SİRET MALZEMESİNDEKİ BAZI ZAAFLAR
Kuran ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli
1. GİRİŞ
Allah'ın mesajını insanlara sadece iletmekle kalmayıp bu mesaj çerçevesinde ömrünün üçte-birini yaşamış bir peygamberin hayat hi*kâyesinin önemini, o ilâhî mesaja inananlar için vurgulamak -düşü*nenlere hitab ettiğimiz sürece- gereksiz olacaktır.
Gerçekten, Resûlullah (s) döneminin arka planını ve onun hayatı*nın ana hatlarını gözardı eden bir kimsenin günümüzde, Kuran'ın bir*çok âyetlerini anlamakta başarısız olacağına inanıyoruz. Bu iddianın tartışmasını başka bir makaleye bırakarak Kur'ân-ı Kerîm'in, bir defa*da nazil olmış bir talimatname niteliğinde olmayıp yirmi küsur sene*de yaşanan olaylarla iç-içe inmiş canlı bir tebliğ olduğunu hatırlat*makla yetiniyoruz.
Kuşkusuz Kur’an, hitap ettiği ilk topluma ve dolayısıyla Hz. Peygamber’e dair birçok bilgiler aktarmaktadır. Kuşkusuz bu bilgiler en değerli olup sîret’in postulaları olarak alınmalıdır. Ancak, olayların kahramanlarına dair her şeyin, yine onlara, Kur’an’la anlatılması beklenemezdi ve bu makul da olmazdı. Ayrıca Kur’an, bize, yaşanmış olayların sonraki nesillere aktarımının beşerin bir sünneti olduğunu da „kıssa“larıyla -zimnen- ifade etmektedir.
Kur’an’ın vahyedilmesi ve hayata mal olmasında ondört asır sonra yaşamakta olan bizlere, Resulullah’ın hayatını aktaran malzemeyi iki kategoriye ayırmak mümkündür:
a) Resulullah’ın ölümüne kadar yaşanan olayları; kronolojik bir sırada yer, zaman ve genellikle çevre şartlarını da anarak yazılmış eserler: Bunlar daha çok „Siret“, „Meğazi“ ve „Tabaqât“ isimleriyle bize ulaşan kitaplardır.(Biz bu kategorideki eserlerin hepsini ‚Siret’ genel ismiyle anacağız.)
b) Kronolojik bir sıra gözetmeyen; sadece Resulullah’ın şahsiyle ilgili olayları ve onun sözlerini, daha çok fıkhî (hukukî) bir sonuç elde etmek amacıyla ve birçok yerlerde çevre şartları anmadan yazılmış eserler: Bunlar genel ismiyle „Hadis“ kitapları olup bize: „Musannef“, „Müsned“, „Câmi“, „Sünen“... isim ve formlarıyla ulaşmışlardır. Bu kitapların ana hedefi fıkhî malzemenin teferruatlı derlenmesi olmakla beraber gerek bazı özel bölümleriyle (Meğazi, Menaqıb... gibi), gerekse genelde ihtiva ettikleri münferit olayların anlatımı ile daha geç dönemlerde yazılmış sîret kitaplarına kaynak olmuşlardır.
Biz „Sîret malzemesi“ derken gerek sîret kitaplarındaki, gerek hadis kitaplarındaki ve gerekse rivaî tefsirlerdeki sîretle ilgili aktarımların hepsidir kastediyoruz. Araştırmamızı yaparken de genellikle ilk kaynaklar üzerinde duracağız.
Sîret malzemesindeki zaafların tesbitinde birinci kriterimiz -her zaman ve her konuda olduğu gibi, Kur’an’dır. Yukarıda değinildiği gibi sîretin postulalarını Kur’an’da aramak zorundayız. Zira Kur’an yegâne „korunmuş“ kitaptır[1]. İkinci kriterimiz ise akıl ve muhakememiz olacaktır. Çelişkili anlatımlarda tercih yapmada -birinci kriterde bir açıklama bulunmaması halinde- akıl ve muhakemenin ölçü olması kaçınılmazdır. Bu ikinci kriter „tevatür“ün olmadığı ve Kur’an’da bulunmayan her husus için geçerlidir.
Bu araştırmamızla hedefimiz siret kitaplarındaki bütün hataları araştırmak ve düzeltmek değildir. Sadece bazı karakteristik örneklerle zaafların boyutlarını ve türlerini vermeye çalışacağız.
2. Zaaflar – Örnekler
Siret malzemesindeki zaaflar başlıca üç grup altında toplanabilir.
1) Şifahi aktarımdan kaynaklanan zaaflar,
2) Taraf-tutmalardan kaynaklanan zaaflar,
3) Hurafeperestlikten kaynaklanan zaaflar,
Olayları günü-gününe kaydeden kabiliyetli ve dürüst vak’anüvislerin (tarihçilerin) ve dürüstçe muhafaza edilen arşivlerin bulunmadığı her dönem tarihleri için kaçınılmaz olan bu zaafların genel olarak İslam tarihinde, özel olarak Hz. Peygamber dönemi olaylarının anlatımında varolması yadırganacak bir durum olamaz. Ancak yadırganacak durum, üzerinden ondört asır geçmiş olmasına rağmen, bu zaafların İslâm âleminde hâlâ yaygın bir şekilde tenkidsiz yaşatılmasıdır.
Şimdi bu zaafların her türünü örneklerle tanıtmaya çalışalım:
a. Şifahi aktarımdan kaynaklanan zaaflar
Bu tür zaaflar, rivayetlerin, yazıldığı dönemlere kadar uzun bir süre şifahi olarak aktarılmasından kaynaklanan kasıtsız çelişkilerle oluşmuşlardır. Ve bu tür çelişkiler aynı eserde olabileceği gibi daha çok, farklı eserler arasında görülür.
Örnek: 1
Ğabe veya Zû Qarad Gazvesi, siret kitaplarına göre Hudeybiye Anlaşmasından önce (Hicri 6. Yılın Rebiul-evvel veya Rebiul-ahir’inde) vukubulmuştur.[2]
Oysaki hadis kitaplarında bu gazve; Hudeybiye’den sonra, Hayber’e hareketten üç gün önce (Hicri 7. Yılın Muharrem’inde) vukubulmuştur.[3]
Hadis şarihi Qurtubi siret kitaplarını haklı çıkarmakta, hadiste verilen tarih için „bazı ravilerin hatasıdır“ demektedir.[4]
Örnek: 2
Zatu'r-Riqâ Gazvesi, sîret kitaplarına göre Hayber'den önce vuku bulmuştur.[5]
Hadis kitaplarında ise aynı gazve Hayber'den sonra vuku bulmştur [6]. Sîret âlimi Dimyati (705) ve daha çok hadis kitaplarını esas alarak bir sîret kitabı yazan talebesi İbn Seyyidi'n-Nas (734) birinci görüşü doğru bulmalarına karşılık[7] hadis şarihi İbn Hacer (852) ikinci görüşü ısrarla savunmuştur[8].
Örnek: 3
Nadîr Yahudilerinin Medine'den kovulması, sîret kitaplarına göre Uhud'dan sonra vuku bulmuşken[9] hadis kitaplarına göre aynı olay Uhud'dan önce meydana gelmiştir[10].
Şarih İbn Hacer hadisi şerhederken siret kitaplarındaki görüşü de nakletmiş ve o görüşü haklı bulmuştur[11].
Örnek: 4
Mureysi' veya Mustaliq-oğulları Gazvesi için ayrı ayrı tarihler veril*mektedir: İbn İshak Hicri 6. yıl olarak verirken[12] diğer siyer âlimleri 5. yıl olarak vermişlerdir[13].
Bu konuda İbn İshaq'ın hatalı olduğu hadis kitaplarında mevcut di*ğer rivayetlerden yola çıkarak ispatlanmıştır[14].
Örnek: 5
Resûlullah'ın (s) Ebu Sufyân'ın kızı Ummu Habîbe ile evlenmesinin Mekke'nin fethinden ve Ebu Sufyân'ın Müslüman olmasından önce vuku bulduğu siyerciler hatta hadisciler nezdinde kabul edilen bir ger*çektir.
Oysa ki Müslim'in Sahih'inde; Mekke'nin fethinden sonra Medine'*ye yerleşmiş bulunan Ebu Sufyân; Müslüman olmasına rağmen kendisine iltifat edilmediğini görünce Resûlullah'dan (s) üç istekte bulunmuştur: Bu üç istekten birisi de Resûlullah'dan (s) kızı Ummü Habibe’yi nikahlaması talebi olmuştur. Müslim'in bu hadisinde "işkâl" (problem) bulunduğu itiraf edimiştir[15].
Örnek: 6
Buhârî'de; Hz. Peygamber'in Hendek muhasarası kaldırıldıktan he*men sonra Müslüman muhariplere şu emri verdiği rivayet edilir: "İkin*di" namazınızı mutlaka Qureyza oğulları topraklarında kılmalısınız[16]!"
Muharipler yoldayken ikindi vakti çıkmaya yaklaşınca, Müsümanların bir kısmı, verilen emrin "Çok hızlı gidiniz!" manâsında olduğunu ileri sürerek ikindi namazlarını vaktinde kıldıkları; diğerlerinin ise em*rin mutlak mânâda olduğunu savunarak Qureyza yurduna girdikten sonra -ikindi vakti çıkmış olmasına rağmen- namazlarını kaza ettikleri şeklinde sahabenin içtihat farklılığına örnek gösterilen bu rivayet, Müslim'de ise şöyle başlamaktadır: "Öğlen namazınızı mutlaka Qureyza oğulları topraklarında kılmalısınız[17]".
Buhârî ve Muslim'de se*netleri aynı olan rivayetlerle verilen olayın bir defa vuku bulduğu bi*lindiğine göre öğlen veya ikindi namazlarından yalnız birinin zikre*dilmiş olması gereği açıktır.
Nitekim İbn Hacer de konuyu enine-boyuna ele aldıktan sonra, bütün siyercilerce de desteklenen "Buhârî" ibaresinin doğruluğmu ka*bul ve Müslim'in ibaresinin hatalı oluşunu "bazı râvilerin hıfzından ileri geldiğini" ifade etmektedir[18].
2. Tarafgirlikten kaynaklanan zaaflar
Daha çok siyasi, kabilevi, ailevi, mezhebi taraf-tutmaların etkisiyle rivayetlerin değiştirildiğini, hatta tahrif edildiğini görebilmekteyiz. Bu tür zaafların ilk kaynaklarda siyasi iktidarların veya tarafgir ravilerin etkisiyle meydana gelen bu tür zaaflara örnekler verelim.
Örnek: 1
Hz. Abbas’ın Bedr’de müşriklerin safında bulunduğu ve müslümanlarca esir edildiği, sonradan kurtuluş fidyesi karşılığında serbest bırakıldığı hadisçiler ve bir çok siyasilerce bilinen bir gerçektir.
Oysa Vâqıdi, Meğazi’sinde, Bedr esirlerini kabile başlıkları altında tek-tek sayarken Abbas’ın (r) ismini hiç anmamıştır.[19]
Vâqıdi’nin Abbasi iktidarından büyük yardım ve iltifat gördüğü ve son yıllarını resmi kadılık yapmakla geçirdiği bilinmektedir.[20] Abbasi iktidarıyla bayraklaşan „Abbas“ın (r) Bedir’de müslümanlara karşı müşriklerle beraber olması gerçeği Abbasiler için her halde yüz kızartıcı bir durum olarak görülmüş olmalıdır.
İbn İshak’daki durum ise daha ilginçtir:
İbn İshak da, Vâqıdi gibi, Bedr esirlerini kabile başlıkları altında tek-tek saymaktadır. Her kabileden esirlerin isimlerini verdikten sonra toplam sayıyı da zikretmektedir. (2 kişi, 5 kişi gibi). Ancak „Haşimoğulları“ başlığı altında iki isim verilmiş, „2 kişi“ şeklinde toplamı bildiren sayı yazılmadığı gibi bunlar arasında Abbas’ın ismi de anılmamıştır.
İbn İshak, bütün kabilelerin esirlerini bu şekilde sıraladıktan sonra bunların genel toplamını 43 kişi olarak hesaplamıştır. Halbuki sıralamadaki esirleri topladığımızda 42 sayını elde ediyoruz. İbn Hişam da işin farkına varmış ve „Genel toplam içinde ismi anılmayan bir kişi daha mevcuttur“ diye not düşmüştür. Bu ismi anılmayan esirin Abbas olduğu aşikardır.
Ancak burada bir tahrif ortaya çıkmaktadır ki bu, ne İbn İshak ne de İbn Hişam tarafından yapılmış olabilir. Çünkü Abbas’ın ismini İbn İshak silmiş olsaydı Haşimoğulları esirlerinin toplamının da „2 kişi“ şeklinde yazar ve genel toplamı ise „42“ olarak düzeltirdi. Eğer tahrifi İbn Hişam yapsaydı, not düşmezdi. Anlaşılan, tahrifati İbn İshak’tan sonra, eser İbn Hişam’a ulaşmadan önce üçüncü bir şahıs tarafından acemice veya aceleyle yapılmıştır. Çünkü sonundaki toplamın yazışması ve genel toplamın düzeltilmesi akıl edilmemiştir. Bu üçüncü şahıs kimdir? Şimdilik bilmiyoruz. Bir iktidar yanlısı veya görevlisi de olabilir; eseri İbn İshak’tan İbn Hişam’a aktaran bir ravi de olabilir. İbn Hişam işin farkına varmış olmasına rağmen durumu düzeltmiş midir? Hayır. Kendisi, İbn İshak’ın saydığı esir isimlerine çeşitli kabilelerden 23 isim ilave etmesine rağmen Abbas bunlar arasında da yoktur. İbn Hişam da Abbasilerin kudretle hüküm sürdüğü bir dönemde yazmaktadır.
Örnek: 2
Uhud harbinin en şiddetli bir anında bazı Müslümanların savaşı bı*rakıp kaçtıkları Kur'ân'da işaret edilen bir olaydır. (3/153-155) Fakat yine Kur'ân'la bu Müslümanların affedildikleri de müjdelendiğinden (3/155) artık bu zaaf onlar için yüzkarası olarak kalmayacaktı.
Sîret kitaplarında işbu "Uhud firarileri" için listeler verilmektedir. Bu listelerin üç kaynakta nasıl verildiğini görelim:
Vâqıdî: Filân, el-Hâris b. Hâtib,... (c. l, s. 227).
İbn Ebi'l-Hadîd: Osman, Ömer, el-Hâris b. Hâtib,... (c. 3, s. 398).
Belâzûrî: Osman, el-Hâris b. Hâtib,... (c. l, s. 326)
Listenin sonu her üç rivayette de aynı isimleri ihtiva eder. Ancak görüldüğü üzere listenin başı ihtilaflıdır. Vâqıdî'nin günümüze ulaşan nüshasında ilk isim anılmayıp yerine "filân" kelimesi konmuştur. Diğer her iki kaynak da rivayeti Vâqıdî'den nakletmiş olmalarına rağmen birinde iki isim (Osman ve Ömer), diğerinde ise tek isim (Osman) yeralmaktadır.
Vaqidinin direkt rivayetinde, saygınlığı korunmaya çalışılan bir sahabenin adının gizlenmesi endişesini görüyoruz. Diğer iki kaynak ise endişeye yer vermeden açıkça isim zikretmişlerdir. Bizce Belâzûri’nin rivayeti İbn Ebi'l Hadid'in rivayetinden daha doğru görünüyor, Şii kaynaklardan faydalanan ve kendisi de Şiî temayüllü olarak bilinen bir müelliftir. Hz. Ömer'in ismi bu temayülle listeye sonradan ithal edilmiş olmalıdır. Ayrıca "filân" kelimesinin bir defa kullanıldığına bakılırsa gizlenen ismin tek olması daha makul görünmektedir.
Örnek: 3
Kur'ân'da ve diğer rivayetlerde "Muellefetu'l-Qulûb" veya daha doğru şekliyle "el-muellefetu qulûbuhum" (kalpleri ısındırılanlar) diye bir zümreden bahsedilmektedir.
Kur'ân'da (9/60), "sadaka"nın (bugünkü anlamı ile "zekât'ın) sarf yer*lerinden bir zümre olarak zikredilen Muellefetu'l-Qulûb, nedense rivayetlerin çoğunda, Huneyn'de ganimetten büyük hisse alan kişilere tahsis edilmektedir. Oysa ki sadaka (zekât) ile ganimet farklı şeylerdir.
Bu rivayetlerin oluşmasında Emevî büyüklerini karalama arzu ve zaafının rol aldığı anlaşılmaktadır[21].
Örnek: 4
Peygamber mescidinin çevresinde, kapıları mescide açılan evler ço*ğalınca Resûlullah (s), bir kapı hariç mescide açılan bütün kapıların ka*patılmasını emretmiştir.
Bu istisna edilen kapı kime aittir?
Kaynaklar bu hususta da ihtilaf etmişlerdir:
a) Hz. Ebubekir'in kapısı istisna edilmiştir. Bu hadis başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok hadis kitabında rivayet edilmiş*tir[22].
b) Hz. Ali'nin kapısı istisna edilmiştir. Bu hadisi Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî rivayet etmişlerdir[23].
İkinci rivayet doğru görünmektedir. Çünkü birçok rivayetten, Hz. Ebu Bekir’in evinin, Peygamber Mescidi'nden hayli uzak 'Sunh' semtin*de olduğunu kesin bir şekilde öğreniyoruz[24].
Nitekim, İbn Ebi'l-Hadîd de birinci rivayeti, Şi'a'nın tarafgir uydurmalarına karşıt olarak "Bekriyye" uydurmalarına örnek göstermekte ve ikinci rivayetin doğruluğunu savunmaktadır[25].
Kuran ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli
1. GİRİŞ
Allah'ın mesajını insanlara sadece iletmekle kalmayıp bu mesaj çerçevesinde ömrünün üçte-birini yaşamış bir peygamberin hayat hi*kâyesinin önemini, o ilâhî mesaja inananlar için vurgulamak -düşü*nenlere hitab ettiğimiz sürece- gereksiz olacaktır.
Gerçekten, Resûlullah (s) döneminin arka planını ve onun hayatı*nın ana hatlarını gözardı eden bir kimsenin günümüzde, Kuran'ın bir*çok âyetlerini anlamakta başarısız olacağına inanıyoruz. Bu iddianın tartışmasını başka bir makaleye bırakarak Kur'ân-ı Kerîm'in, bir defa*da nazil olmış bir talimatname niteliğinde olmayıp yirmi küsur sene*de yaşanan olaylarla iç-içe inmiş canlı bir tebliğ olduğunu hatırlat*makla yetiniyoruz.
Kuşkusuz Kur’an, hitap ettiği ilk topluma ve dolayısıyla Hz. Peygamber’e dair birçok bilgiler aktarmaktadır. Kuşkusuz bu bilgiler en değerli olup sîret’in postulaları olarak alınmalıdır. Ancak, olayların kahramanlarına dair her şeyin, yine onlara, Kur’an’la anlatılması beklenemezdi ve bu makul da olmazdı. Ayrıca Kur’an, bize, yaşanmış olayların sonraki nesillere aktarımının beşerin bir sünneti olduğunu da „kıssa“larıyla -zimnen- ifade etmektedir.
Kur’an’ın vahyedilmesi ve hayata mal olmasında ondört asır sonra yaşamakta olan bizlere, Resulullah’ın hayatını aktaran malzemeyi iki kategoriye ayırmak mümkündür:
a) Resulullah’ın ölümüne kadar yaşanan olayları; kronolojik bir sırada yer, zaman ve genellikle çevre şartlarını da anarak yazılmış eserler: Bunlar daha çok „Siret“, „Meğazi“ ve „Tabaqât“ isimleriyle bize ulaşan kitaplardır.(Biz bu kategorideki eserlerin hepsini ‚Siret’ genel ismiyle anacağız.)
b) Kronolojik bir sıra gözetmeyen; sadece Resulullah’ın şahsiyle ilgili olayları ve onun sözlerini, daha çok fıkhî (hukukî) bir sonuç elde etmek amacıyla ve birçok yerlerde çevre şartları anmadan yazılmış eserler: Bunlar genel ismiyle „Hadis“ kitapları olup bize: „Musannef“, „Müsned“, „Câmi“, „Sünen“... isim ve formlarıyla ulaşmışlardır. Bu kitapların ana hedefi fıkhî malzemenin teferruatlı derlenmesi olmakla beraber gerek bazı özel bölümleriyle (Meğazi, Menaqıb... gibi), gerekse genelde ihtiva ettikleri münferit olayların anlatımı ile daha geç dönemlerde yazılmış sîret kitaplarına kaynak olmuşlardır.
Biz „Sîret malzemesi“ derken gerek sîret kitaplarındaki, gerek hadis kitaplarındaki ve gerekse rivaî tefsirlerdeki sîretle ilgili aktarımların hepsidir kastediyoruz. Araştırmamızı yaparken de genellikle ilk kaynaklar üzerinde duracağız.
Sîret malzemesindeki zaafların tesbitinde birinci kriterimiz -her zaman ve her konuda olduğu gibi, Kur’an’dır. Yukarıda değinildiği gibi sîretin postulalarını Kur’an’da aramak zorundayız. Zira Kur’an yegâne „korunmuş“ kitaptır[1]. İkinci kriterimiz ise akıl ve muhakememiz olacaktır. Çelişkili anlatımlarda tercih yapmada -birinci kriterde bir açıklama bulunmaması halinde- akıl ve muhakemenin ölçü olması kaçınılmazdır. Bu ikinci kriter „tevatür“ün olmadığı ve Kur’an’da bulunmayan her husus için geçerlidir.
Bu araştırmamızla hedefimiz siret kitaplarındaki bütün hataları araştırmak ve düzeltmek değildir. Sadece bazı karakteristik örneklerle zaafların boyutlarını ve türlerini vermeye çalışacağız.
2. Zaaflar – Örnekler
Siret malzemesindeki zaaflar başlıca üç grup altında toplanabilir.
1) Şifahi aktarımdan kaynaklanan zaaflar,
2) Taraf-tutmalardan kaynaklanan zaaflar,
3) Hurafeperestlikten kaynaklanan zaaflar,
Olayları günü-gününe kaydeden kabiliyetli ve dürüst vak’anüvislerin (tarihçilerin) ve dürüstçe muhafaza edilen arşivlerin bulunmadığı her dönem tarihleri için kaçınılmaz olan bu zaafların genel olarak İslam tarihinde, özel olarak Hz. Peygamber dönemi olaylarının anlatımında varolması yadırganacak bir durum olamaz. Ancak yadırganacak durum, üzerinden ondört asır geçmiş olmasına rağmen, bu zaafların İslâm âleminde hâlâ yaygın bir şekilde tenkidsiz yaşatılmasıdır.
Şimdi bu zaafların her türünü örneklerle tanıtmaya çalışalım:
a. Şifahi aktarımdan kaynaklanan zaaflar
Bu tür zaaflar, rivayetlerin, yazıldığı dönemlere kadar uzun bir süre şifahi olarak aktarılmasından kaynaklanan kasıtsız çelişkilerle oluşmuşlardır. Ve bu tür çelişkiler aynı eserde olabileceği gibi daha çok, farklı eserler arasında görülür.
Örnek: 1
Ğabe veya Zû Qarad Gazvesi, siret kitaplarına göre Hudeybiye Anlaşmasından önce (Hicri 6. Yılın Rebiul-evvel veya Rebiul-ahir’inde) vukubulmuştur.[2]
Oysaki hadis kitaplarında bu gazve; Hudeybiye’den sonra, Hayber’e hareketten üç gün önce (Hicri 7. Yılın Muharrem’inde) vukubulmuştur.[3]
Hadis şarihi Qurtubi siret kitaplarını haklı çıkarmakta, hadiste verilen tarih için „bazı ravilerin hatasıdır“ demektedir.[4]
Örnek: 2
Zatu'r-Riqâ Gazvesi, sîret kitaplarına göre Hayber'den önce vuku bulmuştur.[5]
Hadis kitaplarında ise aynı gazve Hayber'den sonra vuku bulmştur [6]. Sîret âlimi Dimyati (705) ve daha çok hadis kitaplarını esas alarak bir sîret kitabı yazan talebesi İbn Seyyidi'n-Nas (734) birinci görüşü doğru bulmalarına karşılık[7] hadis şarihi İbn Hacer (852) ikinci görüşü ısrarla savunmuştur[8].
Örnek: 3
Nadîr Yahudilerinin Medine'den kovulması, sîret kitaplarına göre Uhud'dan sonra vuku bulmuşken[9] hadis kitaplarına göre aynı olay Uhud'dan önce meydana gelmiştir[10].
Şarih İbn Hacer hadisi şerhederken siret kitaplarındaki görüşü de nakletmiş ve o görüşü haklı bulmuştur[11].
Örnek: 4
Mureysi' veya Mustaliq-oğulları Gazvesi için ayrı ayrı tarihler veril*mektedir: İbn İshak Hicri 6. yıl olarak verirken[12] diğer siyer âlimleri 5. yıl olarak vermişlerdir[13].
Bu konuda İbn İshaq'ın hatalı olduğu hadis kitaplarında mevcut di*ğer rivayetlerden yola çıkarak ispatlanmıştır[14].
Örnek: 5
Resûlullah'ın (s) Ebu Sufyân'ın kızı Ummu Habîbe ile evlenmesinin Mekke'nin fethinden ve Ebu Sufyân'ın Müslüman olmasından önce vuku bulduğu siyerciler hatta hadisciler nezdinde kabul edilen bir ger*çektir.
Oysa ki Müslim'in Sahih'inde; Mekke'nin fethinden sonra Medine'*ye yerleşmiş bulunan Ebu Sufyân; Müslüman olmasına rağmen kendisine iltifat edilmediğini görünce Resûlullah'dan (s) üç istekte bulunmuştur: Bu üç istekten birisi de Resûlullah'dan (s) kızı Ummü Habibe’yi nikahlaması talebi olmuştur. Müslim'in bu hadisinde "işkâl" (problem) bulunduğu itiraf edimiştir[15].
Örnek: 6
Buhârî'de; Hz. Peygamber'in Hendek muhasarası kaldırıldıktan he*men sonra Müslüman muhariplere şu emri verdiği rivayet edilir: "İkin*di" namazınızı mutlaka Qureyza oğulları topraklarında kılmalısınız[16]!"
Muharipler yoldayken ikindi vakti çıkmaya yaklaşınca, Müsümanların bir kısmı, verilen emrin "Çok hızlı gidiniz!" manâsında olduğunu ileri sürerek ikindi namazlarını vaktinde kıldıkları; diğerlerinin ise em*rin mutlak mânâda olduğunu savunarak Qureyza yurduna girdikten sonra -ikindi vakti çıkmış olmasına rağmen- namazlarını kaza ettikleri şeklinde sahabenin içtihat farklılığına örnek gösterilen bu rivayet, Müslim'de ise şöyle başlamaktadır: "Öğlen namazınızı mutlaka Qureyza oğulları topraklarında kılmalısınız[17]".
Buhârî ve Muslim'de se*netleri aynı olan rivayetlerle verilen olayın bir defa vuku bulduğu bi*lindiğine göre öğlen veya ikindi namazlarından yalnız birinin zikre*dilmiş olması gereği açıktır.
Nitekim İbn Hacer de konuyu enine-boyuna ele aldıktan sonra, bütün siyercilerce de desteklenen "Buhârî" ibaresinin doğruluğmu ka*bul ve Müslim'in ibaresinin hatalı oluşunu "bazı râvilerin hıfzından ileri geldiğini" ifade etmektedir[18].
2. Tarafgirlikten kaynaklanan zaaflar
Daha çok siyasi, kabilevi, ailevi, mezhebi taraf-tutmaların etkisiyle rivayetlerin değiştirildiğini, hatta tahrif edildiğini görebilmekteyiz. Bu tür zaafların ilk kaynaklarda siyasi iktidarların veya tarafgir ravilerin etkisiyle meydana gelen bu tür zaaflara örnekler verelim.
Örnek: 1
Hz. Abbas’ın Bedr’de müşriklerin safında bulunduğu ve müslümanlarca esir edildiği, sonradan kurtuluş fidyesi karşılığında serbest bırakıldığı hadisçiler ve bir çok siyasilerce bilinen bir gerçektir.
Oysa Vâqıdi, Meğazi’sinde, Bedr esirlerini kabile başlıkları altında tek-tek sayarken Abbas’ın (r) ismini hiç anmamıştır.[19]
Vâqıdi’nin Abbasi iktidarından büyük yardım ve iltifat gördüğü ve son yıllarını resmi kadılık yapmakla geçirdiği bilinmektedir.[20] Abbasi iktidarıyla bayraklaşan „Abbas“ın (r) Bedir’de müslümanlara karşı müşriklerle beraber olması gerçeği Abbasiler için her halde yüz kızartıcı bir durum olarak görülmüş olmalıdır.
İbn İshak’daki durum ise daha ilginçtir:
İbn İshak da, Vâqıdi gibi, Bedr esirlerini kabile başlıkları altında tek-tek saymaktadır. Her kabileden esirlerin isimlerini verdikten sonra toplam sayıyı da zikretmektedir. (2 kişi, 5 kişi gibi). Ancak „Haşimoğulları“ başlığı altında iki isim verilmiş, „2 kişi“ şeklinde toplamı bildiren sayı yazılmadığı gibi bunlar arasında Abbas’ın ismi de anılmamıştır.
İbn İshak, bütün kabilelerin esirlerini bu şekilde sıraladıktan sonra bunların genel toplamını 43 kişi olarak hesaplamıştır. Halbuki sıralamadaki esirleri topladığımızda 42 sayını elde ediyoruz. İbn Hişam da işin farkına varmış ve „Genel toplam içinde ismi anılmayan bir kişi daha mevcuttur“ diye not düşmüştür. Bu ismi anılmayan esirin Abbas olduğu aşikardır.
Ancak burada bir tahrif ortaya çıkmaktadır ki bu, ne İbn İshak ne de İbn Hişam tarafından yapılmış olabilir. Çünkü Abbas’ın ismini İbn İshak silmiş olsaydı Haşimoğulları esirlerinin toplamının da „2 kişi“ şeklinde yazar ve genel toplamı ise „42“ olarak düzeltirdi. Eğer tahrifi İbn Hişam yapsaydı, not düşmezdi. Anlaşılan, tahrifati İbn İshak’tan sonra, eser İbn Hişam’a ulaşmadan önce üçüncü bir şahıs tarafından acemice veya aceleyle yapılmıştır. Çünkü sonundaki toplamın yazışması ve genel toplamın düzeltilmesi akıl edilmemiştir. Bu üçüncü şahıs kimdir? Şimdilik bilmiyoruz. Bir iktidar yanlısı veya görevlisi de olabilir; eseri İbn İshak’tan İbn Hişam’a aktaran bir ravi de olabilir. İbn Hişam işin farkına varmış olmasına rağmen durumu düzeltmiş midir? Hayır. Kendisi, İbn İshak’ın saydığı esir isimlerine çeşitli kabilelerden 23 isim ilave etmesine rağmen Abbas bunlar arasında da yoktur. İbn Hişam da Abbasilerin kudretle hüküm sürdüğü bir dönemde yazmaktadır.
Örnek: 2
Uhud harbinin en şiddetli bir anında bazı Müslümanların savaşı bı*rakıp kaçtıkları Kur'ân'da işaret edilen bir olaydır. (3/153-155) Fakat yine Kur'ân'la bu Müslümanların affedildikleri de müjdelendiğinden (3/155) artık bu zaaf onlar için yüzkarası olarak kalmayacaktı.
Sîret kitaplarında işbu "Uhud firarileri" için listeler verilmektedir. Bu listelerin üç kaynakta nasıl verildiğini görelim:
Vâqıdî: Filân, el-Hâris b. Hâtib,... (c. l, s. 227).
İbn Ebi'l-Hadîd: Osman, Ömer, el-Hâris b. Hâtib,... (c. 3, s. 398).
Belâzûrî: Osman, el-Hâris b. Hâtib,... (c. l, s. 326)
Listenin sonu her üç rivayette de aynı isimleri ihtiva eder. Ancak görüldüğü üzere listenin başı ihtilaflıdır. Vâqıdî'nin günümüze ulaşan nüshasında ilk isim anılmayıp yerine "filân" kelimesi konmuştur. Diğer her iki kaynak da rivayeti Vâqıdî'den nakletmiş olmalarına rağmen birinde iki isim (Osman ve Ömer), diğerinde ise tek isim (Osman) yeralmaktadır.
Vaqidinin direkt rivayetinde, saygınlığı korunmaya çalışılan bir sahabenin adının gizlenmesi endişesini görüyoruz. Diğer iki kaynak ise endişeye yer vermeden açıkça isim zikretmişlerdir. Bizce Belâzûri’nin rivayeti İbn Ebi'l Hadid'in rivayetinden daha doğru görünüyor, Şii kaynaklardan faydalanan ve kendisi de Şiî temayüllü olarak bilinen bir müelliftir. Hz. Ömer'in ismi bu temayülle listeye sonradan ithal edilmiş olmalıdır. Ayrıca "filân" kelimesinin bir defa kullanıldığına bakılırsa gizlenen ismin tek olması daha makul görünmektedir.
Örnek: 3
Kur'ân'da ve diğer rivayetlerde "Muellefetu'l-Qulûb" veya daha doğru şekliyle "el-muellefetu qulûbuhum" (kalpleri ısındırılanlar) diye bir zümreden bahsedilmektedir.
Kur'ân'da (9/60), "sadaka"nın (bugünkü anlamı ile "zekât'ın) sarf yer*lerinden bir zümre olarak zikredilen Muellefetu'l-Qulûb, nedense rivayetlerin çoğunda, Huneyn'de ganimetten büyük hisse alan kişilere tahsis edilmektedir. Oysa ki sadaka (zekât) ile ganimet farklı şeylerdir.
Bu rivayetlerin oluşmasında Emevî büyüklerini karalama arzu ve zaafının rol aldığı anlaşılmaktadır[21].
Örnek: 4
Peygamber mescidinin çevresinde, kapıları mescide açılan evler ço*ğalınca Resûlullah (s), bir kapı hariç mescide açılan bütün kapıların ka*patılmasını emretmiştir.
Bu istisna edilen kapı kime aittir?
Kaynaklar bu hususta da ihtilaf etmişlerdir:
a) Hz. Ebubekir'in kapısı istisna edilmiştir. Bu hadis başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok hadis kitabında rivayet edilmiş*tir[22].
b) Hz. Ali'nin kapısı istisna edilmiştir. Bu hadisi Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî rivayet etmişlerdir[23].
İkinci rivayet doğru görünmektedir. Çünkü birçok rivayetten, Hz. Ebu Bekir’in evinin, Peygamber Mescidi'nden hayli uzak 'Sunh' semtin*de olduğunu kesin bir şekilde öğreniyoruz[24].
Nitekim, İbn Ebi'l-Hadîd de birinci rivayeti, Şi'a'nın tarafgir uydurmalarına karşıt olarak "Bekriyye" uydurmalarına örnek göstermekte ve ikinci rivayetin doğruluğunu savunmaktadır[25].