Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tarihte Gadir Humun önemi

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şüphesiz her şeyin önemi, onun hedefine bağlıdır. Bu nedenle tarihte, milletlerin inanç ekseni olan, devletlerin alt yapısını oluşturan, hatıralarda derin izler bırakan herhangi bir din, ekol veya mezhebin oluşumunda etkili olan olaylar büyük önem taşırlar.

Bu nedenle de tarihçiler, dinlerin ortaya koyduğu ilke ve öğretileri, yol açtığı savaş ve gelişmeleri, temelini attığı devlet ve medeniyetleri yazmaya büyük önem verirler.

Şayet tarihçi, bu gibi meseleleri önemsemeyip yazmayacak olursa, yazdığı tarih kitabında yerini hiç bir şeyin doldurmayacağı bir boşluk, bir eksiklik meydana gelmiş olur; okuyucu olayların nereden başlayıp nerede bittiğini bir türlü anlayamaz ve yanlış sonuçlar alabilir.

Gadir-i Hum olayı da, bu gibi olayların en önemlilerinden biridir. Çünkü Resulullah (s.a.a)'ın Ehl-i Beyt’inin izinden gidenlerin mezhebi, bu ve buna benzer deliller üzerine kurulmuş olup milyonlarca taraftarlara sahiptir. Bunların arasında, çok değerli büyük alimler, filozoflar, dahiler, siyasiler, amirler, liderler, edebiyatçılar ve her kesimden fazilet sahibi kişiler vardır.

Tarihçi, taraftar ise, davasının başlangıç tarihini ümmetine bildirmesi, aktarması gerekir. Karşı taraftar ise, büyük bir ümmetin tarihini yazmak istediğinde, böylesine önemli bir meselenin üzerinden basit bir şekilde geçmeye veya nefsani sebeplerden dolayı, senedi karşısında alternatifsiz kaldığında ispatına şüphe oluşturmak amacıyla diğer bazı meseleleri ona karıştırtmaya hakkı yoktur.

Resulullah (s.a.a)'in Gadir-i Hum gününde buyurdukları sözlerde iki kişi dahi ihtilaf etmemiştir. Ama buna rağmen basiret sahibi insanların yanında gizli olmayan gerçekler bazıları tarafından nefsani sebeplerden dolayı o sözlerle neyin kastedildiği ihtilaf konusu olmuştur.

Resulullah (s.a.a)’ın Gadir-i Hum Günündeki Konuşmalarını Nakleden Tarihçilerden Bazıları Şunlardır:
Belazuri (Ölüm. Hicri. 279) “Ensab-ul Eşraf”ta.

İbn-i Kuteybe (ö. h. 276) “el-Meârif” ve “el-İmame ve’s-Siyase”de.

Taberi (ö. h. 310) bu konu ile ilgili özel kitabında.

İbn-i Zulak-i Mısri (ö. h. 387) “Tarih-i Bağdat”ta.

Hatib-i Bağdadi (ö. h. 463) Tarih kitabında.

İbn-i Abdulbirr (ö. h. 463) “el-İstiab”de

Şehristani (ö. h. 548) “el-Milel ve’n-Nihal”de.

İbn-i Asakir (ö. h. 571) “Tarih-i Dimaşk”te.

Yakut-i Himvi (ö. h. 626) “Mu’cem-ul Udeba”da.

İbn-i Esir (ö. h. 630) “Üsd-ül Gabe”de

İbn-i Ebi’l Hadid (ö. h. 656) “Şerh-i Nehc-ül Belağa”da.

İbn-i Hallikan (ö. h. 681) “Vefeyat-ul A’yan”da.

Yafii (ö. h. 768) “Mir’at-ul Cinan”da.

İbn-i Şeyh el-Belevi (ö. h. 605) “Elif-Ba”da.

İbn-i Haldun (ö. h. 808) “Mukadime”de.

Şemsuddin-i Zehebi (ö. h. 748) “Tezkiret-ul Huffaz”da.

Nuveyri (ö. h. 833) “Nihayet-ul Ereb Fi Funun-il Edeb”de.

İbn-i Hacer-i Askalani (ö. h. 852) “el-İsabe” ve “Tehzib-ut Tehzib” adlı kitaplarında.

İbn-i Sabbağ-ı Maliki (ö. h. 855) “el-Fusul-ul Muhimme”de.

Makrizi (ö. h. 845) "el-Hutat-ul Makriziyye"de.

Celaleddin-i Suyuti (ö. h. 910) birçok kitabında.

Kirmani-i Dimaşki (ö. h. 1019) “Ahbar-ud Duvel”de.

Nuruddin-i Halebi (ö. h. 1055) “Siret-ul Halebiyye”de ve diğer birçokları.

Hadisçiler de bu konuda tarihçilerden geri kalmamışlardır.

Bir hadisçi nereye yönelirse yönelsin, karşısında Gadir olayını aktaran “Sahih” ve “Musned”leri görecek, onu birbirinden rivayet ederek sahabeye ulaştıran sahih bir senetle karşılaşacaktır.

Dolayısıyla böyle bir olayı ihmal edip de nakletmeyen bir hadisçi, ümmetin kendisi üzerinde olan büyük bir hakkını eda etmemiş ve ümmeti, Rahmet Peygamberi’nin önemli bir hidayetinden mahrum bırakmış olur.

Gadir hadisini Bu yüzden büyük hadisçilerin hemen hemen hepsi rivayet etmişlerdir.

İşte bu hadisi nakleden hadis yazarlarından bazıları:

Şafiilerin İmamı, Ebu Abdullah Muhammed b. İdris-i Şafii (ö. h. 204); İbn-i Esir’in “Nihaye” adlı eserinde kaydedildiğine göre:

Ahmed b. Hanbel (ö. h. 241), “Müsned” ve “Menakıb” adlı kitaplarında.

İbn-i Mace (ö. h. 273), “Sünen”inde.

Tirmizi (ö. h. 273), “Sahih”inde.

Nesai (ö. h. 303) “Sahih”de

Ebu Ya’la-i Musuli (ö. h. 307) “Musned”inde

Bağavi (ö. h. 317) “Sünen”de.

Dulabi (ö. h. 320) “Muşkil-ul Asar”da.

Tahavi (ö. h. 321) “Muşkil-ul Asar”da.

Hakim (ö. h. 405) “Müstedrek”de.

İbn-i Meğazili eş Şafii (ö. h. 483) “Menakıb”da

İbn-i Munde (ö. h. 512) bir çok yolla kitabında.

Hatib-i Harezmi (ö. h. 568) “Menakıb” ve “Mekteb-ul İmam-us Sıbt” kitaplarında.

Genci-i Şafii (ö. h. 658) “Kifayet-ut Talib”de.

Muhibbuddin-i Taberi (ö. h. 694) “Riyaz-un Nazire” ve “Zehair-ul Ukba” kitaplarında.

Hamvini eş Şafii (ö. h. 722) “Feraid-us Simtayn”da

Heysemi (ö. h. 807) Mecma-uz Zevaid”de

Zehebi (ö. h. 748) “Telhis”te.

Cizeri (ö. h. 830) Esne’l Metalib”de

Ebu Abbas-i Kastalani (ö. h. 923) “Mevahib-ul Leduniyye”de.

Muttaki el Hindi (ö. h. 975) “Kenz-ul Ummal”da

Herevi-i Kari (ö. h. 1014) “el Mirkat-u Fi Şerh-il Miskat”ta.

Tacuddin-i Menavi (ö. h. 1031) “Kunuz-ul Hakayık” ve “Feyz-ul Kadir” kitaplarında.

Şeyhani Kadiri (ö. h. 11. yy.) “es-Sırat-us Sevi Fi Menakıb-ı Ali-n Nebi”de

Ahmed Baksir-i Mekki eş-Şafii (ö. h. 1047), “Vesilet-ul Meal fi Menakıb-il Al”da

İbn-i Hamza-i Dimaşki el-Hanefi (ö. h. 1120), “el-Beyan ve-t Tarif”de. Ve başkaları...

Kuran-ı Kerim’de bu konuyla ilgili birçok ayet***[8] vardır. Müfessirler bu ayetlerin tefsirinde Gadir olayına değinmişlerdir.

Örneğin: Taberi (ö. h. 310), “Tefsir”inde.

Salebi (ö. h. 427 veya H. 437), “Tefsirinde”.

Vahidi (ö. h. 468), “Esbab’un-Nuzul”da.

Kurtubi (ö. h. 567), “Tefsirinde”.

Ebu’s-Suud (ö. h. 982), “Tefsirinde”.

Fahr’ı Razi, (ö. h. 606). Büyük tefsiri “Mefatihul Gayb”de.

İbn-i Kesir eş-Şafii (ö. h. 774).“Tefsirinde”.

Nişaburi (ö. h. 8. Yüz yıl). “Tefsirinde”.

Celaleddin Suyuti (ö. h. 911).“ed-Dürr-ül Mensur” adlı tefsirinde.

Hatib-i Şerbini (ö. h. 977).“Tefsirinde”.

Alusi el-Bağdadi (ö. h. 1270). “Ruh’ul Meani”de. Ve diğerleri...

Kelamcılar da, imamet meselesini açıklarken; iddia edene delil olsun diye veya hasmın delilini naklederken, mutlaka “Gadir hadisine” işaret etmişlerdir. Aşağıda bazılarını zikrediyoruz:

Kadı Ebu Bekr’i Baklani el-Basri (ö. h. 403),“Temhid”inde.

Kadı Abdurrahman el-İci eş-Şafii (ö. h. 756), “Mevakıf”da.

Seyyid Şerif el-Cürcani (ö. h. 816),“Şerh’ul Mevakıf”da.

Beyzavi (ö. h. 685),“Tevaliu’l-Envar”da.

Şemsuddin el-İsfahani (ö. h. 749),“Metaliu’l-Enzar”da.

Taftazani (ö. h. 792),“Şerh’ul-Mekasıd”da.

Kuşçi Mevla Alaaddin (ö. h. 879),“Şerh’ut-Tecrid”de.

Bunlar aynen şöyle demişlerdir:

“Resulullah (s.a.a) veda haccından dönerken, halkı Mekke ve Medine arasında, çok sıcak bir havada “Gadir-i Hum” denen yerde topladı, deve palanlarını üst üste toplatarak üzerine çıkıp şöyle buyurdu: “Ey Müslümanlar! Ben, size sizin kendinizden evla değil miyim?” Hep birlikte; “Evet evlasın.” dediler. Sonra şöyle buyurdu: “ Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım onu seveni sev; ona düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu terk edeni terk et.”

Bu hadise değinen diğer kelamcılar:

Kadı en-Necm Muhammed eş-Şafii (ö. h. 879),“Bediu’l-Meani”de.

Celaleddin Suyuti (ö. h. 911),“Erbein”’inde.

Şam Müftüsü Hamid b. Ali el-İmadi (ö. h. 1171),“Es-Salatu’l-Fahire bi’l-Ahadis’il-Mütevatir”de.

Alusi el-Bağdadi (ö. h. 1324),“Nesr’ul-Leali”de.

Ve başkaları...

Arap dili edebiyatçıları “Mevla”, “Hum”, “Gadir” ve “Veli” gibi kelimelerin manalarını açıklarken mutlaka “Gadir Hadisi”ne işaret etmişlerdir. Aşağıda zikrolunan edebiyatçılar gibi;

İbn-i Dureyd Muhammed b. Hasan (ö. h. 321).[9] “Cemhere”sinde, c. 1, s. 71,

İbn-i Esir (ö. h. 606), “Nihaye”sinde.

Himvi (ö. h. 626), “Mucem’ul-Buldan”da “Hum” kelimesini açıklarken.

Zübeydi el-Hanefi (ö. h. 1205), “Tac’ul-Arus”ta, c. 10, s. 399.

Nebehani (ö. h. 14. yüz yılda), “Mecmuat’un Nebehaniyye”de.
 

sunnetehli

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
33
Tepkime puanı
0
Puanları
0
GADİR HUM HADİSESİ VE ÇELİŞKİLER





Caferilere göre Peygamberimiz Veda Haccı dönüşünde, Gadir Hum denilen mevkiiye geldiğinde Hz. Ali’yi kendisinden sonra halife olarak tayin etmiştir. Şia İnançları isimli kitapta bununla ilgili olarak şöyle denilir:

“Bunu (Peygamberimiz Hz. Ali’yi yerine halife tayin ettiğini) bir çok yerde bildirmişlerdir; o cümleden olarak Gadir günü, ‘Bilin ki ben kimin mevlası (efendisi) isem, bu Ali, onun mevlasıdır. Allah’ım onu seveni sev, düşmanına düşman ol; ona yardım edene yardım et, onu horlmayanı hor –hakiyr eyle; nereye yönelirse halkı onunla beraber kıl’ buyurarak müminlere emir olduklarını bildirdiklerine, onu hilafetlerine tayin buyurduklarına, halktan onun için biat aldıklarına inanmaktayız”[1]

Caferilere göre, Peygamberimize Mekke ile Medine arasında, Cuhfe yakınlarında bir yer olan Gadir Hum mevkiinde nazil olan “Ey Peygamber! Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, Onun elçiliğini yerine getirmemiş olursun”[2] ayette geçen “Sana indirilen” ifadesinden maksat, Hz. Ali’yi yerine halife tayin etmesi olduğunu iddia ederler. Resulullah şayet bunu yapmasaydı, Cenab-ı Hakkın emrine karşı gelmiş ve peygamberlik vazifesini yapmamış olacaktı. Bu emir içindir ki, bu ayet vahyedildikten sonra ayağa kalktı ve “Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir” buyurarak Hz. Ali’yi Allah’ın emriyle halife tayin etti.[3]

Caferi Mezhebi ve Esasları isimli eserde de Peygamberimizin Gadir Hum’da Hz. Ali’yi halife tayin ettiğiyle ilgili olarak şöyle denir:

“Allah kullarına nasib olmayan bilgisiyle nasıl peygamberi, onların arasında seçmişse, nasıl ona itaati farz etmişse, peygamberine de Hz. Ali’nin ra. İmametini ümmetine bildirmesini, kendisinden sonra onun imam olduğunu tebliğ buyurmasını emretmiştir. İnsanlar, bugüne kadar nasıl iman ve yakinde bir değillerse, o gün de bir olmadıklarından Hz. Peygamber sav. bu işi ümmete ağır geleceğini, amcasının oğlunu ve damadını sevdiğinden bu işi yaptığını sanacağını düşünmüş, bunun üzerine Allah sübhanehü veTeala ‘Ey Peygamber, bildir sana Rabbinden indirilen emri ve eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun’ diye vahyetmiş. Hz. Peygamber de sav. bu emir üzerine son haccı olduğu için eda Haccı denen hacdan dönerken Gadir Hum’da ashaba bir hutbe okuyup ‘Ben müminlere nefislerinden daha evla değimliyim?’ diye sormuş, onlar ‘Evet’ diye tasdik edincede, ‘Ben kimin mevlası, yani efendisi, veliyyül emri, isem bu Ali de onun efendisi, veliyyül emri, imamıdır’ diye Allah’ın emrini tebliğ buyurmuştur.”[4]

Der Rah-ı Hak ise Gadir hadisi ile ilgili olarak şöyle der:

“Gadir hadisi, kendisinde ve dışında olan alametleriyle öyle göz doldurucudur ki, her insaflı birinin dikkatini kendine çekiyor ve müminlerin emiri Hz. Ali’nin İslam Peygamberinin ilk halifesi olduğunun kolayca anlaşılması sağlıyor”[5]

Peygamberimiz Allah’ın emrine uyarak hz. Ali’yi halife tayin edince onu ilk tebrik ve biat eden Hz. Ömer olmuştur. Biattan sonra da Hz. Ömer, Mübarek olsun, mübarek olsun ey Ali, Sabahı benim ve bütün müminlerin efendisi olarak açtın” demiştir.[6]

Humeyni de öyle tahmin ediyoruz ki, Hz. Ömer’in bu sözüne tarizde bulunarak şöyle der:

“Peygamberimiz Emirül Mümininin velayet ve hükümetini insanlara bildirdiğinde zahirde ‘Mübarek olsun, mübarek olsun’ sesleri ile karşılaştı. Fakat muhalefetler de hemen orada başladı, sonuna kadar da sürdü.”[7]

Şiilerin kendilerine göre yorumladıkları Gadir Hum hadisesinin aslı şudur: Peygamberimiz Veda haccından bir müddet önce Hz. Ali’yi Yemen’e vazifeli olarak göndermişti. Hz.. Ali Veda haccında Peygamberimizle buluşacaktı. Yolda gelirken Hz. Ali ile kafilede bulunanlar arasında bir huzursuzluk oldu. Hz. Ali haklıydı. Fakat bunlar onu Peygamberimize şikayet ettiler. Peygamberimiz onlara “Ey insanlar, Ali’yi şikayet etmeyiniz. Vallahi o Allah yolunda şikayet edilmez”dedi.[8] Hac dönüşü Gadir Hum mevkiine geldiklerinde de mola verdi. Orada bir müddet istirahat edip öğle namazını kıldıktan sonra, Sahabilere hitaben şöyle bir konuşma yaptı:

“Ey insalar! Haberiniz olsun ki, ben de ancak bir insanım, Çok sürmez Yüce Rabbimin elçisi bana gelecek, ben de onun davetine icabet edeceğim. Ben size kıymeti ve mesuliyeti ağır iki emanet bırakıyorum. Birincisi Yüce Allah’ın Kitabıdır ki, onun içinde hidayet ve nur vardır. Cenab-ı Hakkın kitabına sım sıkı sarılınız. İkincisi de Ehli Beytimdir. Ehli Beytime muamele hususunda size Allah’ı hatırlatırım.[9]

Efendimiz bu konuşmadan sonra, oradakilere “Sizin veliniz kimdir?” diye sordu.

“Bizim velimiz Allah ve Resulüdür” cevabını verdiler

Peygamberimizi, “Ey insanlar! Benim müminlere öz nefislerinden daha sevgili olduğumu biliyormusunuz, değil mi?” buyurdu.

“Evet” dediler Peygamberimiz sualini tekrarladı, yine aynı cevabı aldı. Bunun üzerine Resulullah Hz. Ali’nin elinden tuttu ve şöyle buyurdu:

“Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım ona dost olana dost, düşman olana da düşman ol. Ona yardım edene yardım et”[10]

Bu sözler Hz. Ali’nin halifeliğe tayin edildiğine kesinlikle delalet etmez. Her şeyden önce Hz. Ali’nin Nechul Belaga ve diğer kaynaklarda ki sözleri böyle bir iddianın doğru olmadığını kesinlikle ortaya koymaktadır.

Diğer taraftan, Peygamberimizin ifadelerinde geçen “Mevla” sözünün on beşe yakın manası vardır.[11] Bundan hilafet manasını çıkarmak doğru değildir. Peygamberimizin Gadir Hum’da sözünü ettiği “velayet” Şiilerin kastettiği halifelik manasında değil, “dost, efendi” manasındadır” Eğer Peygamberimiz burada Hz. Ali’yi halife tayin edecek ıskaydı, bunu yirmiye yakın manası olan bir kelime ile değil de, hiçbir şüphe ve tereddüde yer bırakmayacak şekilde açıkça bildirirdi.

Bakillani de bu hadiste geçen Mevla kelimesi ile ilgili olarak şöyle der:

“Mevla kelimesinin çok manası vardır. Yarımcı manasına gelir, amcaoğlu manasına gelir, sevilen ve seven anlamına gelir, mekan ve karar anlamına gelir. Vela hakkına sahip köle azad eden kişi anlamına gelir, komşu anlamınagelir, damat anlamına gelir, antlaşmalı anlamına gelir, Mevla sözü bütün bu anlamları ifade edebilir, bu kelimden Mevla itaat edilmesi farz imam anlaşılmaz”

Bakillani daha sonra bu kelimeden şu mananın anlaşılabileceğini söyler:

“Her kim beni seviyor, ben gizlim ve açığımla onun velisi isem, Ali de onu mevlasıdır, yani, gizlisi ve açığıyla ınu da bağlı olması ve sevmesi vaciptir. Tıpkı aynı şekilde benim de sevilmemin ve bana bağlılığın bu şekilde vacip oluşu gibi”[12]

Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsenna da bu hususta şöyle der:

“Resulullah sav. ‘Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır’ sözüyle emirlik ve hilafeti kastetmiş olsaydı, namaz, orauç, zekat ve hacla ilgili hükümleri açıkça belirttiği gibi bunu belirtir ve ‘Ey insalar, bu benden sonra sizin halifenizdir’ derdi. Şüphesiz Resulullah sav. Müslümanların en fasih ve en açık konuşanıdır.”[13]

İmam Nevevi de kendisine sorulan, “Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır” ifadesinin onun hilafete Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan daha layık olduğuna delalet eder mi?” şeklinde bir suale, “Hayır, etmez” cevabını vermiştir.[14]

Diğer yandan, eğer Peygamberimiz “Mevla” ifadesini hilafet manasında kullansaydı, ilk halifenin seçiminde hemen hepsi Veda Haccında hazır bulunan ve Peygamberimizin Gadir Hum’da ki hitabını dinleyen sahabiler, öyle uzun uzadıya seçim münazarası yapmaz, tartışmaya dahi lüzum görmeden Hz. Ali’ye biat ederlerdi.

Diğer taraftan, Maide suresinin 67. ayetindeki ”Sana indirileni tebliğ et etmezsen” ifadesi Hz. Ali’nin hilafete tayini kesinlikle değildir. Çünkü bahsi geçen ayet Gaidr Hum hadisesinden çok önceleri, peygamberliğin ilk yıllarında nazil olmuştur. Şiilerin kastettikleri mana ile de hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Bu ayetin nazil olduğunu bizzat Peygamberimiz şöyle bildirmiştir:

“Cenab-ı Hak bana peygamberlik vazifesi verdiğinde çok sıkıldım. İnsanların beni yalanladıklarını görüyordum. Hristiyanlar ve Yahudiler beni ciddiye almıyorlardı. Bu ayet nazil oldu, bunun üzerine bendeki korku geçti.”[15]

Bu ayetin nuzül sebebiyle ilgili olarak daha bir çok hadise zikredilir. Fahreddin Razi bu sebeplerden 10’unu tefsirinde zikretmiştir:



1) Bu âyet, Yahudilerle ilgili olarak yukarıda (daha önce) geçmiş olan, recm (zina cezası) ve kısas hâdisesi hakkında nazil olmuştur.

2) Bu âyet, Yahudilerin dini ayıplamaları, din ile istihza etmeleri ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlara karşı sükût etmesi üzerine nazil olmuştur:

3) Tahyîr (iki şeyden birini seçme hususunda serbest bırakma) âyeti, yani "Ey Peygamber, zevcelerine de ki: "Eğer siz dünya hayatim ve onun zinetini arzu ediyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim ve sizin hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız, ..." (Ahzâb, 26-29) âyeti nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber (s.a.s), hanımlarının dünyayı seçmelerinden korkarak bu âyeti onlara bildirmedi. Bunun üzerine, bu âyet nazil oldu.

4) Bu âyet, Zeyd İbn Harise (r.a) ile Zeynep binti Cahş (r.a)'.in işi (durumu) hakkında nazil olmuştur. Hz. Âişe (r.anha): "Kim Hz. Peygamber (s.a.s)'in, vahiyden (Kur'ân'dan) birşey gizlediğini iddia ederse, Allah'a büyük bir iftira etmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ, "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et" buyuruyor. Eğer Resûlullah, vahiyden birşeyi gizleyecek olsaydı, "Allah'ın açığa çıkaracağı şeyi, içinde saklıyordun..." âyetini gizlerdi" demiştir.

5) Bu âyet, cihad hakkında nazil olmuştur. Çünkü münafıklar cihaddan hoşlanmıyorlar ve Hz. Peygamber (s.a.s), onları zaman zaman cihada teşvik etmiyordu.

6) Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'dan başkasına ibâdet edenlere sövmeyiniz. Sonra onlar da haddi aşarak, bilmeksizin Allah'a söverler" âyeti nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber (s.a.s), müşriklerin ilahlarını ayıplamaktan vazgeçer. Bunun üzerine bu âyet nazil olur ve Allah, "...Tebliğet..."yani, "Onların ilahlarının ayıplarını söylemeye devam et ve bunları onlardan gizleme. Çünkü Allah seni onlardan mutlaka korur" demiştir.

7) Bu âyet, müslümanların hakları hususunda nâzil olmuştur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), Veda haccında, çeşitli hükümleri ve haccın menâsikini beyân ederken, "Tebliğ ettim mi?" demiş Müslümanlar da, "Evet (tebliğ ettin)" demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Allah'ım şâhit ol!" demişti.

8) Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), bir yolculuğunda bir ağacın altına konakladı ve kılıcını ağaca astı. Derken o uyurken, bir bedevi geldi ve Hz. Peygamberin (asılı) kılıcını alıp, kınından çıkardı ve: "Ey Muhammed, seni elimden kim kurtaracak?" dedi. Hz. Peygamber, "Allah" dedi. Bunun üzerine bedevî Arabın eli titredi, elinden kılıç düştü ve başını ağaca çarptı, öyle ki beyni dışarı fırladı. İşte bunun üzerine, Allah Teâlâ bu âyeti indirip, O'nu insanlardan koruduğunu beyân buyurdu.

9) Hz. Peygamber (s.a.s), Kureyşlilerden, Yahûdilerden ve Hıristiyanlardan çekiniyordu. İşte bundan ötürü, Allah bu âyet ile, O'nun kalbindeki korkuyu giderdi.

10) Âyet, Hz. Alî (k.v)'nin fazileti hakkında nazil olmuştur. Bu nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ali (r.a)'nin elini tuttu ve "Ben, kimin dostu isem, Ali de onun dostudur. Allah'ım ona dost olana sen de dost ol ona düşman olana, sen de düşman ol’ buyurdu.

Bil ki bu rivayetler çok iseler de, evlâ olan bu âyeti "Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'i Yahûdî ve Hıristiyanları hile ve tuzaklarından emin kılıp, onlara hiç aldırmadan tebliğini yapmasını emrettiği" mânasına hamletmektir. Çünkü bu âyetten önceki birçok âyet, ve yine bundan sonraki birçok âyet Yahudî ve Hıristiyanlarla ilgili olduğuna göre, aradaki bu tek âyeti, öncesine ve sonrasına uygun düşmeyen bir mânaya hamletmek imkânsız olur.[16]
 

sunnetehli

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
33
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Zaten ayetin muhtevasına baktığımızda, bunun Gadir Hum’da nazil olmadığını hemen anlamak mümkündür. Ayetin meali şöyledir:

“Ey Peygamber! Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yerine getirmemiş olursun, Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah kafirler güruhunu maksatlarına ulaştıramaz”

Bu ayette geçen ve bir önceki cümle ile kesin olarak irtibatlı bulunan “Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah kafirler güruhunu maksatlarına ulaştıramaz” kısmı, ayetin Gadir Hum’da değil, İslamiyet’in ilk yıllarında nazil olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü ayette “kafirler güruhunun maksatlarına ulaşamayacağı” gibi çok ağır bir itham vardır. Oysa Veda Haccı dönüşünde, Gadir’de konaklanması esasında Peygamberimizin yanında binlerce Sahabi vardır. Kuran’ın onları “Kafirler güruhu” olarak vasıflandıracağı düşünülemeyeceğine göre, bu ayet ifade ettiğimiz gibi, İslamiyet’in ilk yıllarında, kafirler hakkında nazil olmuştur.

Diğer taraftan, yine ayette geçen “Allah seni insanlardan korur” ifadesi de bu ayetin iddia edildiği gibi Gadir Humda nazil olmadığını gösteren ap açık bir delildir. Çünkü Sahabiler Allah’ın Peygamberimizi kendilerinde koruyacağı kimseler değildir. Tam aksine, yüce Allah Sevgili Habibini Sahabiler vasıtasıyla diğer insanlardan korumuştur. Dolayısıyla yirmi üç yıllık sıkıntılı bir hayattan sonra İslamiyet’in tamamlandığı, ayette açıklandığı gibi kemale erdiği bir zamanda, vazifesini yapmak hususunda hiçbir şeyden korkmayan bir Peygamberin üstelik akrabaları da yanında olduğu halde kendi Ashabından korktuğunu iddia etmek cesarette eşi benzeri olmayan Resulullaha büyük bir hakarettir. O Resulullah ki Hz. Ali gibi küçük bir çocuktan başka maddeten hiçbir koruyucusu olmadığı halde Ebu Cehil, Ebu Lehep, Ümeyye bin Halef ve daha birçoklarından korkmayarak Allah’ın dinini açıktan açığa tebliğ edecek, bu uğurda Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve daha pek çok yerde azılı müşrikleri karşısına alacak, elinde kılıç onlarla cihat edecek, din kemale erdikten sonra en yakın arkadaşlarından hele hele Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den korkarak Hz. Ali’nin kendisinden sonra halife olacağını açıklamaktan korkacak?!

O Resul ki, birkaç gün öce Arafat’ta, Mekke’de Ashabına Hitaben Yaptığı konuşmalarda “Tebliğ ettim mi?” diye soracak, onlar “Evet” deyince “Allah’ım şahit ol” diye vazifesini layıkıyla yaptığına Allah’ı şahit tutacak, sonra da Ebu Bekir’den, Ömer’den, en yakın arkadaşlarından korkarak Allah’ın en son emrini tebliğ etmekten çekinecek.

O Resül ki, putperestlik dem ve damarlarına işleyen müşriklere hiç korkmadan ve çekinmeden “Putları terk edin, bir olan Allah’a iman edin” namaz kılın, oruç tutun, içki içmeyin, kumar oynamayın, zina yapmayın, faiz yemeyin diyecek; Hz. Ali’nin halife olacağı ve bunu ümmetine açıklaması vahiy edildiğinde korkacak, Allah da ona korkmamasını emredecek?

O Allah ki, son Resulü ile tebliğ ettiği en mükemmel dini olan İslamiyet’i Resulünü tebliğ vazifesini açıklayamayacak kadar –haşa- korkutan Ebu Bekir ve Ömer’in eline bırakacak?

Haşa ve kella, Allah böyle abes iş yapmaktan uzak olduğu gibi, Peygamberimizde Allah’ın en son emrini tebliğ etmekten korkan biri olmaktan uzaktır. Hiç kimsenin o Yüce Peygamberi korkaklıkla itham etmeye, canlarını yolunda siper eden ve pek çok yerde Kuran’ın övgüsüne mahzar olan Sahabileri Peygamberimizin hele hele Allah’tan aldığı emirleri tebliğ etmekten korkutacak kimseler olduğunu söylemeye kimsenin hakkı yoktur.

Eve, Peygamberimiz Gadir Hum’da Hz. Ali’yi yerine halife tayin etmemiştir. Orada Ehli Beytini ümmete emanet olarak bırakmış ve onlardan Ehli Beyti sevmelerini, bilhassa Hz. Ali ile çekişmemelerini istemiştir. Bunu da akrabalarını kayırma düşüncesi ile değil, Allah’ın bildirmesiyle, başta Hz. Ali, Hz. Hasan Hz. Hüseyin olmak üzere, Ehli Beytin İslamiyete çok mühim hizmetler yapacağını bildiği; Zeynelabidin, Muhammed Bakır, Caferi Sadık gibi nurani silsileyi gördüğü için yapmıştır.

Hz. Ömer’in tebriği de onun halifeliğini değil, Peygamberimizin övgüsüne mahzar olmasıdır. Ki böyle bir iltifat elbette ki tebriğe şayandır. Ona “Elini Uzat” dedi ise bu biat için değil tebrik içindir.

Zaten Şia tarafında Allah’ın Hz. Ali’yi halife tayin ettiği hususunda em kuvvetli delil olarak gösterilen bu ayet, kendilerini de tatmin etmemiş olacak ki, Kuran’ın tahrif edildiğini, Kurandan Hz. Ali’nin hilafeti ve fazileti ile ilgili ayet ve surelerin çıkarıldığını iddia etmek mecburiyetinde kalmışlarıdır.

Madem bu ayet Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ali’nin halife tayin edildiğini gösteren en kuvvetli delil ise Kuran’ı tahrif ettikleri, Hz. Ali’nin hilafeti ile ilgili bütün ayet ve sureleri çıkardıkları iddia edilen Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer acaba bu ayeti niçin bıraktılar?

Bir diğer husus, Şianın hilafetle ilgili iddialarından birisi de kırtas meselesidir. Peygamberimiz vefat hastalığında kalem kağıt istemiş, fakat isteği yerine getirilmemiş. İddiaya göre şayet isteği yerine getirilseymiş, Hz. Ali’nin kendisinden sonra halife olacağını yazacakmış. Bu da onların kendilerine göre kuvvetli delillerinden biri. Şayet yukarıdaki ayetle Allah Hz. Ali’nin hilafetini açıkladı ise, Peygamberimiz de Gadir Hum’da buun ümmetine açıkladığına göre ayrıca bunu yazmaya ihtiyaç kalırmıydı? Demek yukarıdaki ayetin Hz. Ali’nin halife tayin edilmesi ile hiçbir ilgisi yoktur.

Burada bir hususa dikkat çekelim:

Caferilerin kaleme aldıkları kitaplarda “Ben kimin mevlasıysam” hadisinin pek çok Ehli Sünnet kaynaklarında da yer aldığı, senedinde en ufak bir şüphe olmadığı yazılarak zihinler bulandırılmak istenmektedir. Bu hadisin Ehli Sünnet kaynaklarında yer aldığı doğrudur. Zaten biz de b kaynaklardan bazılarını zikrettik. Ancak bu kitapların hiç birinde “Bu ifadeleriyle Peygamberimiz Hz. Ali’yi kendisinden sonra halife tayin etti” şeklinde, Hz. Ali’nin hilafetine delil olarak zikredilmemiştir. Tarihi bir hadise olarak sadece hadis zikredilmektedir. Şia kaynaklarında ise bu hadis yorumu ile birlikte yer almaktadır.



Şia’nın Kuranda ve Tevrat’ta övülen Sahabiler hakkında münafıklar diye bahsetmesi gerçekten büyük bir iftiradır. Hayatlarını Allah ve Resulü yolunda feda etmekten çekinmeyen. Hz. Ali’nin de içinde bulunduğu bu kahraman insanlar nasıl bir anda münafık, Hz. Ali’ye düşman, dünya malı ile meşgul ve ihtilalci oluveriyorlar. Bu tesbitimize “Sadece bir kısmı” diye itiraz edemezler. Zira halife seçimi esnasında Hz. Ali de dahil hiçbir Sahabe Gadir hadisesini nazara vermedi. “Ne yapıyorsunuz? Peygamberimiz Gadir Hum da Allah’ın emriyle Hz. Ali’yi halife tayin etmedi mi?” dememiştir. Bunların hepsi korkak mıydı? Bu korkak insanlar nasıl oldu da o azgın müşrikleri dize getirdiler? Bu korkak insanlar nasıl oldu da birkaç sene gibi kısa bir zaman içerisinde İran’ı, Suriye’yi fethettiler? Evet, bu insanlar kesinlikle korkak değil, aksine son derece cesurdu. Fakat ortada Hz. Ali’nin Allah tarafından halife tayin edildiğine dair bir nass yoktu. Suskunluğun sebebi buydu. Bunun dışında hiçbir söz, kuru laftan, iftiradan öteye geçmez.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Şia İnançları s.58

[2] Maide 67

[3] Kuleyni, el-Kafi, c.1 s.289, Biharül Envar, c.21 s380, Şeyh Müfid, el-İrşad, 93,94

[4] Caferi Mezhebi Esasları, s46,47

[5] Ehl Sünnet Mektebine Göre İslam’da Usulüd Din, s. 203

[6] Kafi, c.1 s.295

[7] Humeyni, İslam Fıkhında Devler, s. 167

[8] İbn Hişam, Sire, 4;274, Halebi, İnsanül Uyun, 3:340

[9] Müsned, 4:367

[10] İbni Mace, Mukaddime: 15; Tirmizi, Menakıb, 20, Müsned, 4:368

[11] Nevevi, Tehzibül Esma vel Lugat, c. 2 s.196

[12] Vehbe ez-Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c.8 s.405

[13] İbni sad, Tabakat, c. 5 s. 320;

[14] İnsanül Uyun, c.3 s.340

[15] Müsned, c.1 s.309

[16] Fahreddin Razi, Tefsirül Kebir, c.9 s.155-158


http://www.kerbela.be/makaleler/16.html
 
Üst Alt