hasan demir
New member
- Katılım
- 6 Ara 2006
- Mesajlar
- 92
- Tepkime puanı
- 2
- Puanları
- 0
- Yaş
- 71
AMEL-İ SALİH’İ, KISACA, Rabbimizin emir, izin ve rızasına uygun ve bizim şu dünyada varoluş amacımıza da denk düşen güzel fiiller diye tarif etmemiz mümkün. İşte bu salih ameller arasında ise, yapılması zorunlu olan, yapılması zorunlu görülen, yapılması tavsiye edilen.. sûretinde, bir derece ve mertebe farkı da bulunuyor. Fakihler bu mertebeleri ifade için değişik kavramlar kullanırken, bu kavramlaştırmalar arasında, farz-vacib-sünnet… şeklinde sıralama bilhassa umuma mal olmuş bulunuyor.
Bu sıralama, elbette, salih ameller arasındaki derece ve mertebe farkını ifade amacını güdüyor. Ama, dikkat edilmezse, zihinlerimizde sünneti ‘ihmal edilebilir’ birşey olarak görme gibi bir yanlış da yerleşebiliyor. Nitekim, bugün, çokları sünneti ihmal ediyorsa, onu farz ve vacipten sonra ‘üçüncü sırada’ görmenin rahatlığıyla yapıyor.
Bu bakımdan, Bediüzzaman’ın Sünnet-i Seniyye Risalesi’nde getirdiği bir kavramlaştırma, hep gene bir derece ve mertebe farkını ifade etmesi, hem de sözünü ettiğimiz mahzuru ortadan kaldırması açısından kesinlikle dikkate değer. “Sünnet-i seniyyenin merâtibi var” diyen Bediüzzaman, akabinde “Bir kısmı vâciptir, terkedilmez… Onlar muhkemattır. Hiçbir cihette tebeddül etmez” kaydını düşüyor. Ardından, “Bir kısmı da nevâfil [nafileler] nev’indendir” diyor ve bu nafile kısmını da ‘ibadete tâbi sünnet-i seniyye’ ile ‘âdâb’ olarak ikiye ayırır ve izahını bu şekilde sürdürüyor.
Yani, ‘sünnet’ Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmın yapıp ettiği ve yapılmasını ya emir buyurduğu veya izin verdiği şeylerin tamamını ifade ettiğine göre, farz da, vacib de, müstehab da ‘sünnet-i seniyye’nin şümulüne giriyor. Böyle olunca da, en azından şu zamanda sünnetin makamını tenzil gibi bir anlayışa kapı açan bir tasnifin mahzurları peşinen ortadan kalkmış bulunuyor.
metin karabaşoğlu
www.karakalem.net
Bu sıralama, elbette, salih ameller arasındaki derece ve mertebe farkını ifade amacını güdüyor. Ama, dikkat edilmezse, zihinlerimizde sünneti ‘ihmal edilebilir’ birşey olarak görme gibi bir yanlış da yerleşebiliyor. Nitekim, bugün, çokları sünneti ihmal ediyorsa, onu farz ve vacipten sonra ‘üçüncü sırada’ görmenin rahatlığıyla yapıyor.
Bu bakımdan, Bediüzzaman’ın Sünnet-i Seniyye Risalesi’nde getirdiği bir kavramlaştırma, hep gene bir derece ve mertebe farkını ifade etmesi, hem de sözünü ettiğimiz mahzuru ortadan kaldırması açısından kesinlikle dikkate değer. “Sünnet-i seniyyenin merâtibi var” diyen Bediüzzaman, akabinde “Bir kısmı vâciptir, terkedilmez… Onlar muhkemattır. Hiçbir cihette tebeddül etmez” kaydını düşüyor. Ardından, “Bir kısmı da nevâfil [nafileler] nev’indendir” diyor ve bu nafile kısmını da ‘ibadete tâbi sünnet-i seniyye’ ile ‘âdâb’ olarak ikiye ayırır ve izahını bu şekilde sürdürüyor.
Yani, ‘sünnet’ Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmın yapıp ettiği ve yapılmasını ya emir buyurduğu veya izin verdiği şeylerin tamamını ifade ettiğine göre, farz da, vacib de, müstehab da ‘sünnet-i seniyye’nin şümulüne giriyor. Böyle olunca da, en azından şu zamanda sünnetin makamını tenzil gibi bir anlayışa kapı açan bir tasnifin mahzurları peşinen ortadan kalkmış bulunuyor.
metin karabaşoğlu
www.karakalem.net