M
mkilic
Guest
Turgut Özal'ın ölümünden önce o zamanki mevcut Anayasa'nın 163.Maddesinin kaldırılmasıyla şeriat devleti taraftarlarının önü açılmış oldu. Özal'ın "dinin siyasallaşmasına" ve "siyasi İslam'a" verdiği önemli destek, çok eski yıllardan beri görülen "siyasette islam motiflerinin" kullanılması olayının, artık açıkça "şeriat devleti" kurma çabalarına dönüşmesine de yol açtı. Aslında bu gelişme Türkiye'deki islami yapılanmaların büyük bir bölümü için hiç de şaşırtıcı değildi. Özal'ın ölümünden sonra, ANAP içersinde barınan ve dolayısıyla ANAP hükümetleri sırasında gelişen siyasi islam, ülkede bir rejim bunalımı yaratacak ve demokrasiyi tehdit edecek boyutlara ulaşacaktı. Özellikle "İmam Hatip Okulları" nın ülkenin imam ve hatip gereksimini çok aşan bir biçimde mezun verecek ölçüde yaygınlaşması, hem ideoloji olarak siyasi islamin hem de parti olarak Refah'ın güçlenmesi sonucunu doğurdu.
Siyasal İslam, bireysel terörizme de önemli ölçüde kaynaklık eder konuma girdi. Öldürülen bazı yazar ve gazetecilerin islami terörizmin kurbanları olduğu iddia edildi. Bazı katletme olaylarının failleri yakalandı. Bazılarınınkı ise hâlâ aranmakta.
İnançlı vatandaşlarla, islami ideolojilerine alet edenler aynı kefeye kondu, ona göre haksız muameleler vuku buldu. Yurt içinde ve bilhassa yurt dışında siyasal islam adına büyük sermaye birikimleri oluşturuldu. Bunlar ekonomik ve siyasi alanda büyük etkinliklere sahip oldular.
Toplumsal olaylar durup dururken, hiç bir işaret vermeden ortaya çıkmazlar. Her toplumsal olayın arkasında birçok nedenler vardır.
İslamcılar, toplumun büyük çoğunluğunun müslüman olması gerçekçiliğinden hareketle, demokrasinin İslam'la bağdaşmadığını kanıtlayarak kitleleri "şeriat düzeni" diye adlandırılan, muğlak bir siyasi ideolojinin yanına çekmek istiyorlar. Tüm müslümanlarda şeriat bilincini açığa çıkartmaya çalışıyorlar.
Aşırı Laikler ise, kitlelerin dinle ilişkilerini neredeyse bir hobi olarak algılayıp, onların günlük hayatlarını belirleyen temel saikin "Batılılaşma" projesinin tamamlaması olduğu düşüncesinden hareketle İslam'ın demokrasiyle bağdaşmadığı noktasında islamcılarla mutabık kalıyorlar. Oysa olayın, toplumbilimsel açıdan çok daha derin ve farklı boyutlarının olduğu malumdur.
Değişen ve çağdaşlaşan toplumlarda dinin kaçınılmaz bir biçimde, bireyin toplumla bütünleşme sorunlarını çözen en önemli mekanızma olduğunu ve olacağını düşünmemiz gerekir. Kişi ile inancının arasına girilmemelidir.
Siyasi islam, ülke içi dinamikler açısından bir tampon kurum, bir araform olabilir ve çağdaşlaşma sürecinde bir dönem, geçici bir işlev olarak da adlandırılabilinir. Bu "araform" ya da "geçici dönem" "siyasi islam" yeri geldiğinde bazen dış güçler tarafından da desteklenmiştir. Bunun en sıcak örneklerini yaşadık ve şu anda da gayet sıcak olarak yaşıyoruz. Bilhassa alternatif olarak A.B.D'nin bu yöndeki yatırımlarını ve çalışmalarını hem ülkemizde hem de dünyanın başka yörelerinde yaşadık, yaşıyoruz. Şimdi ise A.B.D bu politikasının bedelini dünyanın çeşitli yörelerinde ödemeye başladılar. Her iki politikanın da, ideolojinin de savunulur bir yanı yoktur sanırım.
Türkiye 2.Dünya savaşından sonra tarım toplumu olmaya başlayınca, daha akabinde gelmesi gereken bir sanayi toplumu olmayı başaramıyor. Kentsel yapı, demokrasi oluşturulamıyor.
"Kentleşme gecekondulaşmaya, sanayileşme montaja, demokrasi çok partili baskı rejimine dönüşüyor."
Kırsal alanda yaşayan köylü vatandaş, metropollerde yaşayan kentli vatandaş haline dönüştüğü zaman, toplumla ve devletle arasındaki köprüyü kuran "Toprakağası"nın işlevlerini yüklenecek örgütlenmelere ve mekanizmalara gereksinme duyuyor.
Türkiye'de köylü, topraktan koptuğu zaman, devletle ve toplumun öteki kesimleri ile bütünleşmesini sağlayan toprak ağasının işlevlerini, yani patronaj ilişkisini,sendikalar ve sivil toplum örgütleri yeterince gelişmediği için, siyasi partiler yükleniyor.
Böylece siyasi partilerin ocak-bucak teşkilatları 50'li yıllarda, daha sonra ise ilçe-il teşkilatları 60'lı yıllarda bu görevi üstleniyorlar. İnsanlar işlerinin yerine getirilmesinde siyasi partiler yerine, cemaatlar ve tarikatlara yöneliyorlar. Siyasi islamin yükselmesi doğrudan doğruya, tarikatların siyasi işlev üstlenmelerinden kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda siyasi islamin bir "soğuk savaş dönemi öğesi" olduğunu da söyleyebiliriz. Doğu Avrupa'daki sosyalist blokun ortadan kalkması bu öğenin öneminin yitirilmesi konumunu getiriyor ve destek ortadan kalkıyor. Ülkenin bazı yörelerindeki bazı dönem "faili meçhul cinayetler"in açıklanmalarında bazı önemli bulgular ve kanıtlar bunu doğuruyor.
Eğer İslam, toplumda yalnız kendi haline bırakılsaydı ve devlet tarafından, devlet dışı kurumların islam'ı öğretmeye çalışma çabaları engellenseydi, bugünkü sorunlar yaşanılır mıydı?, sanmıyorum. Ilımlı İslam diye bir adlandırılma da olmazdı.
İslam'ı siyasi malzeme olarak kullananların başvurdukları bazı yollar ve uygulamaları :
--Genel olarak "Ortak Düşman" kavramının kullanılması : Özel olarak da din düşmanları kavramının kullanılması.
--Genel olarak "Kamplaşma" kavramının kullanılması : Özel olarak Alevi-Sünni karşıtlığı ile Laikler-Müslümanlar karşıtlığı aldatmacaları.
--Evrensel olaraka Dogmatizm : Siyasal islamin katılığı.
--Türkiye'nin tarihindan gelen özel nedenlerin kullanılması.
--Siyasi İslam'in dini siyasete alet etmesi olayları.
--Uluslararası nedenlerin oynadıkları roller.
--Yerel nedenlerin kullanılması.
Tarihte küresel politika ilk defa çok kutuplu ve çok uygarlıklı hale dönüştü. Uygarlıklar arasındaki güç dengesi değişmeye başladı. Batı'nın göreli etkisi azalmaya başladı. Asya uygarlıklarının ekonomik, askeri ve siyasal gücü artmaktadır. Müslümanlar,
islam ülkelerideki ve komşularındaki siyasi sistemlerini bozacak bir nüfus patlaması ile çoğalıyorlar. Batı uygarlığının "evrensel değerlere" sahip olduğu iddiası, diğer uygarlıklar tarafından kabul edilmemektedir. Çünkü Batı için evrensel olan, diğer uygarlıklar için "emperyalizm" olarak kabul ediliyor. Bu çatışmaların en ciddileri, Batı uygarlığı İslam uygarlığı ve Çin uygarlığı arasındadır. Yerel savaşlarda insanlar, genellikle kendi dini görüşlerine yakın "akraba ülkeyi tutma" eğilimi içersindedirler. Bu da savaşları devam ettirme tehlikesini beraberinde getiriyor.
Meksika, Latin-Amerika ve Batı uygarlıkları arasında,
Eski Yugoslavya, Batı, İslam ve Slav-Ortodoks uygarlıkları arasında,
Güney Afrika, Batı ve Afrika uygarlıkları arasında,
Keşmir, İslam ve Hint uygarlıkları arasında,
Türkiye, İslam ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüş gibi gözükmektedir. Ama bu ne derece doğru bir sentezdir, şüphesiz tartışma götürür.
Cumhuriyet'in kuruluşu, dinin siyasal bir öğe olarak kullanılmasını yasakladığı için doğrudan "siyasal islam'a" karşı bir hareketti.
Yani, dine dayalı merkezi bir feodal ve kozmopolit imparatorluk yerine, halk egemenliğine dayalı bir ulus-devlet kuruluyordu.
Ama bunu muhafazakar ve dinci çevreler bir türlü içlerine sindirememişlerdi. Bilhassa 1950'lerden sonra geriye dönüşü kolaylaştırmak için ellerinden gelen bütün çabayı gösterdiler. Politik olarak kurumlaşıp devletin önemli kilit noktalarına yerleştiler.
Ta ki, 90'li yılların sonuna kadar bu böyle devam edecekti. Ve artık 90 yılların sonunda "irticai faaliyetlerin" yükselişlerine bir "Dur" denilmek zorunda kalındı. 60'lı, 70'li ve 80'li yıllarda sol'a karşı dinci kesimi destekleyen devlet politikası ve askeriye artık kendisi için daha büyük tehlike arzeden bu öğeye karşı daha karşı tavır almaya başladı. İşte MGK'nın 28 Şubat Genelgesi bunun en somut örneğidir. Ordu, irtica'ya karşı anayasal sınırlar içinde cumhurbaşkanı ile birlikte müdahele etti. 31 Ocak 1997 günü Sincan'daki "Kudüs gecesi" bu anlamda bir dönüm noktası oluşturdu.
Türkiye'de 561 İmam-Hatip Lise'sinde yarım milyona yakın öğrenci vardır, ve bu okullardan senede 50.000'in üstünde mezun olanlar vardır. Oysa yıllık imam ihtiyacı 2.000 dolayındadır. Diğer 50.000'e yakın mezunlar ne olmaktadır? İşte uzun seneler öncesinin politikası yavaş yavaş sonucunu göstermeye başlıyordu. İşte siyasi islamın gelişmesindeki en büyük faktör de bu oluyordu. Tarikat sermayesinin güçlenmesini de kapsayan İslam'ın siyasallaşması süreci, Demokrat Parti iktidarı ile işte böyle başlamış oluyordu.
Siyasal İslam, bireysel terörizme de önemli ölçüde kaynaklık eder konuma girdi. Öldürülen bazı yazar ve gazetecilerin islami terörizmin kurbanları olduğu iddia edildi. Bazı katletme olaylarının failleri yakalandı. Bazılarınınkı ise hâlâ aranmakta.
İnançlı vatandaşlarla, islami ideolojilerine alet edenler aynı kefeye kondu, ona göre haksız muameleler vuku buldu. Yurt içinde ve bilhassa yurt dışında siyasal islam adına büyük sermaye birikimleri oluşturuldu. Bunlar ekonomik ve siyasi alanda büyük etkinliklere sahip oldular.
Toplumsal olaylar durup dururken, hiç bir işaret vermeden ortaya çıkmazlar. Her toplumsal olayın arkasında birçok nedenler vardır.
İslamcılar, toplumun büyük çoğunluğunun müslüman olması gerçekçiliğinden hareketle, demokrasinin İslam'la bağdaşmadığını kanıtlayarak kitleleri "şeriat düzeni" diye adlandırılan, muğlak bir siyasi ideolojinin yanına çekmek istiyorlar. Tüm müslümanlarda şeriat bilincini açığa çıkartmaya çalışıyorlar.
Aşırı Laikler ise, kitlelerin dinle ilişkilerini neredeyse bir hobi olarak algılayıp, onların günlük hayatlarını belirleyen temel saikin "Batılılaşma" projesinin tamamlaması olduğu düşüncesinden hareketle İslam'ın demokrasiyle bağdaşmadığı noktasında islamcılarla mutabık kalıyorlar. Oysa olayın, toplumbilimsel açıdan çok daha derin ve farklı boyutlarının olduğu malumdur.
Değişen ve çağdaşlaşan toplumlarda dinin kaçınılmaz bir biçimde, bireyin toplumla bütünleşme sorunlarını çözen en önemli mekanızma olduğunu ve olacağını düşünmemiz gerekir. Kişi ile inancının arasına girilmemelidir.
Siyasi islam, ülke içi dinamikler açısından bir tampon kurum, bir araform olabilir ve çağdaşlaşma sürecinde bir dönem, geçici bir işlev olarak da adlandırılabilinir. Bu "araform" ya da "geçici dönem" "siyasi islam" yeri geldiğinde bazen dış güçler tarafından da desteklenmiştir. Bunun en sıcak örneklerini yaşadık ve şu anda da gayet sıcak olarak yaşıyoruz. Bilhassa alternatif olarak A.B.D'nin bu yöndeki yatırımlarını ve çalışmalarını hem ülkemizde hem de dünyanın başka yörelerinde yaşadık, yaşıyoruz. Şimdi ise A.B.D bu politikasının bedelini dünyanın çeşitli yörelerinde ödemeye başladılar. Her iki politikanın da, ideolojinin de savunulur bir yanı yoktur sanırım.
Türkiye 2.Dünya savaşından sonra tarım toplumu olmaya başlayınca, daha akabinde gelmesi gereken bir sanayi toplumu olmayı başaramıyor. Kentsel yapı, demokrasi oluşturulamıyor.
"Kentleşme gecekondulaşmaya, sanayileşme montaja, demokrasi çok partili baskı rejimine dönüşüyor."
Kırsal alanda yaşayan köylü vatandaş, metropollerde yaşayan kentli vatandaş haline dönüştüğü zaman, toplumla ve devletle arasındaki köprüyü kuran "Toprakağası"nın işlevlerini yüklenecek örgütlenmelere ve mekanizmalara gereksinme duyuyor.
Türkiye'de köylü, topraktan koptuğu zaman, devletle ve toplumun öteki kesimleri ile bütünleşmesini sağlayan toprak ağasının işlevlerini, yani patronaj ilişkisini,sendikalar ve sivil toplum örgütleri yeterince gelişmediği için, siyasi partiler yükleniyor.
Böylece siyasi partilerin ocak-bucak teşkilatları 50'li yıllarda, daha sonra ise ilçe-il teşkilatları 60'lı yıllarda bu görevi üstleniyorlar. İnsanlar işlerinin yerine getirilmesinde siyasi partiler yerine, cemaatlar ve tarikatlara yöneliyorlar. Siyasi islamin yükselmesi doğrudan doğruya, tarikatların siyasi işlev üstlenmelerinden kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda siyasi islamin bir "soğuk savaş dönemi öğesi" olduğunu da söyleyebiliriz. Doğu Avrupa'daki sosyalist blokun ortadan kalkması bu öğenin öneminin yitirilmesi konumunu getiriyor ve destek ortadan kalkıyor. Ülkenin bazı yörelerindeki bazı dönem "faili meçhul cinayetler"in açıklanmalarında bazı önemli bulgular ve kanıtlar bunu doğuruyor.
Eğer İslam, toplumda yalnız kendi haline bırakılsaydı ve devlet tarafından, devlet dışı kurumların islam'ı öğretmeye çalışma çabaları engellenseydi, bugünkü sorunlar yaşanılır mıydı?, sanmıyorum. Ilımlı İslam diye bir adlandırılma da olmazdı.
İslam'ı siyasi malzeme olarak kullananların başvurdukları bazı yollar ve uygulamaları :
--Genel olarak "Ortak Düşman" kavramının kullanılması : Özel olarak da din düşmanları kavramının kullanılması.
--Genel olarak "Kamplaşma" kavramının kullanılması : Özel olarak Alevi-Sünni karşıtlığı ile Laikler-Müslümanlar karşıtlığı aldatmacaları.
--Evrensel olaraka Dogmatizm : Siyasal islamin katılığı.
--Türkiye'nin tarihindan gelen özel nedenlerin kullanılması.
--Siyasi İslam'in dini siyasete alet etmesi olayları.
--Uluslararası nedenlerin oynadıkları roller.
--Yerel nedenlerin kullanılması.
Tarihte küresel politika ilk defa çok kutuplu ve çok uygarlıklı hale dönüştü. Uygarlıklar arasındaki güç dengesi değişmeye başladı. Batı'nın göreli etkisi azalmaya başladı. Asya uygarlıklarının ekonomik, askeri ve siyasal gücü artmaktadır. Müslümanlar,
islam ülkelerideki ve komşularındaki siyasi sistemlerini bozacak bir nüfus patlaması ile çoğalıyorlar. Batı uygarlığının "evrensel değerlere" sahip olduğu iddiası, diğer uygarlıklar tarafından kabul edilmemektedir. Çünkü Batı için evrensel olan, diğer uygarlıklar için "emperyalizm" olarak kabul ediliyor. Bu çatışmaların en ciddileri, Batı uygarlığı İslam uygarlığı ve Çin uygarlığı arasındadır. Yerel savaşlarda insanlar, genellikle kendi dini görüşlerine yakın "akraba ülkeyi tutma" eğilimi içersindedirler. Bu da savaşları devam ettirme tehlikesini beraberinde getiriyor.
Meksika, Latin-Amerika ve Batı uygarlıkları arasında,
Eski Yugoslavya, Batı, İslam ve Slav-Ortodoks uygarlıkları arasında,
Güney Afrika, Batı ve Afrika uygarlıkları arasında,
Keşmir, İslam ve Hint uygarlıkları arasında,
Türkiye, İslam ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüş gibi gözükmektedir. Ama bu ne derece doğru bir sentezdir, şüphesiz tartışma götürür.
Cumhuriyet'in kuruluşu, dinin siyasal bir öğe olarak kullanılmasını yasakladığı için doğrudan "siyasal islam'a" karşı bir hareketti.
Yani, dine dayalı merkezi bir feodal ve kozmopolit imparatorluk yerine, halk egemenliğine dayalı bir ulus-devlet kuruluyordu.
Ama bunu muhafazakar ve dinci çevreler bir türlü içlerine sindirememişlerdi. Bilhassa 1950'lerden sonra geriye dönüşü kolaylaştırmak için ellerinden gelen bütün çabayı gösterdiler. Politik olarak kurumlaşıp devletin önemli kilit noktalarına yerleştiler.
Ta ki, 90'li yılların sonuna kadar bu böyle devam edecekti. Ve artık 90 yılların sonunda "irticai faaliyetlerin" yükselişlerine bir "Dur" denilmek zorunda kalındı. 60'lı, 70'li ve 80'li yıllarda sol'a karşı dinci kesimi destekleyen devlet politikası ve askeriye artık kendisi için daha büyük tehlike arzeden bu öğeye karşı daha karşı tavır almaya başladı. İşte MGK'nın 28 Şubat Genelgesi bunun en somut örneğidir. Ordu, irtica'ya karşı anayasal sınırlar içinde cumhurbaşkanı ile birlikte müdahele etti. 31 Ocak 1997 günü Sincan'daki "Kudüs gecesi" bu anlamda bir dönüm noktası oluşturdu.
Türkiye'de 561 İmam-Hatip Lise'sinde yarım milyona yakın öğrenci vardır, ve bu okullardan senede 50.000'in üstünde mezun olanlar vardır. Oysa yıllık imam ihtiyacı 2.000 dolayındadır. Diğer 50.000'e yakın mezunlar ne olmaktadır? İşte uzun seneler öncesinin politikası yavaş yavaş sonucunu göstermeye başlıyordu. İşte siyasi islamın gelişmesindeki en büyük faktör de bu oluyordu. Tarikat sermayesinin güçlenmesini de kapsayan İslam'ın siyasallaşması süreci, Demokrat Parti iktidarı ile işte böyle başlamış oluyordu.