Fecr; 17), mahşerde, o hayatları için önceden bir şeyler göndermediklerine pişman olacakları (Fecr; 23, 24) bildirilmektedir.

- yoksulun doyurulması; Zariyat suresinin 19. ayeti doğrultusunda, sahip olunan varlıklar üzerinde yoksulun, mahrumun hakkı olduğu bilinci ile, bir lütuf olarak değil, bir borç, bir zorunluluk olarak hakkı teslim etme gerekliliği ile doyurulmasını,
- yetimin kerimleştirilmesi de; onun eğitiminin sağlanması, ona fırsat verilmesi, ona iş imkânı yaratılması gibi davranışlarla mümkün olan, yetimin üstün kılınmasını, saygın hâle getirilmesini, toplum içinde kimseye muhtaç olmadan kendi ayakları üzerinde durabilmesini,
ifade etmektedir.

Demek oluyor ki, aklın ve dinin gösterdiği yolda azimle mücadele etmeyenlerin ortaya koyduğu pasif ve pısırık kişilik nasıl örtülü nefse bir örnek teşkil ediyorsa, sabırlı ve hakk üzerinde bulunsalar dahi, sabrı ve hakkı tavsiyeleşmeyenler de, sonunda zarardan kurtulamayacakları için, yine örtülü nefsin örneği durumundadırlar.

Nefsini bu örtülerden arındıranlar ise;
-yoksulu, muhtacı, mahrumu, malı ve canı ile destekleyenler,
-yetimin saygın hâle gelmesi için, onun doğru eğitim almasını sağlamak üzere vakıf kurarak, okul açarak, burs vererek, kitap sağlayarak… mücadele edenler,
-yanlışa karşı susmayıp, her yerde ve her koşulda elindeki delili ile hakkı savunanlardır.

Nefsin örtülmesi, yukarıda açıkladığımız şekiller dışında, hiç de salihlerden olmadığı hâlde kendisini onların arasında saklayan, isyan ve günahlara dalmak suretiyle nefsini gizleyen, küfrünü ve pisliğini (fücurunu) başkalarına göstermeyen kimselerin durumu ile de açıklanabilir.
 
Üst Alt