Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvuf Nedir Islamin Neresindedir (okuyunuz Lütfen)

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Tasavvuf

İslâmiyete ait bir terim olan 'tasavvuf'un, batı dillerindeki karşılığı 'mysticism'dir. Ayrıca 'sufism' de tasavvuf karşılığı olarak batı dillerinde son zamanlarda yer almaya başlamıştır. Mistisizm kelimesiyle İngilizce'deki mysterious (esrarengiz) , mystery (gizli şey, sır, esrar) , mystic (gizli, gizemli, gizemci) , mystification (şaşırtma, aldatma) , mystify (şaşırtmak) , mystique (gizemci, mistik) kelimeleri arasında anlam ve kelimenin etimolojik yapısı bakımından yakın bir ilişki vardır. Mistisizm; kelâm, felsefe ve tasavvuf konularında beşinci yüzyıl sonlarında yazılmış pek çok eserin müellifi olarak kabul edilen Dionysius ile de yakından ilgilidir. Orta Çağ başlarında ise mistisizm yerine daha ziyade 'contemplatio' kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime 'contemplation' (murakaba, müşahede) kelimesinden türemiş olup, halk tabakalarından daha yüksek seviyede ruhsal boyutlarla temasa geçmek manasında kullanılmıştır.
Mistisizm ve mistik kelimelerinin kökeni, Orta Çağ 'myster'lerine dayanmaktadır. Mistisizm (gizemcilik) kelimesini ilk kullanan kişi Atina'da bir piskopos olan Denys I'Areopagite'dir. Bu kişi Hz. İsa'nın havârîlerinden Saint Paul tarafından Hristiyanlığa alınmış ve Milâdî 1. Yüzyılda yaşamıştır. 'Noms Divins' (Tanrı'nın güzel isimleri) adlı bir kitabı da vardır. Mysticism kelimesi eski Yunanca'da “dilsiz olmak, ağzını ve gözlerini kapamak” anlamındaki Mu-o sözünden türediği de ileri sürülmektedir. Ayrıca bu dönem tiyatrosunda müzik ve edebiyatın iç içe kullanılarak Hz. İsa'nın hayatını konu alan dramlara da 'myster' denmesi kelimenin Hristiyanlıktaki kökeni hakkındaki fikri güçlendirmekteyse de bu, sadece terminolojinin kökenlerine yönelik bir yaklaşımdır.
Mistisizm (tasavvuf) fonksiyon olarak çok daha eski zamanlara dayanan bir hayat biçimi, bir düşünce ve inanış tarzıdır. Mistiklerin rolü insana, eşyanın içine ait (bâtınî) bilgiyi, bir başka ifadeyle ilâhî bilgiyi kazandırmak ve insanı yeniden ezeliyete kavuşturmaktı. Bu sebeple mistiğin amacı zamana ait dünyadan zaman dışı dünyaya, ezeliyete geçmek; yani Allah'ı doğrudan doğruya kavrayıp O'na ulaşmak, kavuşmaktı. Bunun yolu ise sülûk merasimleriydi; sâlik de bu sayede kutsal zekâya kavuşmuş sayılırdı. Bundan dolayı, mürşîdini yol ehlinden olmayanlara yani haricî kimselere söylemek kesinlikle yasaktı. Bu uygulama “Yeni Eflâtunculuk” adıyla 'akıl' yerine 'sezgi' anlayışını, kavrayışı ön plana geçiren bir ekol olarak Hristiyanlığın ilk yıllarında Hırıstiyan akîdesiyle birleşerek, Hristiyan mistisizminin de temellerini oluşturmuştur.
İslâm vadisinde gelişen ve çok yaygın olarak kullanılan 'tasavvuf' teriminin Arapça'daki 's', 'f' ve 'v' harflerinden kaynaklandığı hususunda geniş bir mutabakat vardır ve tasavvuf kelimesinin bu harflerden kaynaklanmasına sebep olarak bir çok görüş ortaya atılmıştır. Kelimenin saflık anlamına gelen 'safa'dan türediği yolundaki bir yaklaşımın yanısıra 'seçilmiş, seçkin' manasına gelen 'safve'den kaynaklandığı görüşü tasavvufi edebiyatta oldukça yaygındır. Bazı bilim adamları ise kelimenin 'çizgi' veya 'sıra' anlamına gelen 'saf ' kelimesinden türetildiği görüşünü savunmaktadır. Bu görüşe göre kelime; dua, namaz veya kutsal savaşlarda ilk sırada duran müslümanları îmâ etmektedir. Ayrıca Hz. Muhammed'in Medine'deki camiinin dış kısmında toplanan müslümanlarla sohbet ettiği kilden yapılma ve hasırların yayıldığı kapalı yere 'sofa' denmesi de bu kelimenin sufi ile ilgili olduğu fikrini doğurmuştur. Bir başka görüş ise sufi kelimesinin 'yün' anlamına gelen 'suf ' kelimesiyle ilgili olduğu görüşüdür. Bu görüşü savunanlara göre bâtınî bilgilere sahip kişiler daha ziyade basit, yünden yapılma bir elbise giymişlerdir. Sufi kelimesi ile suf yani yün'ün bu şekilde bir ilgisi olduğu düşünülmüştür. Ayrıca İran'da da dervişlere 'yün elbise giyen' anlamına gelen'Peşminepûş' denmesi, bu görüşü güçlü kılmaktadır.
Sufi kelimesi hangi kökten gelirse gelsin, fonksiyonu itibariyle bâtınî bilgilerle yakından ilgilidir. Bu terimin Hz. Peygamber zamanında ve İslâmın ilk iki yüz yıllık döneminde yaygın olarak kullanılmamış olması da çok ilginçtir.
Mutasavvıflar ve onlara karşı olanlar tarafından kabul edilen bir başka görüş; bu terimin Hz. Muhammed, onun ashabı ve onlardan sonraki kuşak tarafından kullanılmamış olmasıdır. Her nasılsa 622 yılından sonra ikinci ve üçüncü yüzyılda bazı kimseler kendilerini tasavvuf ehli manasındaki sofi veya aynı manaya gelen bir takım kelimelerle nitelemişlerdir. Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmeyi ve Allah'a ulaşmayı kendilerine amaç edinen sofiler dünya varlığının Allah'a perde olduğu bilincine erip dünyada iken dünyayı terk eden yani 'tarîk' olan kimselerdir. Bunlar Hz. Muhammed'in “Ölmeden önce ölünüz (Mutu kabl-e ente mutu) ” hadîsinin, buna işaret ettiğine inananmaktadırlar. İslâm gerçeği içinde tasavvuf kelimesinin anlamı genelde budur. Büyük mutasavvıflardan İmam Cüneyd Bağdadî'ye göre tasavvuf; 'Bayağı davranışları terk etmek ve ulvi, kaliteli davranışlara yönelmek'tir. Ünlü Afrika'lı mutasavvıf Şeyh Abu'l Hasan Eş Şadhili'ye göre tasavvuf; 'Yaratanın sıfatlarını elde edebilecek biçimde onun yolunda yapılan ibadetler ve kendini eğitme çabalarının bütünü'dür. Fas'lı mutasavvıf Şeyh Ahmad Zorruk'a göre tasavvuf: 'Kalbi Allah'a yaklaştıran ve Allah'a ait gerçekleri de kalbe yerleştiren özel bir bilimdir ve özellikle İslâm hukuku ile bilgilenmek, olumlu hareketleri geliştirmek ve kolay anlaşılır olmak için sırayla İslâm'a ait kanunun sınırları içinde aklın kullanılması ve geliştirilmesi sistemidir. Onun altyapısı, birlik bilgisidir. Bundan sonra ilâhi güven ve emniyete ihtiyaç duyarsınız. Daha sonra ise kalb için gerekli şifa zaten beraberinde gelecektir.' Şeyh ibn Acıba'ya göre ise tasavvuf; 'Sayesinde nasıl davranmak gerektiğini öğrendiğimiz ve iç alemimizi Rabbin şimdiye kadar sunmadığı, iyi hareketler ile güzelleştirip tatlandırarak olgunlaştırdığımız bir bilimdir. Tasavvuf yolunun başı bilim, ortası davranışlar ve sonu da ödüllerin sezilmesidir. Şeyh Suyuti bu hususta 'Bir tasavvuf ehli, saflıkta Allah gibi olup; yaratılışta ise iyi karakterde ısrar eden biridir.' demektedir.
Bunlara benzer birçok tanımı yapılan tasavvuf, temelde kalp temizliğidir. Tasavvufta kalbin kirlerden korunması, sonunda onunla doğru ve ahenkli bir ilişki kurulması ve Hz. Muhammed'in örnek gösterdiği doğru yolda yürünerek Allah'a ulaşılması esastır. İslâm terminolojisinde ise tasavvuf, 'yüksek bir nezaket ve gönül gözü' olarak tabir edilen şuur açıklığına dayanır ve nezaket, dış temizlik ile başlar. Gerçek bir mutasavvıf şeriat ya da İslâm Hukuku tâbir edilen ve teslimiyetin bir ifadesi olarak Allah'ın gönderdiği buyrukları yerine getirerek bâtınî şuurunu geliştirmek ve canlandırmak amacıyla dış pratik bilgileri elde ederek işe başlar.
Bir mutasavvıfın iç alemin ışığı olan tasavvufun nimetlerinden yararlandığını düşünmek yanlıştır. Allah'ın varlığının ve birliğinin şüphe edilmeden bilinmesi, dış alem nimetlerinin hepsinden vaz geçmeye dayanması sebebiyle ehl-i tasavvufun varlığı, yokluktur. Fiziki davranışlara dayalı hareketleri ise daha ziyade yalvarma ve dua ile Hz. Muhammed'in öğretilerinden 'namaz' esasına dayanan, kalbi arıtmaya ve ruh disiplinine yönelik ibadetlerdir. Asıl amacı kendini tanımak ve Allah'a ulaşmak olan tasavvuf düşüncesinde en önemli hedef kâmil insan olmaktır. Yunus'un
İLİM İLİM BİLMEKTİR
İLİM KENDİN BİLMEKTİR
SEN KENDİNİ BİLMEZSİN
BU NİCE OKUMAKTIR
dizeleri bu gerçekten haber verir. Mutasavvıflara göre kâmil insan olmanın yolu bir mürşîde teslim olmaktan geçmektedir. Mürşîde ise ancak bir 'rehber' vasıtasıyla varılır:
PÎR SULTANIM'A VARILMAZ
VARSAK DA GERİ DÖNÜLMEZ
REHBERSİZ YOLLAR BULUNMAZ
BULDUM DİYEN YALAN SÖYLER

Aksaray'daki 'Oğlanlar Tekkesi' post-nişîni İbrahim Efendi tasavvufun tanımını aşağıdaki şiirinde şöyle açıklar:

BİDÂYETTE TASAVVUF, SOFÎ BÎ-CAN OLMAĞA DERLER,
NİHAYETTE GÖNÜL TAHTINDA SULTAN OLMAĞA DERLER.
TARÎKATTE İBÂRETTİR TASAVVUF, MAHV-I SÛRETTEN,
HAKÎKATTE SARAY-I SIRR'DA MİHMÂN OLMAĞA DERLER.
BU ÂB -U KÜLL LİBÂSINDAN, TASAVVUF ARÎ OLMAKTIR,
TASAVVUF, CİSM-İ SÂFİ, NUR-U YEZDÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, LEM'A-YI ENVÂR-I MUTLAK'TAN UYANMAKTIR,
TASAVVUF, ATEŞ-İ ÂŞK İLE SÛZÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUFTA ŞERAİT, NÂME-İ HESTÎ'Yİ DÜRMEKTİR,
TASAVVUF, EHL-İ ŞER'-Ü EHL-İ İMÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, TEN TILSIMIN İSM MİFTÂHIYLE AÇMAKTIR,
TASAVVUF, BU İMÂRET KÜLL-İ VÎRÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, ÂRİF OLMAKTIR HÜKÜMLE ÂDET-ULLÂHA
TASAVVUF, CÜMLE EHL-İ DERDE DERMÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, SOFİ KAALE HÂLİ TEBDÎL EYLEMEKTİR BİL,
DAHÎ HER SÖZ Kİ SÖYLER ÂB-I HAYVÂN OLMAĞA DERLER
TASAVVUF, İLM-İ TA'BÎRÂT-Ü TE'VÎLÂTI BİLMEKTİR,
TASAVVUF, CÂN İLİNDEN SIRR-I SÜBHÂN OLMAĞA DERLER
TASAVVUF, HAYRET-İ KÜBRÂDA MEST-Ü VÂLİH OLMAKTIR,
TASAVVUF, HAKK'IN ESRÂRINDA HAYRÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, KALB EVİNDEN MASİVÂLLÂHI GİDERMEKTİR,
TASAVVUF, KALB-İ MÜ'MİN ARŞ-I RAHMÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, HER NEFESTE ŞARKA GARBA İRİŞMEKTİR,
TASAVVUF, BU KAMÛ HALKA NİGEHBÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, CÜMLE ZERRÂT-I CİHÂNDA HAKK'I GÖRMEKTİR,
TASAVVUF, GÜN GİBİ KEVN'E NÜMÂYÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, GÜNDE YÜZBİN SÛRETE GİRMEK, GÖRÜNMEKTİR,
TASAVVUF, HER KİŞİYE İŞİ İHSÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, ANLAMAKTIR YETMİŞİKİ MİLLETİN DİLİN
TASAVVUF, ÂLEM-İ AKLA SÜLEYMÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, URVE-TÜL VUSKAA YÜKÜN CÂN İLE ÇEKMEKTİR,
TASAVVUF, MAZHAR-I ÂYÂT-I GUFRÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, İSM-İ A'ZÂMLA TASARRUFTUR BUGÜN KEVN'E,
TASAVVUF, CAMİ-İ AHKÂM-I KUR'ÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, VÂSIL OLMAKTIR CEMÎAN TÂLİB-İ HAKK'A,
TASAVVUF, VASL-I DÎDÂR İLE HANDÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, HER NAZARDA ZÂT-I HAKK'A NÂZIR OLMAKTIR,
TASAVVUF, SOFÎYE HER MÜŞKİL ÂSÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, İLM-İ HAKK'A SÎNESİNİ MAHZEN ETMEKTİR,
TASAVVUF, SOFÎ BİR KATREYKEN UMMÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, KÜLLİ YAKMAKTIR VÜCÛDU NÛR-U 'LÂ' İLE,
TASAVVUF, NÛR-U İLLÂ İLE İNSÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, ONSEKİZBİN ÂLEMLE DOPDOLU OLMAKTIR,
TASAVVUF, NÜH FELEK EMRİNE FERMÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, ' KUL KEFÂ BİLLÂH ' İLE DAVETDÜRÜR HALKI,
TASAVVUF, ' İRCİÎ ' NUTKUYLA MESTÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, GÜNDE BİN KERRE ÖLÜP YİNE DİRİLMEKTİR,
TASAVVUF, CÜMLE ÂLEM CİSMİNE CÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, SOFİNİN HER BİR KILINDA BİR GÖZ OLMAKTIR,
TASAVVUF, EHL-İ SOFTE EHL-İ MÎZÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, ZÂT-I İNSÂN ZÂT-I HAKK'TA FÂNİ OLMAKTIR,
TASAVVUF, 'KURB-U EV EDNÂ'DA PİNHÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, CÂNI CÂNÂNA VERİP ÂZÂDE OLMAKTIR,
TASAVVUF, CÂNI CÂNÂN'A KURBÂN OLMAĞA DERLER.
TASAVVUF, SENDE OLMAKTIR HAKİKAT HAKK EY İBRÂHÎM,
TASAVVUF, ŞER'İ AHMED DİLDE BURHÂN OLMAĞA DERLER.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Tasavvufta “Yol” ve “Zikir”

Tasavvuf ile tarik (yol) ilişkisi bakımından şu iki ayet ilişkilidir:
“Sizden her biriniz için bir ŞERİAT ve bir MİNHAC tayin ettik” (Maide: 48) . Fahrüddin-i Râzi ve diğer bazı müfessirler bu Ayet-i Kerime için “Ey kullarım! Sizin her birinize iki şey vacip ettim: Evvelâ şeriat, daha sonra da tarikat” manasını vermişlerdir. Yukarıdaki ayetten (Maide 48) başka, Taha Suresi 14. Ayette de: Allah “Ekimissalate=Dua et (Namaz kıl) ” diye emrettiği gibi “Üzkurullahe zikran kesirâ =Allah’ı çok zikredin” diye de emretmiştir (Azhab: 41) . Ayrıca, “Allah’ı unutmalarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâsıkların ta kendileridir” (Haşr:19): “İyi bilin ki Allah’ın veli kulları için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklar” (Yunus: 62): “Habibim! Onlara söyle. Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin.” (Al-i İmran: 31) . Bu ayetlerden başka bazı hadisler de zikre işaret eder: “Cenab-ı Allah’a muhabbetin alameti zikrullah’ı sevmek, buğzun alameti zikrullah’ı sevmemektir.” (C. Sağir

İlm-el Yakin, Ayn-el Yakin, Hakk-el Yakin

Kur’an-ı Kerim’de Allah’a yaklaşmada mertebeler olarak bu üç mertebe ifadesi ard arda geçer. Tasavvuf ehli bu üç mertebeyi yorumlarken, çeşitli örnekler kullanmışlardır. Örnek: Göz üç türlüdür. 1-Kör göz: Karanlığa düşmüş, karanlıktan başka hiç bir şeyi göremez (Yani sadece tabiata bakıyor) 2- Şaşı göz: Farklı iki yere bakıyor (Yani hem kendini görüyor hem de Yaratana bakıyor, biri iki görüyor.) 3- Görür Göz: Kendisini görmüyor, halk edeni görüyor (Hakk-el Yakîn) .

Bilgi genel olarak dış bilgi (zahir ilmi) ve iç bilgi (bâtın ilmi) olarak ikiye ayrılmıştır. Bütün nazari bilgiler, dinde de şeriat, Kur’an hükümleri ve söze dayanan bilgiler (kelâmî ilimler) birinci bölümdedirler. Bunlar dış yollarla, okumakla öğrenilirler.
İç bilgisi ise gerçekler bilgisidir. bu bilgi iç temizliğiyle içten duyularak edinilir. Bu yöntemlerle içten doğup gelen gerçekler tasavvuf bilgisi olarak kabul görür.
Dış bilgisi olan kimse iyi insan olur, fakat yalnızca kendisi için... İç bilgisi olan kimse iyi insan olur fakat bütün insanlık için. Çünkü o bütün insanlık için iyi ve faydalı şeyleri amaçlar. Öyle düşünür ve öyle olmayı hedefler. Bu olunca da kendisini değil başkalarını düşündüğü için iç bilgisi, sezgisel bilgi kendisine akmaya başlar. Çünkü bu amacın gerçekleşmesi özveri duygusuyla olur ki bu duygu muhabbeti ve sevgiyi arttırır. Dış bilgide benlik ve taassub, iç bilgide aşk ve özveri ön plandadır.
Şeriat adamı “Bu senindir, bu benim”, tarikat (yol) adamı “hem senindir hem benim”, hakikat adamı ise “ne senindir, ne benim” der. Anadolu özellikle 12. YY4da tasavvuf düşüncesinin adeta beşiği olmuştur. Başta Mevlana ve Hacı Bektaş Veli, büyük tasavvuf şairi Yunus Emre bu yüzyıla damgasını vuran en önemli şahsiyetlerdir. “Ete kemiğe büründüm, Yunus gibi göründüm” ifadesiyle en yalın en has anlatımıyla ve günümüzde bile Türk Dili ve tasavvuf açısından çok önemli olan Yunus Emre,
İLİM İLİM BİLMEKTİR
İLİM KENDİN BİLMEKTİR
SEN KENDİNİ BİLMEZSİN
BU NİCE OKUMAKTIR

diyerek adeta ARİSTO’yu bir kez daha konuşturur. Çünkü Aristo’da “Kendini Tanı” dilyerek öğretide bulunmuştu. Bu da tasavvufun, iç öğretinin kökenlerinin insanlık tarihine uzanan ve bütün dinlerde, inançlarda mistisizm ya da tasavvuf olarak adlandırılan bir iç bilgisinin varlığını ortaya koyar. Kabala’da Musevi mistiklerinin yolu, Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevî’ye, Anadolu’da Mevlana’ya, Hacı Bektaş Veli’ye uğrar. Tasavvuf hakkında konuşulur, okunur ve yazılır; fakat asavvuf öğrenilmez, öğretilemez; ancak yaşanır... Çünkü tasavvuf kalpten kalbe, gönülden gönüle açılan pencere, ruhtan ruha bir dildir. Bu yüzden Yunus:

SÜLEYMAN KUŞ DİLİN BİLÜR DEDİLER,
SÜLEYMAN VAR SÜLEYMAN’DAN İÇERÛ
UNUTTUM DİN, DİYANET KALDI BENDEN
BU NE MEZHEP iMİŞ DİNDEN İÇERÛ!
diyerek bu gerçeği işaret eder.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
DİNİN ÖZÜ TASAVVUF




Bilindiği gibi her bilgin dini kendine göre yorumlamıştır. Mesele, bu yorumların dinin özüne en uygun olanını seçebilmektir.Tasavvufi Din yorumu İslâma en uygun olanıdır. Çünkü Tasavvuf: Dinin özünün öğretisidir.Kabukla- dışla, şartla- şeriatla yani teferruatla uğraşmaz. Tasavvuf; Allah, Doğa ve İnsanı ve bunların gerçeğini öğretmeye çalışır.

Doğadaki güzellikler, düzen ve hikmet Allah’ın doğaya yansımasıdır.Doğa, Tanrının eseridir. İnsan ise en büyük eseridir. Çünkü insan ten ve ruhtan (Akıldan) oluşmuştur. Dış ve iç Âlemin bileşimi (sentezi) olduğundan tüm âlemlerden üstündür. Tasavvufçu, işte bu doğadaki bilgiyi, düzeni, hikmeti ve güzelliği yaşamaya, insandaki fiziki ve ruhi güzelliği görmeye ve insanın hakikatini öğrenmeye çalışır. “Kendini bilen Tanrıyı bilir”. Kısaca, Tasavvuf Marifet, Hikmet (Bilgi) ve Aşktan, Sevgiden ibarettir.

Tasavvuf: Allah’ı, insanın ve doğanın özü bilir. Bu ise; sonsuz İlim ve Hikmet (Bilgi) ve sonsuz Sevgi ve Aşktır. Vücud-u Mutlak’ı bilmek, Hüsn-ü Mutlak’a aşık olmaktır. Tasavvuf, bunun dışındaki dini Şeriat ve Fıkıh bilgileri ile uğraşmaz. İbadet edecek kadar ilmihal bilgisinden ötesi Tasavvufçuyu alakadar etmez. Şeriat, Tarikat onun için amaç değil ayrıntılardır.Tali araçlardır. Asıl olan değil, Füru’dur. (teferruattır,simgelerdir, şekildir) “Yere göğe sığmayan, sonsuz bilgi ve güç (enerji) olan Allah’ı insanda ve kendi kalbinde arar Tasavvufçu”.

Yine tasavvufcu; Tefekkür (Düşünce) ile marifet-hikmet ve hakikatı öğrenmeye, insandaki ve doğadaki güzellikler ile de İlahi Cemali -Hüsn-ü Mutlakı sevmeye, yani mecazi sevgiden, hakiki sevgiye kavuşmak ister. Bunun sonucu ise: Güzel ahlâk ve dürüstlüktür. Toplumun çıkarını kendi çıkarından üstün tutmak ve riyadan tamamen soyutlanıp gerçekçi olmaktır. Kavgayı, tartışmayı, fitneyi, fesadı terk edip, başkaları ile değil kendi nefsi, heva ve hevesi ile cihad yapmaktır. Merhametli ve cömert olup, dünya yaşamında az ile mutlu olmaktır. Şiddete karşı olmaktır.

Gerçek Tasavvufçu şekil ve kisve Müslümanlığına karşıdır. Medrese, tekke ve mescide önem vermez. Hakikati kendinde bulur, Allah’ı kalbinde arar. Onun medresesi, tekkesi ve mescidi kendi kalbidir. Önemi her zaman kalbe verir. Çünkü gerçek tekke ve mescid kalptir. Kalp içinse en önemli olan Allah’ın Zikri ve sevgisidir. (Kalbin Zikri ve Kalbin Sevgisidir) Zahiri bir zikir ve cismani bir sevgi değildir. Tefekkür(düşünce) , Tezekkür (Rabbi hatırda tutmak ve asla unutmamak, en önemlisi de Tanrı’yı ve O’nun büyük ve gizemli olan eseri İnsan-ı Kâmil’i, Ademi ve çocuklarını ve doğayı sevmektir. Ham iken pişkin insan olmak ve Kemale ulaşmaktır. Bütün Tasavvufçular bunu böyle izah etmiştir.

İlahi mesaj Kur’an-ı Kerim, ilahi Mesajcımız Hz. Muhammed’in Sünnet ve Hadisleri, Hz. Ali ve Hz. Ebubekir’in ve onları izleyen tüm Tasavvufçuların öğretisi üzere bu fakir, Tasavvuf konusunda Varlık, İslâm’da Mezhepler ve Yükseliş, Muhammed-İsa-Adem isimli ve diğer yazmış olduğumuz kitaplarda Tasavvufu çok ayrıntılı bir şekilde işlemiştir. Yunus Emre ve Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri ise bir deniz olan Tasavvufu şu şekilde özetlemişlerdir. Yunus:



“Şeriat, Tarikat yoldur varana,

Marifet, Hakikat ondan içeru”



Seyyid Ahmed er Rufai ise:



“Tasavvufçunun kalbi sevgi ve aşkla nurludur,

Gönlü ise Marifet nuru ile geniştir (Göğsü dar değildir) ” demişlerdir.



Biz bu iki görüşe inanıyoruz ve bulmaya çalışıyoruz.

Mutasavvıf Şair Neyzen Tevfik bakın bu konuda ne söylüyor:

‘’Müslümanlıkta tasavvuf geriyor cehle göğüs

Rafizi, alevi, Sünni bunları unut, hepsine küs.

Mekke, Medine, Kerbela, Kudüs

Bunların sureti zahirdeki alayişi süs.(*)

Mescid, medrese, manastır, kilise VATİKANDAN bana ne.’’

(*) Şair Neyzen Tevfik ’’Sureti zahirdeki alayişi süs’’ demekle, bu ritüellerin-bu gösterilerin zahiri anlamı süstür, diyor Ama bu mekânların batini-gerçek anlamına saygılı olduğunu belirtiyor.

10-03-2000 Alanya



KÂZIM YARDIMCI (1936 Adıyaman)



Kaynak: “Yunus Divanı”, Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinin “Onların Âlemi” isimli kitabı, 25. Hadis
[email protected]
www.varliktanveriler.com
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Tasavvuf, ebedî saadete nâil olmak için nefsi tezkiye, ahlakı tasfiye, zâhir ve batını tamir hallerinden bahseden bir ilimdir. Tasavvufu kâlden ziyade bir hâl ilmi olarak da ifade edebiliriz. Her ilim gibi tasavvuf ilminin de tarifi yapılmıştır. Tasavvuf, diğer ilimlerden farklı olarak, mutasavvıflarca çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Bu tariflerin, her sofînin işgal ettiği makama göre yapıldığını gözden uzak tutmamak gerekir.

MA'RÛF EL-KERHî:
"Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.1
Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.
"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir.


SERİYY-Î SAKATî:
"Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir: 1) Marifetin nûru vera'ın nûrunu söndürmez, 2) Kitab ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bâtından bir söz ile konuşmaz, 3) Kerametleri kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını açıklamaya sevk etmez.2

Tarikatte ilim
Bu üç maddeyi açıklayalım:
1) İlim ve takvâ: Meşhur büyük mürşidlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi öne almışlardır. Çünkü ilimsiz yola çıkılmaz; çıkan yolu sapıtabilir. İlim, öncünün elindeki en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir. Ümmî urefânın bilgileri de ilimdir.
"Allah, cahili asla velî edinmez" buyurulmuş. Ancak bu ilmin amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel değil, takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-ı Hak nazm-ı celîlinde, mealen:
"Kulları arasında ancak alim ve arif olanlar Allah'ı haşyetle ta'zim ederler"3 buyurmuştur.

Tarikatte irfan
İrfan da ilmin bir koludur ki, tarik erbabı arasında derecesi ilmin fevkindedir. İlim yoluyla anlaşılamayan birtakım hakikatler, seziş, feraset, keşf ü keramet tarikiyle anlaşılabilir.
Kıymetli profesörlerimizden merhum Necati Logal'in dediği gibi, şarkın ikinci Mevlana'sı olan, büyük mutasavvıf alim, "Rûhu'l Beyan" tefsirinin sahibi, Bursalı İsmail Hakkı hazretleri "Kenz-i Mahfî" adıyla te'lif etmiş olduğu eserinin başında, meşhur olan "Küntü kenzen mahfiyyen"4 vedzesi için.
"...Hadis-i menkûl gerçi inde'l-huffâz sabit değildir. Nitekim İmam Süyûti "Dürer-i Münteşire" nam kitabında "la asle lehu" demiştir. Feemmâ inde'l-mükaşifîn hadîs sahihdir. Zira huffâz sened ile naklederler; mükaşifûn ise fem-i Nebevî'den bizzat ahzedip söylerler ve bir nesnenin sened-i mâlûmu olmamaktan fî nefsi'l-emr adem-i sübûtu lazım gelmez; belki keşf-i sahih ile olacak esah olur. Zira kaşifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-ı tam ve hakka'l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu'tekidlere göre hüccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire göre burhan olmasın. Zira onlar huffâş gibidir ki afitâb-ı rûşeni göremez ve ayne'l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim muhabbetimiz o makûle ile değildir ve bazı kütüb-i mu'teberede gelir ki:
"Davud aleyhisselam şöyle söyledi:
"Ya Rabbi! Mahlûkatı niçin yarattın?"
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."
"Yani Hazret-i Davud aleyhisselam münacaatında sırr-ı halktan, yani icaddan sual edicek Cenab-ı Kibriya'dan kelam-ı mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi'l-asl ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye'den olmuş olur..."5 deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak küçük bir kitab haline getirmiştir.

Kitab ve sünnetten ayrılmamak
2) Kitab ve sünnetten ayrılmamak: Bir mutasavvıfın Kitab ve Sünnet dışı söz ve hareketi, kendisi hakkında şüphe uyandıracağı gibi, mensup olduğu tariki de zan altında bırakır. Her ne kadar kat'î naslar haricinde teferruat-ı mesâilde, muhtelif ehl-i sünnet ictihadlarıyla amel eden erbab-ı tasavvuf, zâhir ulemâsı gibi muhtardır. Sofî, bu bir ilim-i batındır diyerek Kitab ve sünnetin zahirine muhalif bir söz söylemez.
3) Kendisine münkeşif olan hakâyıkı her zaman, herkese, her yerde açıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.

EBÛ HAFS EL-HADÂD:
"Tasavvuf tamamen edebden ibarettir".6
Tasavvuf edeb-i Muhammedi'dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahallük etmektir. Bu ef'ali de, ahvali de câmi'dir.
"Edeb İlahî nurdan bir taçtır ki, onu başına geçirdikten sonra istediğin yere gidebilirsin".
Edebin gerek tarifi, gerek izahı babında pek çok söz söylenmiştir; ileride bunlara tesadüf edilecektir .
Bu çok şümûllü vasf-ı umumînin en yüksek mertebesi şu iki beyitte tecelli eder:
"Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddüp ederek ancak zikir ile meşguldürler. O yüce şahsiyetler rızaya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek için teşebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir."
Bu babda Hafız Şirâzî'nin beyti çok ârifânedir:
"İhtiyaç içindeyiz ve birşey istemiyoruz. Kerim-i Müteal huzurunda istemeye ne lüzum var".
Hind'in meşhur şairi Feyzi Hindî de:
"Madem ki bizim ihtiyaçlarımızı kendisi biliyor, o halde duaya ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar ediyor. Zira kullar evâmir ve hikmet-i rabbâniyeyi idrakten acizdirler.
Fakat bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size icabet edeyim, duanızı kabul edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir cehenneme gireceklerdir"7 buyurulmuştur.
Biz de, şair Ziya Paşa ile hemzeban olalım:

İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazû o kadar sıkleti çekmez.

Ölünceye kadar kulluk et
Bazıları bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet yoktur" diye manalandırırlar. Biz kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz. Ancak kendilerini vahdet-i vücüd felsefesini benimsemiş zanneden vahdet-i vücudçular, böyle beyitlere ve cümlelere yukarıdaki manayı vererek, teklifi ıskat etmiş olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin: "Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et"8 ayet-i kerimesindeki ölüm ile vukubulacak olan yakîni, hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te'vil etmelerine benzer. Yani "Ölünceye kadar Rabbine ibadet et" manasını, "Hakk'a yakîn peyda edinceye, yani manen yükselip olgunlaşıncaya kadar ibadet et" yollu te'vil ederler ki, bu hüküm daha hayatta iken tekâliften kurtulmak için kaçamak yoludur.
Bunlar: "O'nda, kitabın temeli olan kesin manalı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli manalıdırlar (müteşabih ayetlerdir). Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onların müteşabih olanlarına uyarlar..."9 ayet-i kerimesindeki hükme müstehak olurlar.


EBÛ'L-HÜSEYİN EN-NURİ:
"Tasavvuf ne şekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlaktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mücahede ile hasıl olurdu, ilim olsaydı öğrenmekle meydana gelirdi. Bu sebebten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf, Hakk'ın ahlakıyla mütehallî olmaktır."10

"Biz dahi alırdık, otuza kırka"
Tasavvuf, şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resülüllah'ın ahlakı ile ahlaklanınız"11 hadis-i şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlünün sıfatları ile ittisâfâ çalışmaktır.

Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka.12

"Tasavvuf, hürriyet, kerem, merâsimi terk ve cömertliktir."13
Tasavvuf, kerem ve cömertliktir, yoksa kuyûd ve merasim değildir. Sofî, elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini düşünen adamdır. Şeyh Sa'di:
"insanın şeref ve haysiyeti, lütuf ve keremi, ihsan ve atâsıyla, sehâsıyla ölçülür; insanlığı da Hakk'a şükretmesiyle, yani umumî manada ibadetiyle anlaşılır. Kendisinde bu iki haslet olmayan kimsenin yokluğu, varlığına müreccahdır".
"Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hak'tan nasibini istemektir".

Emeller ve elemler
Tasavvuf, kendi isteklerini bırakıp, Hakk'ın takdirine razı olmaktır. Çünkü insanın emellerinin sonu yoktur, birini elde etse, gönlü diğerine takılır. Bu suretle de kalb Hak'tan cüdâ kalır. Bundan dolayı emele, elem bozuntusu demişlerdir.
Her emel tahakkukuna kadar insana elem verir. Her emelin nihayeti, başka bir emelin bidâyetidir. Bu suretle emel silsilesi ölünceye kadar devam eder. Emeller terkedilince, Hakk'a bağlanılmış olur. Emelin terki dünyayı, işi gücü matıyye-i nefsi, yani vücudu, nefsini ihmal etmek demek değildir. Hayatın tabiî icaptan hiçbir zaman terk edilemez. Eldeki nimete şükrü bırakıp, daha fazlasını istemek, emel peşinden koşmaktır. Eğer eldekine hakkıyla şükür edilse Cenab-ı Hak nimetini artıracağını beyan buyuruyor:
"Rabbiniz: Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz, bilin ki azabım pek çetindir, diye bildirmişti".14

Şükür nasıl yapılır?
Şükrün ne olduğunu iyi bilmek lazımdır. Yemek yiyip, bittikten sonra "Ya Rabbi şükür el-hamdülillah" demekle şükür ifa edilmiş olmaz. "Şükür odur ki, her aza ne için yaratılmış ise, ona sarfetmektir".15
Her nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilir. Nasıl ki zekat vermek, sadaka vermek yani maddeten yardım yaparak iyilik etmek suretiyle servetin şükrü eda edilirse, bir sofrada kendini ve aile efradını doyuracak bir kap yemeğin yerine, mesela üç kap yemek yer ve bir kap yemeği bulamayan yakını, komşusu veya tanıdığını düşünmez, onları doyurmaya çalışmaz, gece sabahlara kadar ve iki yemek arasında ağzıyla binlerce defa "Ya Rabbi şükür" dese, hiçbir zaman şükrünü eda etmiş olmaz. Her öğün etini, sebzesini, tatlısını Hakk'ın lütfuyla te'min etmiş olan kimse, eğer takva yolunda yaşamak ve bir amel-i salih icra etmek ve cemiyete karşı sorumluluğundan kurtulmak istiyorsa, bir gün et, bir gün sebze, bir gün tatlı yiyerek, diğer iki nimeti münavebe ile ihtiyaç sahiblerine yedirecektir.
Bunu, Hakk'ın rızası için yapmak en büyük sofuluktur. Böyle yapan: "Onlar, içleri çektiği halde, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esire yedirirler"16 ayet-i kerimesinin sırrına mazhar olur ve: "Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin arıdından başa kakmayan ve ezâ etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir"17 saffında bulunanlar arasına girer ki, işte evliyâullah bu zümreye dahil olanlardır.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
SEHL BİN ABDİLLAH ET-TÜSTERî:
"Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşmak ve insanlardan kalben uzaklaşmaktır".18
Çünkü tokluk insanı gaflete ve şehvete sevkettiği gibi, verdiği rehavetten dolayı hakkıyla ibadet-i bedeniyyeye de mani olur. Onun için kanaatkarlık ve perhizkarlık yapan, yani eline geçenle yetinen ve fazlasını muhtaca veren, ancak Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşabilir; bu hususta sorumluluğu kalmaz.
Yani helalinden çok kazanmak için fazla çalışacak, yeteri kadarını kendisine ayırdıktan sonra, kalanını muhtaca verecektir. Bundan maksat, "fakir ilallah" dedikleri yalnız Hakk'a arz-ı ihtiyaç edip, halkın elindekilerden müstağni olmaktır. Müstağni olan sofînin nazarında,
"Müstağni o kimsedir ki, ona göre bir başakla, bir harman arasında fark yoktur". Elinde hangisi bulunursa fark etmez, başkalarının elindekini de öyle görür.
"Tasavvufun aslı, Kitab ve sünnete yapışmak; hevâ, heves ve bid'atleri terk etmektir".19
Tasavvuf, ahkâm-ı dine ve sünnet-i Resûl'e sarılmaktan ibarettir.


AMR BİN OSMAN EL-MEKKî:
"Tasavvuf, zamanın en uygun vaktinde, kulun her an Hak ile meşgul olmasıdır".20
Uyku ve hacatın kazası gibi zamanlar haricinde, kalbin her an Hak ile meşgul olmasını da tasavvufun tarifi içine almıştır ki, bu da bir zikirdir.


SÜMMÜN EL-MUHİB:
"Tasavvuf, hiçbir şeye malik olmamak ve bir malın esiri bulunmamaktır".
Hiçbir şeye malik olmamak, mal ve mülkünü nefsine mal etmemek, o malda başkalarının hakkı bulunduğunu, asıl sahibinin Malikü'l-Mülk olduğunu, kendisinin onu yerli yerinde sarfedecek küçük bir haznedar olduğunu bilecek ve ona göre davranacak, sûret-i sarfı Kur'an'dan öğrenecektir. Hiçbir zaman kendini mal ü menâl sevgisine kaptırmayacaktır. İşte o zaman masivadan ilgisini kesmiş olur.
"Eğer sende dünya ile kıl kadar iç rabıtası bulunursa, senin Hakk'ın manevî nimetlerinden mahrum kalmaklığın tabiîdir. O kıl kadar alaka bir zünnar, yani alamet-i küfürdür ki, insanı şirk-i hafiye götürür, harem-i İlahî'de de namahremdir, yabancıdır".

Kıl kadar kalsa vücudundan eser,
Alamazsın kıl kadar andan haber.

Kelim Hemedanî bir beytinde bu mazmûnu ne güzel beyan eder:
"Hak'tan başkasına olan rabıtanı kesmedikçe, bütün ibadetlerin boşunadır. Bu alakadan başını koparıp kurtarmadıkça, başını secdeye koymaya müstahak değilsin".
Yine Kelim başka bir beytinde şöyle tasvir yapar:
"Alakalar, bu dünyanın levazımındandır, yalnız neş'esi değil, hem de zînetidir, süsüdür. Hükümdarların zindanlarında mahkumlara vurulan zincir şakırtıları, hapishanenin ihtişamını gösterir".
Yani, demek istiyor ki, alakadan zahiren kurtulmak mümkün değildir. Evlat muhabbeti, torun sevgisi, onları memnun etmek için sarfedilen gayretleri ve a'mal-i hayriyye, bu dünya neş'esinin zaruretleridir. Nasıl olsa insan bunlara mahkumdur. Bunlar ise birer esaret alameti olan zincirdir. İşte, zincire kıymet vermemek, zindan hayatının serbest, kayıtsız, zincirsiz hayattan farklı bir yaşayış olmadığını nefsine telkin edip, kabul ve hazm etmek, zincir vurandaki hizmeti düşünmek, eğer bu hal seni üzüyorsa, "Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır"21 ile müekkeb tebşirat-ı sübhâniyyeyi düşünerek, bütün kayıtlardan ruhun selameti için sabra sarılmayı bilmek lazımdır.


CÜNEYD-İ BAĞDADÎ:
"Tasavvuf, Hakk'ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir".
"Tasavvuf, mâsivâ ile alakayı keserek, Cenab-ı Hak ile beraber olmaktır".22
Masiva ile alakayı kesmek demek, Hak'tan gayrı olan herşeyi terketmek demektir.

Masiva şâibesinden dili tathîre çalış
Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alış.

Evet, masiva ilgisi kalbte bir lekedir; Hakk'ın kalbe tecellisine manidir. Bu leke ancak hikmet ve irfan güneşiyle giderilebilir. Hikmet, ilmin mahiyyetini araştırmaktır; irfan ise bir nevi' sezerek anlayıştır, ayrı bir mevhibedir.

Mâsivâ nasıl terk edilir?
Acaba bu masiva nasıl terk edilecektir? Bunun için ashab-ı tarik birtakım yollar göstermiştir. Bunların arasında üzerinde en çok durulan zikir yoludur. Zikir yolu, en kestirme bir tarik ise de, zikrin ne yolda yapılacağını iyi bilmek lazımdır. Yoksa şairin:
"Tesbih elde, tevbe dudakta iken, gönül günaha girilecek bir iş düşünecek olursa, bizzat günahın kendisi, yani onu bize telkin eden şeytan, bu tevbemize gülecektir".
Nâbi de bu manada şöyle söyler:

Leb zikirde ammâ ki gönül fikr-i cihanda
Kaldı arada sübha-i mercan mütereddid.

"Bizim dudaklanmız zikr-i Hak'la meşgul iken, fikrimiz dünya işleriyle alakalı bulunursa, eldeki mercan tesbih de tereddütte kalır".

Maddeye gönül vermemek
Şimdi sâlikin masivadan kendisini nasıl sıyırabileceğini dü-şünelim:
İnsan, hayatı müddetince masiva ile beraber yaşar. O halde bundan kurtulma yolu nedir? Tabiî insan, yaşamak için yiyecek, içecek, yatacak, yakacak, doyacak, sevecek, bütün hayatî ihtiyaçlara bağlanacağı gibi, mehâsine de gönül verecektir. İşte, tarikat dervişe zikir, fikir ve aşk yoluyla bunları gönülden nasıl çıkaracağını bildirir.
Masivadan ilgiyi kesmek demek, maddeye gönül vermemek, ona bağlanmamak demektir; yoksa madde ile meşgul olmamak demek değildir. Sofî, herkes gibi umumî hayata karışacak, kendi işini ve başkalarının işlerini yapmaya çalışacak, mukadderse zengin olacak, hiçbir surette Hak'tan ayrılmayacaktır. Fakat bünün bunlara gönlünü bağlamıyacak, Malikü'l-Mülk'ü düşünecek, bugün kendi elinde Hakk'ın emaneti ve atası olan her türlü nimetin, yarın başkasının eline geçmesinin tabiî olduğunu teemmül edecek ve kaybından dolayı asla müteessir olmayacaktır.
Bir mutasavvıf şairin:

Ehl-i tevhid olmak istersen sivâya meyli kes,
Aç gözün merdâne bak, Allah bes bâki heves.

Dediği gibi, Hak'tan maâdasına gönülde yer veren kimse, muhabbet ve aşk ile şirk-i hafiye kadar gidebilir. Her ne kadar bazı tarik erbabı "Hakikate, mecaz köprüsünün geçilerek varılır" demişlerse de, erbabı, bunun hududunu tayin eder.

Mal ve nefisle mücadele
"Tasavvuf, sulh ile değil, cenk ile hasıl olur".23
Tasavvuf, mücadele ile elde edilir. Cenab-ı Hakk'ın emri, önce mal ile, sonra nefisle mücadele etmektir. Mal ile mücahede, zarüriyyat-ı şer'iyye dışında kalan servetini, malını, mülkünü infak etmek suretiyle yapılır. Zarüriyyât-ı şer'iyye, kendisinin ve ailesinin yiyeceği, yiyeceği, yakacağı, yatacağı şeylerden ibarettir. Bunun dışındakini infak etmek Allah'ın emri muktezasıdır. Kur'an-ı Kerim'de:
"Ne vereceklerini sana sorarlar, de ki: Artanı!"24 buyurulmuştur.
İnfak hakkındaki bütün ayet-i kerimeler bu esasa irca edilir.
Nefis ile mücahedeye gelince: Nefsin meşru olmayan bütün dileklerine karşı gelmektir. Nefsiyle mücadele, vatana saldıran düşmana karşı cihad, sulh zamanında memleket içinde zulme karşı mücahede, hakkı korumak için yapılan çabalar, nefsinin hevesatına kapılmamak için her türlü mehârim ve mekârihten ictinab, nefis ile mücahede medlûlünde mündemiçtir.
"Tasavvuf, toplulukla birlikte zikir, dinleyenlerle birlikte vecd ve işlenmek suretiyle de ameldir".25
Toplum içinde, halk arasındaki derecat-ı mütefâviteyi, mahlûkatın tenevvü'-i bi-nihayesini, sibgatullahın renk renk tecellîlerini görüp zikretmek ve bunu görmeyenlere anlatarak onlann kendisiyle birlikte vecidlerini husûle getirmek ve a'mâl-i sâliha ile örnek olmak tasavvuf ehlinin başlıca şiârıdır.
"Tasavvuf, kulun kendisiyle kaim olduğu bir vasıftır. Cüneyd'e: O Hakk'ın sıfatı mıdır? dediler, O da: Sıfat olarak "Hakk'ın, resim olarak halkındır, diye cevap verdi".26
Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğunu sordukları zaman: "O bir hâldir ki, daima kul ile beraberdir" buyurmuş. "Bu hal Hakk'ın sıfatının tecellîsi midir, yoksa halkın evsâfından mıdır? denilince: "Sıfat olarak Hakk'ındır, merasim ve şekil olarak da halkındır" demiştir.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Allah ve Resûlünün ahlakı
Peygamber Efendimiz: "Allah'ın ahlakıyla ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" buyurmuştur.
Bu, Allah'ın ve Resûlünün evsafıyla muttasıf olmak demektir. İmdi, bütün esma-i hüsna ve evâmir-i ilahiyye Hakk'ın evsafının tecellîsidir. Sîret-i nebeviyye ve sünnet-i resûl kezâ, Peygamber Efendimizin evsaf-ı seniyyelerindendir. Bunlara uymayı nefsinde kabul eden kimse Hakk'ın sıfatını iktisab etmiş olur. "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" sırrı tecellî eder. Sîrete ittiba ile sünnetin ifası da yine evsaf-ı peygamberi ile muttasıf olmaktır. Bununla da: "Ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlâklamnız" hükmü zahir olur.
Bunların, kabul ve imanı, sıfat-ı Hak'la tehallî etmektir; icrası da merasimdir, halka aittir.
Erbab-ı tasavvuftan biri bu hususu ne güzel hülasa etmiştir:
"Hayatın öyle geçsin ki, öldükten sonra bir yolun toprağı olursan; senin üstünden geçenlerin yolun tozundan bile müteessir olduklarım işitmeyesin."
Pertev Paşa bu manayı şu şekilde tafsil ve izah eder:

Ne semmet bülbülün verdin, ne de hârden incin
Ne gayrın yarine meyl et, ne sen ağyârden incin
Ne sen bir kimseden âh al, ne âh ü zârden incin
Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.

"Zahir ile amel et, sana yeter"
Cüneyd'e gelerek tasavvufun ne olduğunu sordular. O da: "Zahir ile amel et, sakın onun hakikatlerinden bir şey sorma, onu ifsad edersin" diye cevap verdi.27
Yine Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman: "Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakikatini araştırmaya kalkma, zahir ile amel et, bu sana yeter" buyurmuştur ki, herkes kendine göre mana vermeye kalkıp te'villere sapmasın ve günaha girmesin diye bu tavsiyede bulunmuştur.
Şîrazlı Hafız bir kabasofuya şöyle demiştir:
"Ey kabasofu, yoluna git, bana hakikati anlatmaya kalkma, çünkü bu kainatın esrarı senin ve benim gözüme kapalıdır ve öyle kalacaktır".


MÎMŞÂD ED-DÎNEVERî:
"Tasavvuf, serâire ıttılâın verdiği safâ ve Hakk'ın razı olacağı amelleri işlemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir".28
Bu tariften de anlaşılıyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlaşıldıkça kalbte husûle gelen itminan insana en büyük huzuru verir. Bütün efal ü muamelatında Hakk'ın rızasını düşünmek, halk ile rastgele münasebetler kurmayıp, onlarla teması zarurî hususlara hasretmek, seyr ü sülükün icabıdır.

Bilinmemek, faydasızdan sakınmak
"Tasavvuf, mâsivallahdan müstağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".29
Tasavvuf, ihtiyaç içinde bulunulmasına rağmen müstağni görünmek, masivaya rağbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayır ve faydası olmayan şeylerden sakınmaktır ki, ihtiyacı izhar eden kimse züll-i suale (dilenme alçaklığına) kapı açıyor demektir. Bu izzet-i İslam'a iras-ı halelde bulunmak gibi bir günaha vesile olabilir. Şeref ve haysiyyeti muhildir.
İkincisi, hüviyetini, şahsiyetini, kıymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-ı nasdan biri gibi hareket etmek, adab-ı sofîyyeden olan bir tevazu'dur. Hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktan maksat da efal-i mübâhada bile hayrı gözetmektir.


ALÎ BİN EL-ISFAHANî:
"Tasavvuf, Hakk'ın gayrından uzak ve masivallahdan halî olmaktır".30


EBÛ MUHAMMED EL-CÜVEYNî:
"Tasavvuf ahvâli kontrol etmek ve güzel olan şeyleri iltizam etmektir"31
Daima iyiyi ve hayrı aramak, insanın içinde bulunduğu ve maruz kaldığı ahvalin tetkikiyle zararları def ve faydaları celp için çalışmaktır.


EBÛ AMR ED-DIMIŞKî:
"Tasavvuf alemi noksan gözle görmektir, yahut bütün noksanlardan münezzeh olanı müşahede etmek için her noksandan gözü yummaktır".32
Kemal-i mutlakı Hak'da müşahede edebilen kimse her şeyde bir noksan görür. Kemal-i mutlak Allah'a mahsustur. Her varlığın kendine göre bir ayb, kusur ve noksanı vardır. Bir şeyde kemal tecellî ettiği sanılınca, derhal zeval yüz gösterir. "Her şey tamam olunca noksanlık başlar" buyurulmuştur.
Ahmed Paşa "Yârsız kalmış cihanda aybsız yâr isteyen" der ki, her güzelin istenmeyen bir tarafı olur. İşte noksan denen şey budur. Fakat erbab-ı tasavvuf hiçbir şeyde noksan aramıyacaktır. Noksandan göz yumacak, yani noksanı görmeyecek, noksan gördüğü zaman kemal-i mutlakı tahattur ve zikredecektir.
"Senin vücudun bir ayıptır. Bunun üzerine, bir başka ayıp aramanın manası yoktur" sözü insanın baştan aşağı kusur olduğunu gösterir.
"Küsûf güneşin, husûf da ayın kusurudur" demişlerdir. O halde cihanda aslolan noksandır. Kemal nisbî ve izafîdir.
Şu manayı veren kıt'a da güzel bir ders-i ibrettir:
"Diline dikkat et, kimsenin kusurunu söyliyeyim deme; çünkü sen baştan aşağı kusurlarla mahmulsün; halkın ise binbir dili vardır. Gözlerin sana, başkalarının ayıplarını gösterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkın binbir gözü sana bakıyor, de".


EBÛ'L-HASAN EL-MÜZEYYEN:
"Tasavvuf, Hakk'a inkıyattır".33
Burada Hakk'a inkıyat, mertebe-i rızadır ki; rıza, tarikatte müntehayı meratiptir; sabırla tev'emdir. Rızanın, mertebelerin sonu olması, sabrın emir, tavsiye ve telkin neticesi nüfûsa te'siriyle tecellîsine mukabil, rızanın her musîbetine bir hikmet düşünülerek tabiî karşılanmasıdır. Hele kendini aradan çıkarıp, yalnız Hakk'ın rızasını düşünecek olanlar, Peygamberler ve vasılîndir. Merhum Osman Şems Efendi'nin:

Vasıl-ı vuslat-saray-ı mutlakım na'leyn-vâr
Saff-ı na'le terk kıldım küfrü de imânı da.

Beytinden de anlaşılacağı üzere, iki zıt vasıf, beşeriyette hayır ve şerri tefrîka medârdır. İman itaat, küfür isyandır. Hakk'a vasıl olan hakka'l yakîne ulaştığından küfür mefhumu zihne tebadür etmiyeceği için lafz-ı bî-mana kalıyor.
Hakikat-ı vûcudu idrak etmiş olduğundan: "Onlar gaybe inanırlar"34 vasf-ı sübhanîsine mazhar, silsile-i beşeriyetten ayrılarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût için küfür mefhumu mutasavver olmadığından, bir şuhûd-i tam içinde âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar. İmana inkardan geçilir, inkarı imha eden imandır. İman, şuhûd-i hakayık-ı ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkıyor. Bu, insan için bir salah-ı küllî mertebesidir ki, her kula müyesser olamıyor. Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imanı hakka'l-yakîne çıkarmakla mümkün olabiliyor.

Halka rehber olmak
İmdi, süllem-i rızadan, arş-ı hakikate yükselebilmek, daima Hakk'ın yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah'ı anarlar..."35 ayet-i celîlesini bir an hatırdan çıkarmayarak, evamire mülâzemet, nevâhiden mücânebet, Allah ve Resülüne ve onlara tabi olanlara sırf muhabbet beslemekle, halkın içinde onlara rehber olarak çalışmakla mümkündür. Bu bir hususiyettir. Bu hali herkesin görüp idrak etmesi mümkün değildir.
Kişinin hüviyet ve derecesi, ef'aliyle anlaşılır. Fakat bu, umum içindir. Havâss-ı mümtaze ancak kendilerini tanırlar. Arapça bir beyit şöyle der ki: "Kişi işiyle kendini göstermedikçe, derece ve hüviyeti anlaşılamaz".
Vasılîn me'mur olmadıkça ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale'd-derecât, esrar-ı Hakk'a aşinalıktır. Tafsili vahdet-i vücûd bahsinde gelecektir.


EBÛ YA'KÛB:
"Tasavvuf, beşeriyete ait evsafın kaybolmasıdır".36
Tasavvuf yolu, insanın kemale ulaşmasına mâtuf bulunduğu için, beşerî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etraflı olursa, sofînin ruhu o kadar yükselir. Fakat bu keyfiyet daha çok teslîke muktedir ki bir mürşid-i kamilin himmetiyle vücûd bulur.


EBÛ ABDÎLLAH BİN HAFÎF:
"Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır".37
Sabır ve rıza yukarıda geçti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî değerleri pek çoktur. Bir Arap şairi şöyle der:
"Durgun su bulanık ve bozuktur. Akan su ise berraktır ve pislik tutmaz. Altın kendi ma'deninde bulunurken bir kıymet ifade etmez. Ud ağacı da ormanda odundan farksızdır; işlenir ve ellere geçerse kıymetini bulur".
Yolcu, iyi niyetle yaptığı seyahatte izzet ve şeref kazanır. Hak, fazilet ve hayır için yapılan muhaceretler de böyledir.


EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:
"Tasavvuf, fuzuli şeyleri tamamen terketmektir".38
Lüzumsuz şeyleri terketmek demek, dinin, aklın, kanunun, örfün, an'anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdiği işler dışında abes ile meşgul olmamak demektir. İşte bu suretle insan, faydalı şeylerle meşgul bulunmuş ve hiç bir faydası olmayan şeyleri terketmiş olur. Bu yalnız sofî için değil, medenî her insan için lüzumlu bir vasıftır.


EBÛ'L-HASAN EL-BÜŞENCÎ:
"Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir".39
Emel ve amel mes'elesi: Emelin sonu yoktur. Beşere şuur lâhik olduktan sonra, ölüme kadar devam eder.
Bağlıdır dâman-ı haşre rişte-i tûl-i emel
Hay ü hûy-i ehl-i dünya bitmeden dünya biter.
Yavuz Sultan Selim'in bir mısra'ını tazmin yollu yazdığı "Ümid" adlı manzûmede, Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey şöyle söyler:

Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd
Her saati ömrü emel-efzâ elem-efzûd
Mâzi mütevâli ezelî sâye-i memdûd
Müstakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd
Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd
Feryad ez in nev vücûd-i adem-âlûd.

Sonu gelmeyen emeller
Evet, insanın ümitleri ve amelleri cihandan da büyük, yani sonsuzdur. Ömrün her anı bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artırır. Maziye dönüp baksan, uzayıp gitmiş bir gölge, hakikat zannettiklerimiz silinmiş, istikbal kapalı bir kabir, kim olduğu, ne olduğu belli değil. Hâl denen zaman ise, izafî bir varlık. Bu dünyada rahat ve huzur nasıl izafî ve muvakkat ise, hâl de her an maziye intikal etmekte olduğundan ma'dûmdur. Binâenaleyh böyle yokluğa müncer olan varlıktan feryad!
İşte insana düşen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarını yerine getirmek ve intizam içinde çalışmaktır. Saatleri ayarlamak, hayatı ayarlamak demektir.


EBÛ AMR BİN EN-NECÎD:
"Tasavvuf, emir ve nehiy hayatında sabretmektir, yani Cenab-ı Hakk'ın emirlerine râm olmak, nehyettiği şeylerden de kaçınmaktır".40
Emir ve nehiyleri gönülden hüsn-i telakki etmek, bunların icrasında veya sakınmasında güçlük varsa, onlara tam bir inkıyad ile sabretmek, tasavvuf ve sülûk icabıdır.


ŞEYH EBÛ ÎSHAK İBRAHİM EL-KARZÛNÎ:
"Tasavvuf, iddiaları terk ve manaları gizlemektir."41
Tasavvuf erbabı, bir iddia sahibi olmayacaktır. Bildiği hakikatleri muhatabının seviyesine göre açıklayacak, muhatabının umumî bilgisinin kavrayamayacağı hakayıkı tafsil etmeyecektir. Ne, ben bilirim bu böyledir, diyecek, ne de anlaşılmayan ve işitilmemiş mefhumları rastgele açıklayacaktır.
"Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır"42 ayet-i kerimesi onun düstür-i reşâdeti, "İnsanlara, akıllarının aldığı derecede hitap ediniz" vecizesi sözlerinin rehberi olacaktır.

DİPNOTLAR
1_ Kuşeyrî.
2_ Kuşeyri, s. 12; Tezkire, c. 1, s. 282.
3_ Fâtır sûresi, ayet: 28.
4_ "Gizli bir hazine idim".
5_ Kenzül Mahfî, s. 2-3.
6_ Tezkire, c. I, s. 331.
7_ Mü'min sûresi, âyet: 60.
8_ Hicr sûresi ayet: 99.
9_ Âl-i İmran süresi, ayet: 7.
10_ Tezkire.
11_ Meşhur hadis.
12_ Yûnus Emre.
13_ Tezkire.
14_ İbrahim sûresi, ayet; 7.
15_ Türk Ahlakçıları, c. I, s. 39.
16_ İnsan sûresi, ayet: 8.
17_ Bakara sûresi, ayet: 22.
18- Tezkire, c. I, s. 164.
19_ Sülemî. s.21.
20_ Kuşeyrî, s. 148.
21_ İnşirah sûresi, ayet: 6.
22_ Kuşeyrî, s. 148.
23_ Aynı eser, s. 149.
24_ Bakara sûresi, ayet: 219.
25_ Kuşeyrî; s. 149.
26_ Tezkire.
27_ Aynı eser.
28_ Aynı eser.
29_ Tabakat.
30_ Nefehat Terc., s. 156.
31_ Kuşeyri s,127.
32_ Nefehat Terc., s. 207.
33_ Kuşeyri, s. 127.
34_ Bakara sûresi, âyet: 3.
35_ Âl-i İmran süresi, âyet: 191.
36_ Nefehat Terc., s. 181.
37_ Tezkire.
38_ Nefehat Terc., s. 248.
39_ Tezkire.
40_ Aynı yer.
41_ Nefahât Terc.
42_ Yûsuf sûresi, âyet: 76. KAYNAK: Mâhir İZ; "Tasavvuf", KİTABEVİ, s.47-68 (KİTABEVİ 2; Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ)



Not: www.menzil.net"
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Tasavvuf Nedir Bakalım ...

Tasavvuf Nedir Bakalım ...

Kulluğun aslı,sevgi ve irade ile Yüce Mevla'ya ibadet yapmaktır
Kullukölene kadar devam eder. Herkes kendi amelinden sorumludur.
Kâmil mürşitler,güzel kullukta insanlara örnek ve kuvvet olurlar; zayıf kalplere destek verir; içindeki sönmüş sevgiyi canlandırırlar.

TASAVVUF cemaat hâlinde ve birlik içinde Allah yolunda yürümektir.
TASAVVUF topluca tövbe etmektir. Tasavvuf, topluca Yüce Allah'ı zikretmektir.
TASAVVUF topluca hakka yönelmek ve birbirini hak yolunda desteklemektir.
TASAVVUF bir kâmil mürşid nezaretinde topluca Yüce Allah'ın ipine yani dinine, Kur'an'a, sünnete, takvaya ve ihlasa sarılmaktır.
TASAVVUF nefis ve şeytan düşmanına karşı mümin kardeşleriyle bir olup, imanını, dinini ve edebini muhafazaya çalışmaktır.
TASAVVUF Allah için birbirini sevmek ve bu sevginin gereğini yerine getirmektir.
TASAVVUF Yüce Sevgili için yaşamak ve O'nun rızası için canını vermektir.
TASAVVUF ancak tadarak anlaşılacak ilahî bir nimet ve saadettir.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
ALLAH'ı C.C Seveni Sevmek

ALLAH'ı C.C Seveni Sevmek

Allah'ı Seveni Sevmek

İnanmış her gönül, derinlemesine sevmeyi bin can ile arzu eder.
Fakat çoğu kere buna muvaffak olamaz.Çünkü Allah ve Peygamber
sevgisini tahsil etmek için “seviyorum” demek ya da kitaplardan
sevgi okumak kâfi gelmez.

Önce aşk boyasıyla boyayacak ustanın önüne varıp, mahviyetle
yüzünü yere koymak gerekir. Sonra da onu ölesiye sevmek…

Allah'ı seveni seven, Allah'ı sever. Bu bir kanundur.
Ateşe atılan siyah kömür nasıl ateş rengini alırsa,
Allah dostunun muhabbetiyle yanan gönül de sevgilisinin rengini alır.
Onun sevdiğini, yani Allah ve Rasulü'nü aşk derecesinde sever.
Mürşidini sevmeye başlayan her mürid, muhakkak eskisine nispetle
Allah ve Rasulü'nü daha fazla sever. Mürşidine sevgisi ne kadar
çoğalırsa Allah ve Rasulü'ne muhabbeti de o kadar çoğalır.

Şeyh Sadi Şirazî Hazretleri şöyle der:
Kokusu olmayan kil, gül ile kalırsa gül kokar,
Hak aşıkları ile dostluk da bizi onun aşkına iletir.

Alemlerin Efendisi ise, yemin ederek şöyle buyurur:

“Allah Tealâ'nın en sevgili kulları, Allah'ı kullarına, kulları da Allah'a sevdiren kişidir.”

Benlikten geçip teslim olduktan sonra,Allahu Tealâ gönlü dostuna açar.
Muhabbet nurları oluk oluk kalbe akmaya başlar. Kur'an-ı Kerim'de

“İman edip salih amel işleyenler var ya;Rahman (olan Allah) onları sevdirecektir.”(Meryem, 96)

buyrularak, bu hakikate işaret edilmektedir.
Hadis-i Şerifte belirtildiği üzere,

Allahu Tealâ, gök ehline filan kulunu sevdiğini söyler ve onların da sevmelerini ister. Gök ehli melekler Allah'ın sevdiği zatı sevince, yer ehli insanlar da nu sever ve ona yönelirler. (Buharî)

Asıl olarak evliyâyı bizlere sevdiren şey, Allah'ın kemalinden onlara yansıyan güzelliklerdir. Bizler o kemali kimde veya nerede fazla görürsek, elimizde olmadan onu severiz. Bu cihetledir ki,
Allah dostlarının her zerresine yönelen sevgi, gerçekte Hakk'adır.

AHMET SAFA-semerkant
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Seyyid Abdulkadir Geylani Hazretleri'nden

Nefs
BİRİNCİ DAİRE : Emmare'dir.
Nefs-i emmare'nin dairesi, daire-i su'idir, yani kötülüklerin meydana geldigi dairedir ki, bunda küfrün sıfatlan, inadın nitelikleri mevcuddur.Örnek olarak: Birisi rüyasında domuz veya köpek, fil veya akrep, yilan veya fare, ya da pire, bit ve-benzeri hasereden birini veyahut eşekgillerden bir hayvanı veya içki, tütün, afyon ve benzeri uyusturucu maddelerden birini ya da bunlara benzer meyhane, bulanık durgun su, bulanik akar su gibi bir sey gorecek olursa, bu, NEFS-I EMMARE'nin özelliklerinden bazısıdır. Insan bu sıfatlardan biriyle vasıflanınca, artik nefsinin hevesine uymuş olur. Bunun igin, onun riyazete ve nefs-i tasfiyeye, zikirle meşgul olmaya ihtiyaci vardir. Böylece bu daireyi birinci isim, usullerden birincisi olan LA ILAHE ILLALLAH ismiyle "kesip atsın..

Emmare dairesinde domuz, haram sıfatıdır. Köpek gazap sıfatıdır. Fil kendini beğenmişlik sıfatıdır. Yılan, fitne ve fesat doğuran dilin sıfatıdır. Maymun, ikiyüzlülük ve koğuculuk sıfatıdır. Akrep, azab sıfatıdır. Fare, halka kapalı, Allah'a ise malum olan bir takım fiillerin sıfatıdır. Aynı zamanda fareyi gören kimsenin nefsanî heveslerine uyduğu ve onların peşinde koştuğu yorumu çıkarılır. Pire, bit ve benzeri haşere ve parazitler, dînen mekruh kılınan şeylerin irtikab edildiğtne delalet eder. Eşek, yarar sağlamıyan bir işe başlandığına ya da başlanacağına yorumlanır. Çöplük, dünyaya meyletmenin sıfatıdır. îçki içmek, haram işlemenin sıfatıdır. Sadece içki görüp onu içmemek, haram şeyleri elde etmeyi tasarladığına delalet eder.

Meyhane görmek, kalbin fasit fikirlere bağlı bulunduğuna. yorumlanır.

İKİNCİ DAİRE: Lev vame'dir.

Bunun mana alemindeki ahvalini şekillendirecek olacak Şey'in. sığır, deve, bal, güvercin, tavuk, bal arışı va benzer; hayvanları örnek olarak verebiliriz. Cansız varlıklardan ise. pişmiş yemekler, meyveler ve benzeri gıda maddelerini gösterebiliriz.

O halde (mana aleminde) dikişli bir elbise veya çıplak bir at veya ışığı olmayan bir mum veya fırın, dükkan veya buna benzer bir takım binalar veya saraylar, evler ya da bunlara benzer, şeker, bal ve bir takım meşrubat gören kimse DAÎRE-Î LEVVAME'de bulunuyor demektir.

însan bu sıfat ve hayallerle vasıflanmış bulunur; Şimdi NEFS-Î LEVVAME'nin dairesinin halini şerh ve beyan edelim: Koyun, helal nesnenin sıfatıdır. Sığır, insanın menfaatinin sıfatıdır. Deve, eziyet ve cefaları yüklenmenin sıfatıdır. Nitekim Peygamber (A.S.) Efendimiz bir hadfclerinde buna işaretle buyurdu ki:

"Mü'minin şartı, eziyet ve cefalara katlanmak ve başkasına eziyet etmeyi terketmektir."

Balık, helal kazanmanın sıfatıdır. Tavuk, güvercin ve benzeri hayvanlar helal mal ve kazanca delalet eder. Bal ansı övgü değer ahlaka delalet eder. Pişmiş yemekler, kişinin karakter ve nefis yapışma delalet eder. Meyve, nefsi söz konusunda ıslah edip onu ihlasa ve bulanık şeylerden kurtarmaya delalet eder. Evler ve dükkanlar, nefsin sükunet bulduğuna dalalet eder.

ÜÇÜNCÜ DAÎRE: Mulhime
insan mana aleminde kadın, dinsiz, çıplak, hak ve hakikatı muannidane inkar eden rafizîler, kızılbaşlar, sakalı tıraşlı . topal, dazlak ve köse, bıyık ve saçtan metruş, dilsiz, köle. sarhoş, alçak ve namerd, yol kesici mütecaviz, şaklaban, güreşçi, gece sokaklarda gezip tozan, ihtikar yapan, dellal, kasap, şaşı, a'ma, def çalan, maymun oynatan gibi noksan bir kimseyi görecek olursa, bu onun MÜLHEME mertebesinde bulunduğuna işarettir.

Şimdi de bu dairede olanları açıklamaya geçiyoruz: Mana, aleminde bir kadın görmek kişinin aklının noksanlığına delalet eder. Allah'ı inkar eden birini görmek, kişinin dininin noksanlığına; sapık, rafızî ve kızılbaş gibi güruhları görmek, kişinin mezhebinin noksanhğına delalet eder. Sakalı kesik ya da tamamen metruş kimseyi görmek, kişinin dinî bilgisinin noksanlığına delalet eder. Topal görmek, hakka davet edildiği halde ona uymamaya; köse görmek, Allah'ın emrini yerine getimemeye; a'ma görmek, şahitliği inkara; sağır görmek, şeriatı dinlememeye; dilsiz görmek, hak ile konuşmamaya; siyah köle görmek başkasının ayıbını yüzüne karşı söylemeye; dazlak kafalı görmek, sünneti terketmeye; sarhoş ve esrarkeş görmek, mecazî aşka; kumarbaz, şaklaban, güldürücü, hikayeci görmek ibadeti terkedip, harama yüz çevirmeye; hırsız görmek. ibadeti gösteriş olsun diye yapmaya; dellal görmek, gözü başkasının namusundan men'etmemeye delalet eder. Kasap, görmek kalb katılığının sıfatıdır. Şaşı görmek, sapıklığa delalet eder.

DÖRDÜNCÜ DAİRE: NEFS-İ MUTMAİNNE
Bu daire, kamil mutmainnenin sıfatlanndan ibarettir. Bu akımdan mana aleminde Kur'a.n-ı kerîmi sünnete uygun şekilde okuyanları, peygamberleri, hükümdarları, bilginleri, Şeyhleri, hakimleri, Ka'be ve Medine'yi, Kudüs'ü, cami' ve mescidleri, medrese ve salih kişilerin toplantı yerini görmek; bunlardan başka ok, yay, kılıç, hançer, bıçak, silah, kitap ve benzeri şeylerle karşılaşmak:, MUTMAÎNNE DAÎRESÎ'ne delalet der. Bundan kurtulmanın çaresi, HAKK ÎSMÎ'ne başlar devam etmektir. HAKK ismi, ism-i evveldir, doksan dokuz ismin önünde gelir.

Mürid mana aleminde bir mushaf veya Kur'an'dan bazı 'arçalar görecek olursa, bu onun kalbinin temizlik ve sadeliğine delalet eder. Bununla beraber Kur'an'dan görülen herhangi bir süre, onun durumunu yansıtır mahiyettedir.

Peygamberleri görmek, islam gücüne ve onlara dosdoğru iman etmeye delalet eder. Hükümdarları görmek, varlığını Allah için riyazata çevirip tezkiye-i nefs etmeye; müftileri görmek, dosdoğru olmaya; Allah'a ibadet etme düşüncesin! taşıyıp hayırlı işlerde bulunmaya; şeyhleri görmek, nefsi irşat etmeye, hakimleri görmek, Allah'ın emirlerine boyun eğmeye; Ka' be-i şerîfe'yi, Medîne ve Kudüs'ü görmek, kalb temizliğüıe, gönlü kinden ve vesveseden anndırmaya; cami' ve mescidleri, medrese ve benzeri yerleri görmek de böyledir. Sancak, bayrak, ok yay, mancınık, tüfek ve benzeri silahları görmek, şeytanî vesveselere delalet eder.

BEŞİNCİ DAİRE: Raziyye'dir
Mana aleminde melekleri, vildan ya da hurileri veya Burak ve cenneti ya da cennet elbiselerini görmek, bu sıfatlarla süslenmeye delalet eder

BUNUN BEYANINA GELÎNCE:
Huri, cennet, melek ve benzeri şeyleri görmek, aklın olgunluğuna delalet eder. Ayrıca Allah'a yakınlığı da gösterir Ay ve güneş görmek, çoğu zaman bundan ilahî maarif hası olur. Böyle olunca da mürid, kendisini irşad eden mürşide müracaat etmelidir.

ALTINCI DAİRE: Marziyye'dir.
Bu dairenin sıfatları, yedi gök, güneş, ay, yıldızlar, yıldırım, şimşek, ışık saçan mum, meş'ale, kandil ve benzeri şeylerdir. Mürid bu dairede Mürşidine müracat eder.Marziyye dairesinin açıklanmasına gelince

insan mana aleminde yedi kat gökleri görünce, artık onun varlık alemine bakışlan hep Allah ile ilgili olur; düşüncesi bu hususta berraklasır. Yıldız görmek, manevî yapısının nürunu ifade eder. Ateş görmek, nefsin fena bulmasına delalet eder. yıldırım görmek, gafletten uyanya delalet eder. Güneş, ruhun nurlarım; ay, gönül nürunu; kalb parlaklığım remzeder. Kamil (olgun) mürid, bu dairede mursid olan şeyhe müracaat eder.

YEDÎNCÎ DAÎRE: Nefs-i Safîyye'dir.
Bunun sıfatları, yağmur, kar, dolu, ırmak, pınar, kuyu ve denizdir. Bütün bunlar sülük'un keşfine delîldir. Mürid bu konuda, kamil olan şeyhine müracaat etsin.

Bu dairenin geniş izahına gelince:

Yağmur, rahmetin delilidir. Kar, fazladan bir rahmettir. Irmaklar, denizler, pınarlar, Allah'ı bilmek konusunda ihlasa ve. tasdîke delalet eder.
Mürid bu hususta Mürşidine Müracat etmelidir. Açıklama olarak bu kadarını yeterli görüyoruz. Çünkü Nefsin Yedi Dairesini tamamen açıklayıp zaptetmek cidden zordur.

Kaynak: Füyüzat-ı Rabbaniye Gavsul Azam Abdülkadir Geylani Hz
Kaynak: Gavsül Azam Abdülkadir Geylani Hz. Füyüzat-ı Rabbaniye
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Nefsi Yenmek ve Seytâna Karsi koymak(imamı gazali)

Nefsi Yenmek ve Seytâna Karsi koymak(imamı gazali)

NEFSI YENMEK VE SEYTANA KARSI KOYMAK

Akli basinda olan kimsenin, nefsin azgin arzularini açlikla sindirmesi gerekir. Çünkü Allah'in (C.C.) düsmanmi (nefsin azgin arzularini) ancak açlik gemleyebilir. Nefsin azgin arzulan, yemek ve içmek seytanin vasitalaridir.
Nitekim Peygamber'imiz (S.A.S.) söyle buyurur:

"Seytan, insan vücudunda kan damarlari yolu ile dolasir, Binan-aleyh siz onun dolasim yolunu açtikla daraltiniz. Kiyamet günü, insanlarin Allah (C.C)'a en yakin olani, en uzun müddet aç ve susuz kalanidir."

Insanoglu hesabina en büyük tehlike kaynagi, midenin doyumsuz arzularidir. Hz. Adem (A.S.) ile Havva'nin huzur ve istikrar yurdundan (cennetten) çikarilarak horluk ve yokluk diyarina (dünyaya) gönderilmelerinin sebebi odur.
Bilindigi gibi bir agaç meyvesinden yemek, kendilerine Allah (C.C) tarafindan yasaklandigi halde azgin arzularina yenilerek sözkonusu agacin meyvesinden yediler de çirilçiplak kaliverdiler.

Tahkike göre mide asiri arzularin kaynagidir. Hikmet ehlinden biri der ki, "nefsinin kontrolü altina giren kimse, onun azgin arzularindan hoslanmaya mahkûm olmus, onun yanilmalar zindar.fnda tutuklanmis ve kalbini faydali seylerden mahrum etmis olur. Vücud azalari topragini azgin arzularla sulayanlar, kalblerinde pismanlik agaci dikmis olurlar."

Ulu Allah (C.C.) canlilari üc türlü yaratmistir: Melekleri akilli ve fakat azgin isteksiz yaratmistir. Hayvanlari azgin isteklerle donatmis fakat onlarin yapisina akil katmamistir. Insanoglunu ise akil ve arzulari birarada yapisina katarak yaratmistir. Buna göre aklini azgin arzularinin kontrolüne veren kimse hayvanlardan asagidir, bunun tersine azgin arzularini aklinin kontrolü altinda tutan kimse de meleklerden üstündür.

HIKAYE

Ibrahim Havvas (rahimullahu) anlatiyor: Bir gün Likam daginda idim. Bîr nar agaci gördüm, canim çekti, ondan bir nar kopararak yardim, eksiymis, elimden attim ve yoluma devam ettim. Az ileride birini gördüm, yere serilmis ve üzerine arilar üsüsmüstü.
Adama selâm verince "aleykümselam, ya Ibrahim" diye cevap verdi. "Beni nereden taniyorsun" diye sordum. "Allah (C.C)'i taniyanlara hiç bir sey sakli degildir karsiligini verdi. Ona "anlasilan Allah (C.C) ile münasebetin var, su arilardan seni kurtarmasini O'ndan istesene" diye takildim.
Bana su cevabi verdi, "ben de senin Allah (C.C) ile münâsebetin oldugunu saniyordum. Asil kendin, nar düskünlügünden seni kurtarmasini istesene! Nar düskünlügünün acisini insan ahirette çeker, oysa ari sokmasinin acisi dünyadadir. Öte yandan ari sokmesi vücudu incittigi halde azgin arzular, ignelerini kalbe batirirlar." Bana agir, fakat faydali bir ders veren adami kendi hatinde birakarak yoluma devem ettim.

Nefsin asin arzulari padisahlari köle yaptigi gibi sabir da köleleri padisahliga yükseltir. Hz. Yusuf (A.S.) sabri sayesinde Misir meliki oldu. Buna karsilik Züleyha, nefsinin azgin arzusu yüzünden. Hz. Yusuf'a (A.S.) karsi duydugu aski gemleyemedigi için zavalli, düskün, yoksul, yasli ve gözlerinden mahrum bir duruma düstü.

Ebul Hasan Errazi'nin (rahimullahu) anlattigina göre, ölümünden iki yil sonra babasini rüyasinda görür, üzerinde katrandan bir elbise vardir. Ona sorar, "babacigim, niye seni cehennemliklerin kiligi içinde görüyorum."
Babasi "yavrum, nefsim beni cehenneme sürükledi! Sakin nefsine aldanma" der.

Sairin biri bu konuda söyle der:
Basima dört belâ sarildi.
Sapikligim ve iradesizligim yüzünden düstüm pençelerine:
Seytan, dünya, nefsim ve sonu olmayan arzular.
Hepsi de düsmanim, acaba kurtulus nasil?
Ihtiras ve kuruntularin karanliginda
Nefsimin beni sonu olmayan arzulara çagirdigini görüyorum.

Hatem'ül Asam (rahimullahu) der ki. "nefsim ayakbagim. ümim silâhim günahim hayal kirikligim ve seytan da düsmanimdir. Nefsimin arzusun, hiç bir zaman, uymam."

Ehli marifetten bir zatin söyle, dedigi nakledilir: Cihad üç türlüdür. Birincisi kâfirlerle savasmaktir ki, bu zahiri cihad'dir.

Ulu Allah'in


"Allah yolunda cihad edenler..."
(Maide Sûresi. 54)
Ayet-i celilesinde , cihadin bu çesidine isaret edilmistir.

Ikinci çesit cihad, ilimle ve inandirici deliller ile batilin taraftarlarina karsi verilen cihaddir.


"En iyi usulle onlara karsi koy" (Nahl Sûresi. 125)
Ayet-i kerimesi, bu çesit cihada isaret eder.

Üçüncü çesit cihad, kötülügü emreden nefse karsi verilen cihaddir. Bunun hakkinda Allah söyle buyurur:


"Bizim ugrumuzda cihad edenlere yollarimizi gösteririz"

(Ankebut Sûresi. 69)


Peygamberimiz (S.A.S.) de bu konuda söyle buyurur:

— "En faziletli cihad. nefse karsi verilen cihaddir."

Nitekim sahabîler (Allah (C.C) onlardan razi olsun) kâfirlere karsi verilen bir savastan dönünce "küçük cihaddan büyük cihada döndük" derlerdi.
Nefse, seytana ve azgin isteklere karsi verilen cihada "büyük cihad" ismini vermelerinin sebebi sudur: Nefse ve azgin arzulara karsi verilen cihad araliksizdir, oysa kâfire karsi arasira savas verilir, öte yandan cephe savasçisi düsmanini görür, fakat seytan görünmez, görünür düsmana karsi cihad vermek, görünmez düsmanla cihad etmekten daha kolaydir.

Bir de seytana karsi savasirken onun. senin nefsinde bir destekçisi vardir, bu destekçi nefsin azgin arzularidir, oysa ki kâfirlerle yapilan savasta onlarin senin nefsinde öyle bir yardimcilari yoktur, bu yüzden seytana karsi verilen cihad daha çetindir.
Yine savasta kâfir öldürürsen zafer ve ganimet elde edersin, kâfir seni öldürürse sehitlik rütbesi ile cennet kazanirsin. Halbuki seytani öldüremezsin, ama eger o seni öldürecek olursa Allah'in cezasina çarpilirsin.
Nitekim derler ki: "Savasta atini elinden kaçiran kimse düsmanin eiine düser, buna karsilik imanini yitiren kimse Allah'in gazabina ugrar, böyle bir seyden Allah (C.C)'a siginiriz!..."

Diger yandan, kâfirlerin eline esir düsen kimsenin elleri boynuna baglanmaz, ayaklarina pranga vurulmaz, aç ve çiplak birakilmaz. Oysa Allah (C.C)'in öfkesine muhatap olan kimsenin yüzü kara olur. Elleri boynuna kelepçelenir, ayaklan atesten prangalara vurulur, yedigi ates, giydigi ates ve içtigi ates olur.

Kalplerin Kesfi | Imam Gazali
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Teslimiyet,samimiyetle olur

Teslimiyet,samimiyetle olur

Teslimiyet akıl ister

Arifler der ki:
Kâmil mürşide tam teslimiyet bir anda olmaz.
İnsan, kalbi nurlandıkça, nefsini ve şeytanı tanıdıkça,
iyiyi kötüyü seçtikçe, yani akıllandıkça, Allah’a giden yolda
Allah dostuna teslim olur. Mürid, zaman içinde mürşidini gerçek
haliyle tanır. Bu tanıma bir ömür sürebilir. Bu yolda samimiyetle
sabreden kimse sonuçta sevinir, Allah sevgisini bulur, kalbi bu
sevgi ile huzur bulur. Dağınık hali toplanır, ibadetlere sarılır,
günahlardan uzaklaşır, bütün manevi hastalıklardan kurtulur.
İşte o zaman hakkıyla ve tadıyla Yüce Rabbine kulluk edebilir.

Buna ihsan makamı denir. Bu hedefe ulaşmak için rehberine
tam teslim olanlar çok az olduğu için, bu makama çıkanlar da
çok azdır. Herkesin bu yolda nasibi, iman, sadakat, edep ve
gayretine göredir. Ancak, Allahu Tealâ dilediği kullarına bol
ihsan ve ikramlarda bulunur.

Allah dostları, “biz peygamber gibi masumuz, hiçbir kusur ve
noksanımız yoktur, her sözümüz ayet ve hadis gibidir” demezler.
Onlar, açık ve mertçe Hz. Ebu Bekir R.A. Efendimiz’in halife
seçildiği gün, Ashab-ı Kiram’a söylediği şu sözü söylerler:

“Ben Allah ve Rasulü’ne itaat ettiğim ve size hakkı emrettiğim
sürece bana itaat ediniz. Çünkü bu durumda bana itaati
sizden Allahu Tealâ istiyor. Ben hak çizgiden ayrılırsam,
artık kimsenin bana itaat etmesi gerekmez.”
(İbnu Kesir)

Dilaver Selvi
www.menzil.net
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Tasavvuf Yok Diyenler İyi okusun(yok öyle Ahkam Kesmek..:mad:)

Tasavvuf Yok Diyenler İyi okusun(yok öyle Ahkam Kesmek..:mad:)

öncelikle tasavvufta bir kisinin yasamını örnek alırsınız ve o kisinin yasamıda zaten islami hayat kaideleriyle örtüsür.. aynıdır yani önce simdi örnek almamız gereken sahısların hayatları nasıl bunu yazayım..

ONLARIN NAMAZI BİR BAŞKAYDI

Namazda Pirenin Isırmasını Hisseden…
Sumeyt b. Aclan -rahimehullah- şöyle diyordu: «Namazda pire ısırdığında bunun acısını hisseden Allah ile huzurda olduğunu nasıl iddia edebiliyor?»

Namaz vakti girdiğinde Emirü'l Mü'minîn Hz.Ali (ra)’ın benzi atar, renkten renge girer, titrerdi. Kendisine bunun nedeni sorulduğunda Allah Teâlâ'nın:
«Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan(a gelince o, tuttu) bunu sırtına yüklendi. Çünkü o, çok zulümkâr, çok cahildir.» (Ahzâb,72) mealindeki âyete imada bulunarak: «Bu anın, Allah’ın göklere ve yere teklif edip de onların bunu yüklenmekten kaçındıkları ama benim yüklendiğim emaneti yerine teslim etme anı olduğunu bilmiyor musunuz? Yüklendiğim bu görevin gereğini yerine güzelce getirebilecek miyim yoksa getiremeyecek miyim bilmiyorum, işte bende gördüğünüz değişikliğin nedeni bu endişemdir» der.

Hasan-ı Basrî (ks) şöyle öğütte bulunuyordu: «Dünya sevdalısının arkasında namaz kılmayın. Bizden öncekiler, birisinin namazında öteye beriye bakındığını duyduklarında, evine gitmiş olsa bile hemen onun yanına varırlar, Allah'ın azametine olan vukuflarından ötürü duydukları meselenin aslını sorarlardı.»

Bir keresinde Ömer b. Abdülaziz (ra) arkasında namaz kıldığı imamın lahin (Kur'ân harf ve kelimelerinin aslını bozacak şekilde nağme) yaptığını duyunca: «Cemaat fazileti olmasa idi arkanda namaz kılmazdım! Sen Arapça’yı âlimlerin huzurunda neden okumuyorsun?» diye de çıkışır.

Fazl b. Abbâs (ra) şöyle diyordu: «Doğrusu şu insanlara hayret ediyorum, bir çocuğum öldüğünde binlercesi gelip baş sağlığı diliyor, ama cemaati kaçırdığımda kimse gelip bana taziyede bulunmuyor. Yeminle söylüyorum, bir vakit cemaatte bulunmamam benim için yetişmiş, âlim ve sâlih bir çocuğumun ölümünden çok daha büyük bir musibettir.»

Muhammed b. Vâsi' (rh.a) arkadaşlarına şöyle diyordu: «Dünyadan iki şey istiyorum:
1-Eğrildiğimde beni düzeltecek Allah rızası için beni seven sâlih bir kardeş,
2-Yaşadığım sürece vakit namazlarını cemaatle kılmak.»
Şekîk el-Belhî (ks) arkadaşlarına söyle diyordu:

«Melûn şeytanı Ademoğlunun sadece iki davranışı öfkelendirir:
1-Vesvesesine aldırmaması,
2-Allah Teâlâ'nın zatı hakkında düşünmemesi.»

Kardeşim, nefsini denetle, durumunu gözden geçir, bak bakalım bu büyüklerin namazlarında hissettikleri hazzı ömründe bir kerecik olsun namazında hissetmiş misin?
(Onların hallerini öğrenmek insana ibadet aşkı veriyor değil mi? Onların namazı gerçekten bir başkaymış değil mi? İnsan: ‘Cennet onlara helal olsun!’ Demekten kendini alamıyor. Öyle değil mi?...)

--------------------------------------------------------------------------------

Namazını Kıldın mı Diye Sorma!
Bir keresinde bir adamın, Efendim Ali el-Havvas’a (ks): «İkindiyi kıldınız mı?» diye sorduğunu duymuştum. Efendim susmuş, bu soruya bir anda cevap vermemişti. Sonra adama:
-Bir daha bana böyle bir soru yöneltme, çünkü beni yalanın içine düşürürsün, zira namaz hareketine 'namaz' denilebilmesi için kulun namazının içinde, başından sonuna kadar Rabbi ile birlikte bulunmalı ve o sırada hatırında Allah sevgisi dışında bir şey olmamalıdır, sadece Allah'ın huzurunda olduğunu, kıraatını, rükû ve secdesini düşünmelidir, dedi. Adam:
- Peki size bu türden bir soruyu nasıl yönelteyim?
- Bana ‘İnsanlarla birlikte vaktinde oturup kalktın mı?’ diye sor.

--------------------------------------------------------------------------------

Namaza Giderken Sadaka Vermek
Sahabeler (radıyallahu anhum) sabah namazına giderken karşılaştıkları ilk fakire bir lokma ekmek veya bir soğan veya bir tek kuru üzüm vermedikçe mescide girmezlerdi.

Yahya b. Muâz (ks) şöyle diyordu: «Dünyadaki dağların ağırlığına eş bildiğim tek dane sadaka olarak verilen danedir!»

Bir başka hadiste şöyle buyuruluyor: «Günah bir yerden (gayri meşru bir yoldan) bir mal elde edinen bununla yakınlarına iyilik yapsa veya bu malı sadaka olarak dağıtsa veya Allah yolunda harcasa, bütün bunlar toplanır kendisiyle birlikte cehennem ateşine atılır.»

Hz.Âişe (r.anha) şöyle diyordu: «Sizler verayı görmezlikten geliyorsunuz ama o en üstün ibadettir.»
Abdullah b. Ömer (ra) şöyle diyordu: «Namaz kıla kıla yay gibi, oruç tuta tuta kiriş gibi olsanız, Allah Teâlâ sizlerin bu ibadetlerini ancak şüpheli nesneler yaklaştırmayan; veranız varsa kabul eder.»
(Kaynak: İmam-ı Şa'rani; Gerçek Şeyhler ve Sahteleri (Tenbihü'l Muğterrin)


--------------------------------------------------------------------------------

Adablara Dikkat Ederlerdi
Ümm Rûmân şöyle anlatır:
"Namazda sağa sola bakınırken beni Ebu Bekir gördü ve bundan öyle şiddetle men etti ki, ben nerdeyse namazdan çıkacaktım. Sonra şöyle dedi:
"Ben Resulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu işittim; Sizden biriniz namaza durduğu zaman, sağıyla soluyla oynamayı bıraksın ve yahudiler gibi, sağ sola meyledip durmasın (sallanmasın). Çünkü namazda organların huzura ermesi, namazın kemalindendir.” (El-Câmiü's Sağir)

Sehl b. Abdullah (ks) der ki: “Kul, farzları tam yerine getirebilmek için sünnetlere ihtiyaç duyar. Sünnetleri ifâ etmek için de, nafile ibadetlere muhtaçtır. Nafilelerin tekamülü de adaba riayete bağlıdır. Dünyayı terk etmek de adab cümlesindendir.

Hz. Ömer Efendimizin (ra) minberden söylediği şu sözü Sehl'in (ks) söylediği ile aynı manadadır:
- Adam müslüman olarak ihtiyarlamıştır, fakat Allah için kıldığı tam bir namazı yoktur. Sordular:
- Bu nasıl olur? Hz. Ömer (ra) efendimiz şöyle cevap verdi:
- Namazda ki huşu ve tevazusu tam olmayan ve her şeyi ile Allah'a yönelmeyenin hali, budur.
Ebu Said el-Harraz'a sordular:
- Namaza nasıl girilir? Şöyle cevap verdi.
- O'na Teveccühün kıyamet günündeki yönelişin gibi olsun. O'nun (cc) huzurunda duruşun öyle olsun ki, aranızda bir tercüman bir aracı olmadan, o seni karşılıyor, sen de kimin huzurunda bulunduğunu bilerek O'na minacaat ediyorsun. Çünkü O, en büyük MELİK'tir.

Ariflerden birine sordular:
- İlk tekbiri nasıl alıyorsun? Şöyle cevap verdi:
- Allah-u Ekber dediğin zaman, ismi celalinin ‘elif’ harfi ile birlikte tâ’zim, ‘lam’ harfi ile heybet, ‘ha’ harfi ile murakabe ve kurb duyguları taşıman gerekir.
Amir b. Abdullah'a (ks) sordular:
- Namazda dünya işlerine dair aklınıza bir şey geliyor mu? Şöyle cevap verdi:
- Bana göre mızrakların altında kalmak, sizin namazda hatırladıklarınızı hatırlamaktan daha hoştur.
Bir başka Sufi'ye de:
Namazda nefsin sana dünya işlerini hatırlatıyor mu? Sorulmuş, o da:
Ne namazda ne de namazın dışında böyle bir şey olmaz, dedi.
Rivayet olunduğuna göre Abdullah b. Abbas (ra) şöyle der:
"Namazda hûşuun ölçüsü, sağında ve solunda bulunanla ilgilenmemek, hatta onların kim olduğunu bile fark etmemektir."
(Kaynak: Avarifü’l Me’arif, Şehabüddin Sühreverdi)


Onlar Nerede, Biz Neredeyiz?
Bizden önceki salihlerin, namaz anlayışı işte böyle idi. Verdiğimiz örneklerle Tasavvuf ehlinin ne titiz bir anlayışla; Allah'a kulluk yapmaya çalıştıklarını göstermeye çalıştık... Onlar da Allah'ın kuluydular, bizler de... Peki onlar nerede biz neredeyiz...
Sahi, biz namaz kılarken nerelerdeyiz?...


.....



A- Tasavvufun Tanımı

Tasavvufu, yine kendi terimleriyle şöyle tarif edebiliriz:

Tasavvuf: Ebedî saadete ulaşmak amacıyla, zâhirîn ve batının tamir; ahlakın tasfiye ve nefsin tezkiye hallerini içine alan, mânevî bir ilimdir.



Tasavvufun genel tanımı ise şudur:

İslam Dini'nin getirdiği hükümlerin, (Şeriat) müslüman şahıs tarafından, zahîrî ve bâtınî yönleriyle birlikte, ruhsatlardan faydalanmaksızın, azimet ve takva üzere tatbik edilmesidir.



Tasavvuf rûhî bir hayat olduğu için hakikatte; bizzat yaşamak, hissetmek ve halleriyle hemhal olmak sûretiyle anlaşılabilir ve anlatılabilir. Tasavvuf kitaplarında rastladığımız farklı anlatımlar ve izah tarzlarının asıl sebebi de budur. İslam Alimleri, kendi rûhî-manevî hayatlarına göre tasavvufu tarif ederken; bazıları bidayet (başlangıç) halleriyle, bazıları nihayet halleriyle, kimi zaman alametleriyle, kimi zaman da asıl ve esaslarına göre tarif etmişlerdir.



Her nekadar farklı izah tarzlarıyla karşılaşsak da ifade edilmek istenen manada birleşmektedirler. Hakikatte tasavvuf; Allah-u Zülcelal'in istediği mümin sıfatlarına bürünmek, ve Allah-u Zülcelal'in azim bir ahlak ile ahlaklandırdığı, Peygamber (s.a.v) Efendimizin ahlaki ile ahlaklanmaya çalışmaktır.



Tasavvuf öyle bir ilimdir ki batıl onun ne ardından gelebilir, ne de önüne geçebilir. O'nun ne önünde, ne de ardında hiç bir eğrilik yoktur. Çünkü tasavvuf, nübüvvet kandilinden alınmış bir nurdur. Nübüvvetin ötesinde ise bizim için alınacak bir nur yoktur.



İhsan Nedir?

Tasavvuf, İslam Dini'nin üzerine inşâ edildiği üç temel mefhumdan biri olan "İhsan"ı kendine gaye edinmiştir. 0 halde "İhsan"ın ne olduğunu anladığımız zaman, tasavvufun özünü ve gayesini de daha iyi anlamış olacağız.



Seyyid Muhammed Gamari (ks) Hazretlerine,

"Tasavvuf vahy-i semavî midir?" diye tasavvufun kaynağı ve özü hakkında bir soru sorduklarında, şöyle cevap vermişlerdir:

"Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e vahy-i semâvî nazil olduğu vakit, tarikat da onunla beraber, esas olarak kurulmuştur. Çünkü tasavvuf, şüphesiz ihsan makamıdır."



Cibril Hadisi

İhsan mefhumunu, bizzat hadis-i şeriflerde görmekte ve açık bir şekilde izah edildiğine şahit olmaktayız. Hz. Ömer (r.a)'in rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerif (Cibril Hadisi) şöyledir:

"Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in yanında bulunduğumuz bir sırada, bir de baktık ki elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculuk yaptığına dair hiçbir alâmet olmayan ve hiçbirimizin tanımadığı bir kimse geldi. Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in yanına (varıp) oturdu.



Dizlerini dizlerine dayayıp ve her iki avucunu iki uyluğu üzerine koyup:

Ya Muhammed! İslam nedir? Bana söylermisin dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

- AIlah'tan başka hiç bir ilah ve mabud-u billah olmadığına ve Muhammed (s.a.v)'in O'nun resulü olduğuna şehadet etmen, namazı ikâme etmen, zekâtı vermen, Ramazanda orucu tutman ve yoluna gücün yeterse, Beytullah'a Hacc etmendir" buyurmuştur. 0 (yabancı kimse):

- Doğru söylüyorsun, dedi.

Biz onun bu haline, hem Hz. Peygamber (s.a.v)'e soruyor, hem de O'nu tastik ediyor, diye hayret ettik. Ondan sonra,

- Bir de iman nedir? Bana söylermisin, dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

-İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman etmendir. Bir de hayır, şer ve kadere iman etmendir, buyurunca yine:

- Doğru söylüyorsun, dedi.

Ve İhsan nedir? Bana söylermisin diye tekrar sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) de:

- İhsan, Allah'a sanki görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Zira sen onu görmüyorsan o seni görüyor buyurdu. 0 yine:

- Doğru söylüyorsun. dedi...

Ve bu yabancı kimse gidince Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir müddet durdu: "Ya Ömer! Bilir misin o soran kimdi?" dedi. "Allah ve Resûlüllah bilir" dedim. 0 zaman buyurdular ki: "0, Cebrail idi. Size dininizi Öğretmek için geldi."( Müslim; Kitabül İman)



İşte Hz. Ömer (r.a.)'in rivayet etmiş olduğu bu hadis-i serifte, Peygamber Efendimiz (s.a.v) bize İslam Dininin üç rükun üzerine olduğunu bildirmiştir.

1.İslam: Zâhirî azalara taalluk eden amellerdir. (namaz, oruç, hac, zekât)

2. İman: Allah'a meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmek gibi kişinin itikadına taalluk eden amellerdir.

3. İhsan: Bu da murakabe ve müşahede'ye taalluk eden amellerdir. Bu ihsan makamı, manevi huşu ve huzur içerisinde Allah'u Zülcelâl'e ibadet ederek kalbin temizlenmesine işaret etmektedir. Bundan dolayı ihsan makamı olmazsa dinin bir kısmını eksik bırakılmış olur.



Şöyle ki; bu hadis-i şerifte açıkça, kulun bütün ibadet ve kulluk görevlerini yerine getiren yani hayatının her anında, Allah-u Zülcelal'in kendisini gördüğünün, işittiğinin ve bildiğinin şuurunda olması gerektiği beyan edilmektedir. İşte, kişinin bu ihsan halini bozan sebepler; şeytanın vesvesesi, nefsin arzuları ve dış dünyanın etkileridir. 0 halde, bu tesirlerden kurtulmamız gerekmektedir ki ihsanı yaşayabilelim. Bu tesirlerden kurtulma yolu ise bunların sebeplerini, insana nasıl tesir ettiklerini ve bunlara karşı ne gibi tedbirler alınması gerektiğini; kısaca bu marazi durumun teşhis ve tedavisini bilmemiz gerekiyor.



Şüphesiz ki bu konu bir müslüman için en önemli konudur. Zira kulluğun temel mihengi, her yaptığını, her anını Allah rızası için yapabilmektir. İşte bu da tasavvuf ilmini zorunlu hale getirmektedir.



Burada bir meseleye daha açıklık getirmekte fayda var. Denilebilir ki kişinin ihsanı yaşamasına zarar veren tesirleri, ayet hadis ve alimlerin kitaplarından öğrenip teşhis ve tespit edebiliyoruz. Evet bu bir yere kadar doğrudur. Ancak bu marazları tedavi etme usulü ve kurallarını inceleyen ilim ise tasavvuftur.



Zira birer tasavvuf mütehassısı olan Mürşid-i Kamil; hem bu konulardaki zâhirî ilmini, hem tecrübelerini ve hem de bâtınî yolla Allah-u Zülcelal'in verdiği manevî ilmi kullanarak kişiyi tedavi etmektedir.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
B-Tasavvufun Dogusu Ve Gelisimi

Tasavvufun amelî-hâlî ve temel esasları itibariyle, vahyin gelişiyle birlikte, bizzat Peygamber (s.a.v) tarafından hayata geçirildiğini, önceki bölümde belirtmiştik. Özellikle Mekke Devri, daha çok dini-ahlakî prensiplerin yer aldığı bir rûhî olgunluk kazanma dönemi olmuş ve Sahabe-i Kiram; bu usûl üzere, bütün ümmetin Mürşid-i Kamil'i, Peygamber Efendimiz (s.a.v) tarafından yetiştirilmiştir.



Tasavvufun müstakil bir ilim olmaya başlaması ise diğer temel İslâmî ilimler olan; Fıkıh, Tefsir, Akaid ve Hadiste olduğu gibi Asr-ı Saadet'ten iki-üç asır sonradır. Aynı şekilde, bu ilimler de esasları itibariyle, Peygamber Efendimiz (s.a.v) zamanında mevcut olmakla beraber, henüz ihtiyaç hissedilmediğinden tedvîn edilmemiş, düzenli birer ilim dalı olarak ortaya konulmamıştır.



Tasavvuf ve diğer İslâmi ilimlerin bir ihtiyaç haline gelmesi, Sahabe-i Kiram ve Tabiîn'den sonraki dönemlerde, dinin aslından uzaklaşılması sebebiyledir. Rasûlüllah (s.a.v)'in tebliğ ettiği hakikî din nuru gizlenip, itikatta sapıklıklar, fikirler arasında ihtilaf vaki olmaya başladı. Cehalet insanlara galebe çalınca; eski adet, gelenek ve görenekleri ibadetlerle karışır, bazen de onların yerini alır hale geldi.



İnsanlar kendi hak bildiği yolda gitmeye ve dünyaya çokça meyletmeye başladı. Dini hükümler ve kurallar, esasları yönünden ikinci plana itilerek, ayetler ve hadisler siyasi veya şahsî amaçlarla indî yorumlara tabî tutulmaya başlandı. Yalnız bir topluluk, salih ameller işlemek, ıssız yerlerde uzlete çekilerek zikir ve ibadetle uğraşmak yolunu seçti.

Sonraları zaviyeler, tekkeler ve hânkahlar inşa edilince; arı-duru kulluk mücadelelerini daha sistemli bir şekilde sürdürmeye koyuldular. Salih amellere devam ve tashih-i itikad sonucunda; güzel haller meydana gelmeye, saf zihinler ve cilalı gönüller, marifet-i ilahiyi almaya, yudum yudum tatmaya başladı. Böylece taklidî imandan, tahkiki imana geçtiler.



İmam Kuşeyrî (k.s) Hz.lerinin ‘Risale’si gibi tarihî kaynaklara göre, ilk tekke Suriye'nin Reml şehrinde bulunan Ebû Hâşim Tekkesidir. İlk defa sûfî ismini alan da bu zattır. (ölm. 150/767).

Ardından Sufiyye mesleğine ilk hareket veren şahıs; Süfyân-ı Sevrî (ks) hazretleridir (ölm. 161/778). Râbiatü'l-Adeviyye (ks)/ şeybetü'r-Râî (ks) o devrin feyiz pınarlarındandır. Sonraki asırda, tasavvufun yayılmasına en çok hizmetleri geçen zatlardan ikisi; Zinnuni Mısrî (ölm. 245/859) ve Ebû Yezid Bestâmî'dir. (ölm. 261/875), Allah-u Zülcelal sırlarını artırsın. (Eraydın/ Selçuk; Tasavvuf ve Tarikatlar, (s. 61)



İşte tasavvuf ilmi böyle bir ortamda, önceleri Evliyaullah'ın sözleri ve hallerinin anlatımından ibaretken; sonraları Cüneyd Bağdadî (ks) (ölm. 279/908) gibi zatlarında eser vermesiyle düzenli bir ilim haline gelmeye başladı. Aslında, zahir ilimlerde eser verilmesi bir ilmin olgunluğuna delil olabilmekteyse de, tasavvuf ilmi gibi manevi bir sahada asıl delil, yine tasavvuf üstatlarının kendi hal ve idraklarıdır, kavrayışlarıdır. Yani, nasıl Fıkıh sahasında; Kur'an-ı Kerim ve Hadis'ten sonra fâkih alimlerin ilmî mülahaza ve görüşleri, bizim için amel yapılabilecek sağlam bir görüş oluşturuyor ve onların bu zahîrî içtihatlarına tabi oluyorsak; aynı şekilde manevî-ruhî hayatımızda da esası Kur'an ve Sünnet'le sabit olan, zikir, fikir, nefis tezkiye ve muhasebesi, rabıta, hatme (zikir meclisi) gibi batınî meselelerde de manevî görüş ve içtihad sahibi olan tasavvuf büyüklerine, Mürşid-i Kamillere tabi olmalı, onları taklit etmeliyiz.



Peygamber Efendimiz (s.a.v), dört büyük halife olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (rhm)'ye ayrı ayrı zikirler telkin etmiş, ancak bunlardan ikisi yaygınlık kazanmıştır.

Hz. Ebu Bekir (r.a) Efendimizden neşet eden tarik, Sıddıkiyye ismi ve ‘hafî’ (gizli) zikri ile vasıflanırken;



Hz. Ali (ra) Efendimizden de ‘cehri’ (açıktan) zikir ile vasıflanan tarikatler

ortaya çıkmıştır. Bu iki ana koldan ayrılan tarikatler ise yukarıda izah ettiğimiz sebeplerden dolayı, farklı tatbik şekilleri kazanmıştır. Bazı Mürşid-i Kamiller, yeni bir usul vaz etmeyip kendilerinden önceki üstadının mesleğini devam ettirmişlerdir.


C- Mürside İntisap Etmenin Gerekliliği

Allah-u Zülcelâl âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun." (Tövbe, 119)



Sadıklarla beraber olmak nefsin temizlenmesi ve güzel sıfatlarla bezenmesidir. Bu sayede takvada muvaffak olmak mümkündür. Bunu başarabilmek için de bir Mürşid-i Kâmile intisab etmek ve onların sohbetlerinde bulunmak şarttır. Çünkü sadıklarla beraberlik cismani olarak sohbetle, ruhani (manevi) beraberlik ise rabıta ile olur.



Sadıklarla beraber olmanın ve bir Mürşid-i Kâmile intisab etmenin faydası ve tesiri; hem ameli olarak zahire iktida etmesiyle, hem de ruhi olarak kendisine tesir etmesiyle meydana gelmektedir.



Peygamber Efendimiz (s.a.v) Ashab-ı Kiram'ı, Adab-ı Ders ve Adab-ı Nefs olmak üzere iki şekilde terbiye etmişlerdir. Allah-u Zülcelâl Habibini bu iki adab ile adablandırmıştır. 0 da ashabını böylece adablandırmıştır.



Adab-ı Ders; zâhirî olarak yapılan bütün ibadetlerin Allah-u Zülcelâl'in istediği şekilde yapılmasıdır.

Adab-ı Nefs; nefsin ve ruhun kötü sıfatlardan temizlenmesi ve güzel sıfatlarla muttasıf (bezenmiş) olmasıdır.



Allah-u Zülcelâl'in veli kulları da bu iki Adabla Adablanmışlar ve kendilerine tâbi olanları da bu şekilde Adablandırmaktadırlar. Çünkü Mürşid-i Kâmiller, bir silsileye dayalı olarak günümüze kadar gelmişlerdir. İşte bu sebeple, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in gerçek manada varisleri olan Mürşid-i Kâmillere intisab etmek ve onlardan istifade etmeye çalışmak son derece faydalı ve gereklidir.



Şeyh İsmail Bursevî (ks) hazretleri şöyle buyurmuşlardır:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun" âyet-i kerimesinden murad, Mürşid-i Kâmillerdir. Ciddiyetle bir insan onların kapılarında hizmet eder, muhabbetiyle nazarlarında kabul olunursa, onların feyz ve bereketlerinden dolayı mâsivayı (kötülüğü) terk etmeye muvaffak olur. Allah-u Zülcelâl'in yolunda olan, istikamette basarılı olur ve ilahi huzura kavuşur."



Sadıklarla beraber olmak emrinin hikmeti şudur: İnsan halini, suretini, fiilini başka bir zatın iradesiyle icra etmez ise şüphesiz heva ve hevesinden ayrılamaz, ayrılamadığı için de kısa olan ömrünün hepsini beyhude harcar, gerçek maksadına ulaşamaz. Ancak kendisini başka bir zatın emrine verirse, nefsi ölmüş olur, kalbi var olur. Nasıl ilim tahsil eden bir genç, alim bir kim-senin nezaretinde cehaletten kurtulursa; kişi de kâmil mürşidin emri altında amel ve ihlasta başarılı olabilir.



Peygamber Efendimiz (s.a.v) Ashab-ı Kiram'ı sohbetleriyle birlikte feyz vererek yetiştirmiştir. İşte Mürşid-i Kâmillerde hakiki varisler olmalarından dolayı, muridlerini sohbet, teveccüh ve nazarlarıyla yetiştirirler.



Ebu Derda (ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v):

"Muhakkak alimler peygamberlerin varisleridir. Onlar dinar ve dirhemlere varis olmamışlardır. Ancak ilme varis olmuşlardır" (Buhari; Müsned) buyurmuştur.



Bu hadis-i şeriften açıkça anlaşılacağı üzere sadece ilmi, zâhirî ilim olarak alıp, manevi ilmi gözardı etmek, ancak büyük bir cehaletin eseridir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Ashab-i Kiram'ı nasıl küfür bataklığından, zulmetten ve cehaletten kurtarmış ise Mürşid-i Kâmiller de kendileriyle beraber olanları, kendi vasıflarıyla donatırlar.



Bazılarının yaptığı gibi zâhirî ilmi kabul edip, manevi ilmi reddetmek suretiyle tasavvuf ehline dil uzatmak, bunlara bir menfaat sağlamadığı gibi o tasavvuf ehline de bir zarar veremez.



Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Benim ümmetimden hak üzere bir cemaat olacaktır. Bir kimsenin onları Hak yoldan çevirmeye çalışması onlara zarar vermez, ta ki Allah-u Zülcelâl'in emri gelinceye kadar bu böyle devam eder." (Müslim; Kitab'ul İmare, Buhari, Kitab'ul İ'tisam, İbni Mace; Kitab'us-Sünne, Tirmizi.)



Bu hadis-i şerifin bize çok açık mesajı vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in varisleri, Hak üzere Ümmet-i Muhammed'i kıyamete kadar irşad edeceklerdir. 0 varisler ki hakiki Mürşid-i Kâmillerdir. Çünkü onlar hem zâhirî, hem de manevi irşad yapabilenlerdir.



Bu yüzden onlarla beraber olmak, büyük bir ilaç olduğu gibi onlardan ayrılmak da acı bir zehirdir. Öyle ki Mürşid-i Kamillerle beraber olan kimseler, şaki de olmazlar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Mu'minin ferasetinden korkun. Çünkü onlar Allah'ın nuruyla bakarlar" ( Tirmizi. Kitabuttefsir)



Mürşid-i Kâmiller avcıya benzerler. Nasıl ki avcılar ince hünerlerle, türlü tuzaklarla vahşi hayvanları avlayarak, onlardaki vahşet sıfatını terbiye ile giderip, hüner ve marifet öğretirlerse; Mürşid-i Kâmiller de sohbet teveccüh, himmet ve nazarlarıyla, azgın nefislerin, tuğyan ve isyanlarını giderip ıslah ederek, itaat sıfatını kazandırırlar. Kulluk edebini öğreterek ilahi sırlara vakıf kılarlar.



Zâhirî ilimle, eğitim ve Kur'an okumakla manevi ilim elde edilmez. Ve de kötü sıfatlarla muttasıf olunduğu için gurur, kibir, riya gibi hastalıklar insanın helakına bile sebep olabilir.



Rivayete göre bir kimse tek başına 60 yıl bir adada Allah-u Zülcelâl'e ibadet etmiş ve birçok ihsanlara sahib olmuştu. Netice olarak Allah-u Zülcelâl ona bir melek gönderip şöyle demiştir:

"Sana ibadetinle mi muamele edeyim, yoksa kendi rahmetimle mi?"



0 adam uzun yıllar ibadet ettiği için kendisinde bir gurur hasıl olduğundan;

"Amelimle muamele et" dedi. Allah-u Zülcelâl de onun hesabını gördü. 0 adamın ameli bir göz nimetinin bile karşılığını veremedi. Ve adamı Cehenneme götürürlerken, adam hatasını anladı ve rabbinden mağfiret diledi. Allah-u Zülcelâl de merhamet ederek ona kendi rahmetiyle maumele etti. Ve cennetine gönderdi.



İşte bu yüzden, insan ne kadar çok ibadet ederse etsin, bir Mürşid-i Kâmile bağlanıp onunla beraber olursa, daima yapmış olduğu ibadetini az görür ve Rabbine daha fazla ibadet etmeye gayret gösterir. Eğer mürşidi olmazsa, nefis ve şeytan insanı çok kolay aldatır. Az olan ibadetini bile çok görür ki Allah muhafaza helak olur.



Her insan manevi olarak mezmum (kötü) olan gurur, kibir, riya, hased, gıybet gibi hastalıklara müpteladır. Bunların temizlenmesi için de bir Mürşid-i Kâmilin manevi terbiyesine girmek şarttır. Bazı insanlar bu türlü hastalıklara müptela odukları halde, kendilerinin hastalıklarını bilmezler ve tedavi etmek için de herhangi bir çaba göstermezler. Bunlar cehl-i mükerrep (kendilerini alim olarak gören cahiller) içindedir. Şeriat zahirdir, ancak bu hastalıklar manevidir.



Allah-u Zülcelâl bu cehl-i mükerrep içinde olanlar hakkında şöyle buyurmuştur:

"De ki: size amelleri en çok hüsrana gidenleri haber vereyim mi? Kendilerinin gerçekten sanat yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa gitmiş olanları. (Kehf 103-104)



İnsanın kendi yüzünü görebilmesi icin güzel bir aynaya bakması lazımdır. Ayna olmadığı zaman nasıl kendini göremezse, hatalarını görebilmesi ve bunları iyileştirmeye çalışması için de bir Mürşid-i Kâmile gitmesi ve hatalarını, sıkıntılarını anlatarak çarelerini bulup bu manevi hastalıklardan kurtulması lazımdır.



Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v):

"Mü'min mü'minin aynasıdır" (Buhari; Kitab'ül Edep) buyurmuştur. Yine bu konuda Allah-u Zülcelâl de şöyle buyurmuştur:

"Muhakkak size; Allah'a ve son güne ümit besleyip te, Allah'ı çokça ananlar için Allah'ın Rasulünde pek güzel bir örnek vardır."(Ahzap;2l )



Bu âyet-i kerimede Allah-u Zülcelâl, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e tabi olmayı ve ona ittiba etmeyi Ashab-ı Kiram'a öğretmektedir. Nasıl Asr-ı Saadet'te Peygamber Efendimize (s.a.v) iktida edip tabi olunmuş ise günümüzde de O'nun varislerinin yanında olup, onlara uymak suretiyle Allah-u Zülcelâl'e yönelmek icab etmektedir. Allah-u Zülcelâl'in işareti ve emri bu yöndedir.



Bundan dolayı hakiki varislerle beraber olmak, sohbetlerine devam etmek ve irşadları altına girmek şarttır. Böylelikle imanımız kuvvetlendiği gibi, emraz-i kalbiye (kalbi hastalıklar) ve nefsimizin kusurları kaybolmaya yüz tutarak güzel sıfatlarla bezenmeye başlarız.

Peygamber efendimiz ise

Muhakkak alimler peygamberlerin varisleridir. Onlar dinar ve dirhemlere varis olmamışlardır. Ancak ilme varis olmuşlardır" (Buhari; Müsned) buyurmuştur.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt