seyfullah putkýran
New member
- Katılım
- 30 Eyl 2005
- Mesajlar
- 5,807
- Tepkime puanı
- 205
- Puanları
- 0
- Yaş
- 40
- Konum
- Ruhlar Aleminden
- Web sitesi
- www.tevhidyolu.net
ahmed i bedevi hz. (K.S.)
mısır evliyâsından. ismi ahmed olup babasının adı ali'dir. nesebi peygamber efendimize ulaşır. künyesi ebü'l-fityan ve ebü'l-abbas, lakabı ise şihabüddîn'dir. seyyid-i bedevî diye tanınır. annesinin ismi fatma binti muhammed'dir. 1200 (h.596)'de fas'ta doğdu. ahmed bedevî hazretleri altı yaşlarında iken babasına rüyâsında; "yâ ali! bu beldeleri bırak. mekke'ye taşın, orada yaşa. bunda birçok hikmetler vardır." dendi. bu mânevî işâret üzerine âilesi ile birlikte 1206 senesinde fas'tan yola çıktı. dört sene süren uzun yolculuk sırasında yolda herkesten, yardım, hürmet ve ikrâm gördüler. mekke'ye yerleştikten bir müddet sonra babası vefat etti ve bab-ı mualla'ya defnedildi.
ahmed-i bedevî hazretleri küçük yaşta ilim tahsîline başladı. kur'ân-ı kerîmi ezberledi. önceleri, çok cesûr, atılgan bir mîzâca sahipti. çok iyi ata binerdi. kendisine ezâ eden olursa onlara karşılık verirdi. bunun için attâb diye tanındı.
bir gün kabe-i muazzamanın kenârında bir yerde uyuduğu sırada rüyâsında gizliden bir ses ahmed-i bedevî'ye; "uykudan uyan! allahü teâlânın bir olduğunu zikret." diyordu. kalkıp abdest aldı. iki rekat namaz kılıp, allahü teâlâyı zikretti. sonra tekrar yatıp uyudu. rüyâsında önceki sesi tekrar duydu. ona; "kalk allahü teâlânın bir olduğunu zikret, uyuma! yüksek derecelere kavuşmak isteyen uyuyamaz!ne bir şey yiyebilir, ne de bir şey içebilir. dâimâ, oruç tutmak ve geceleyin herkes uykuda iken namaz kılmak sûretiyle nefsinle mücâdele et. kalk böyle yap! sana, yüksek haller ve dereceler verilecek." diyordu. rüyânın tesiriyle uyanan ahmed-i bedevî, hemen rüyâsını yaş, ilim ve derece bakımından yüksek olan ağabeyine anlattı. o da; "sırrını gizli tut! söylenilenlere uygun yaşa!" dedi. ahmed-i bedevî bu nasihatlere uyarak, gayret gösterdi, allahü teâlânın izni ve ihsânı ile nice güzel hâl ve yüksek derecelere kavuştu.
ahmed-i bedevî kendisini ilme ve ibâdete verdi. insanlarla alâkasını azalttı ve konuşmayı terk etti. bir şey söylemesi îcâb edince bunu işâretle anlatırdı. üst üste gördüğü rüyâ üzerine irak'a gitti. orada; ahmed rıfâî, abdülkâdir-i geylânî, hallâc-ı mansûr, sırrî-yi sekatî, ma'rûf-i kerhî, cüneyd-i bağdâdî gibi evliyânın kabirlerini ziyaret etti. 1236 senesinde, rüyâsında mısır'ın tanta şehrine gitmesi işâret olundu ve yola çıktı. kahire'ye geldiğinde mısır sultânı, onu, askeri ile birlikte karşıladı ve husûsî misafirhânesinde ağırladı. kendisine çok hürmet etti. sonradan o da talebelerinden oldu.
bu sırada mısır'ın tanta şehrinde bulunan bir çok âlim ve evliyâ arasında en meşhûrlarından olan hasansaîg ve seyyid sâlim magribî hazretleri, seyyid ahmed-i bedevî'nin tanta şehrine teşrif edeceğini ve yolda olduğunu haber alınca, tanta'dan ayrılıp başka bir beldeye yerleştiler. sebebi suâl edildiğinde; "kasabanın asıl sâhibi geliyor. onun bulunduğu yerde bulunmak bize yakışmaz. bizim yapacağımız olsa olsa ona talebe olmaktır. ona yakın bulunmakla, ona karşı edepte ve hizmette kusûr etmekten korkuyoruz." dediler.
ahmed-i bedevî hazretleri, zamanla herkes tarafından tanındı. her tarafta meşhûr oldu. hak âşıkları her taraftan yanına koşarak, huzûru ve sohbeti ile şereflenmek için can atarlardı. tanınan, büyük bilinen âlimler bile gelip kendisine talebe oldular.
ahmed-i bedevî devamlı zikir ve murâkabe hâlindeydi. her an allahü teâlâyı düşünür, bir an hatırından çıkarmazdı. hiç evlenmedi. evlenmesini teklif edenlere; "beni kendi hâlime bırakınız. cennet hûrîlerinden başka biri ile evlenmemeye azmettim." derdi. dünyâ malının, onun kalbinde yeri yoktu. üzerine giydiği elbise ve başına sardığı sarık, eskiyip kullanılmayacak hâle gelmedikçe yenisini almazdı. devamlı oruç tutardı. iftâr ve sahurda birer zeytin ile nefsini körlettiği ve buna kırk gün devâm ettiği rivâyet edilir.
uzun boylu, buğday benizli, kolları uzun, bacakları etli, pazuları iri olup, gâyet heybetli idi. sağ yanağında bir ve sol yanağında iki beni vardı. burnunun orta yeri bir parça yüksek olup, iki yanında birer tâne ben vardı. yüzü büyükçe ve gözleri sürmeliydi.
seyyid ahmed-i bedevî her an allahü teâlâyı düşünür, o'nun muhabbetinin ve heybetinin tesiri ile kendinden geçmiş olarak gözlerini semâya diker, gece gündüz öyle kalırdı. kırk gün ve daha ziyâde bir şey yiyip içmez ve uyumazdı. gözlerinin karası, bir ateş koru halindeydi.
bir gün ahmed-i bedevî'nin gözlerinde bir şişkinlik hâsıl oldu. tedâvi için oradaki bir çocuktan yumurta istedi. çocuk; "elinizdeki yeşil değneği verir misiniz?" deyince, seyyid ahmed-i bedevî de verdi. çocuk, annesine giderek; "dışarıda bir kimse var, gözü ağrıyor, tedâvi için benden bir yumurta istedi ve bu değneği verdi." dedi. annesi; "şimdi, evimizde yumurta yoktur." dedi. çocuk gidip durumu ahmed-i bedevî'ye bildirdi. o da; "git, falan yerde vardır." buyurdu. çocuk oraya gidince, orasını yumurta ile dolu buldu. içinden bir tek yumurta alıp getirdi. çocuk o günden sonra ahmed-i bedevî'ye talebe oldu. yanından ayrılmadı ve büyük evliyâdan oldu. bu zât abdül'âl idi.
annesi, abdül'âl'i yeni doğduğu bir sırada kundağa sarılı olarak, boğaların yemliğine bırakmıştı. o sırada içeri giren bir boğa, alışkın olduğu yemlikte yiyebileceği bir şeyler ararken, boynuzu, abdül'âl'in kundak bağına takıldı. boğanın boynuzuna asılı olarak sallanan çocuğun düşmesi ve ölmesi an meselesiydi. insanlar heyecanla, boğanın etrâfında toplandıkça boğa daha da hırçınlaşıyor, yanına kimseyi yanaştırmıyordu. tam o anda, gâipten bir el uzanıp çocuğu aldı. insanlar rahatladılar. fakat çocuğu kurtaran eli tanıyamadılar.
aradan seneler geçip, ahmed-i bedevî hazretleri mısır'a gelince ve abdül'âl kendisine talebe olup yanından ayrılmayınca, abdül'âl'in annesi, seyyid hazretlerine sitem eder oldu. ahmed-i bedevî hazretleri, ona haber gönderip; "küçükken boğanın boynuzundan almakla, dünyâ hayâtının devâmına vesîle olduğumuz için sevinmişti. şimdi de, âhirette kurtulması için gayret ediyoruz. niye üzülüyor ki? sevinse daha iyi ederdi." dedi. kadın bu haberi alınca, çocuğunu kurtaran elin sâhibinin o olduğunu anladı. bundan sonra kendisi de, seyyid hazretlerine çok muhabbet etti.
ahmed-i bedevî talebelerinden abdül'âl'e ve abdülmecîd'e bilhassa alâka ve ihtimâm gösterirdi. bunlardan abdülmecîd birgün dayanamayıp hocasının yüzünü görmek istedi ve mübârek yüzünü hiç göremediğini, görmemeye dayanamadığını, bu sebeple yüzünden örtüsünü açmasını taleb etti. seyyid de; "ey abdülmecîd! beni görmeye dayanamazsın. senin, benim gözlerime bir bakman canına mâl olur. bir bakış, bir can mukâbilindedir." buyurdu. o da; "ey efendim! yeter ki mübârek yüzünüzü göreyim de, ölürsem öleyim. zararı yok. çünkü artık dayanamıyorum." dedi. bunun üzerine seyyid hazretleri örtüsünü kaldırdı. abdülmecîd, ahmed-i bedevî'nin cemâlini görür görmez yere düştü. rûhunu teslim etti. sâlih abdül'âl ise, hocasının vefâtına kadar yaşadı ve hocasının vekîli olup talebelere feyz vermek ve onları yetiştirmek vazîfesini aldı.
seyyid ahmed-i bedevî hazretleri, talebelerini teveccühle terbiye eder ve konuşmazdı. halîfesi abdül'âl, dışarıdan, câhil, mânevî terbiyeden mahrûm, gâfil bir kimseyi seyyidin huzûruna getirince, seyyid hazretleri hemen bir kerre nazar buyurmakla, o kimse, mânevî hâller ve yüksek dereceler ile dolmuş olurdu. sonra seyyid bedevî abdül'âl'e; "söyle, o kimse falan beldede sakin olup yerleşsin! oradaki insanlara faydalı olsun!" buyururdu. onun, talebeleri terbiye etmesi, yetiştirmesi, bu şekilde idi. bir bakışla, uzun yıllar zahmet ve meşakkat çekmekle elde edilen derecelere bir anda yükseltirdi.
ahmed-i bedevî, umûmiyetle evinin damında bulunur, orada ibâdet ve tâatle meşgûl olurdu. bunun için ona talebe olanlara "sütûhî" veya "eshâb-ı sath" denirdi. bu sebeple seyyid ahmed-i bedevî, seyyid ahmed-i sütûhî diye de tanındı.
mısır evliyâsından. ismi ahmed olup babasının adı ali'dir. nesebi peygamber efendimize ulaşır. künyesi ebü'l-fityan ve ebü'l-abbas, lakabı ise şihabüddîn'dir. seyyid-i bedevî diye tanınır. annesinin ismi fatma binti muhammed'dir. 1200 (h.596)'de fas'ta doğdu. ahmed bedevî hazretleri altı yaşlarında iken babasına rüyâsında; "yâ ali! bu beldeleri bırak. mekke'ye taşın, orada yaşa. bunda birçok hikmetler vardır." dendi. bu mânevî işâret üzerine âilesi ile birlikte 1206 senesinde fas'tan yola çıktı. dört sene süren uzun yolculuk sırasında yolda herkesten, yardım, hürmet ve ikrâm gördüler. mekke'ye yerleştikten bir müddet sonra babası vefat etti ve bab-ı mualla'ya defnedildi.
ahmed-i bedevî hazretleri küçük yaşta ilim tahsîline başladı. kur'ân-ı kerîmi ezberledi. önceleri, çok cesûr, atılgan bir mîzâca sahipti. çok iyi ata binerdi. kendisine ezâ eden olursa onlara karşılık verirdi. bunun için attâb diye tanındı.
bir gün kabe-i muazzamanın kenârında bir yerde uyuduğu sırada rüyâsında gizliden bir ses ahmed-i bedevî'ye; "uykudan uyan! allahü teâlânın bir olduğunu zikret." diyordu. kalkıp abdest aldı. iki rekat namaz kılıp, allahü teâlâyı zikretti. sonra tekrar yatıp uyudu. rüyâsında önceki sesi tekrar duydu. ona; "kalk allahü teâlânın bir olduğunu zikret, uyuma! yüksek derecelere kavuşmak isteyen uyuyamaz!ne bir şey yiyebilir, ne de bir şey içebilir. dâimâ, oruç tutmak ve geceleyin herkes uykuda iken namaz kılmak sûretiyle nefsinle mücâdele et. kalk böyle yap! sana, yüksek haller ve dereceler verilecek." diyordu. rüyânın tesiriyle uyanan ahmed-i bedevî, hemen rüyâsını yaş, ilim ve derece bakımından yüksek olan ağabeyine anlattı. o da; "sırrını gizli tut! söylenilenlere uygun yaşa!" dedi. ahmed-i bedevî bu nasihatlere uyarak, gayret gösterdi, allahü teâlânın izni ve ihsânı ile nice güzel hâl ve yüksek derecelere kavuştu.
ahmed-i bedevî kendisini ilme ve ibâdete verdi. insanlarla alâkasını azalttı ve konuşmayı terk etti. bir şey söylemesi îcâb edince bunu işâretle anlatırdı. üst üste gördüğü rüyâ üzerine irak'a gitti. orada; ahmed rıfâî, abdülkâdir-i geylânî, hallâc-ı mansûr, sırrî-yi sekatî, ma'rûf-i kerhî, cüneyd-i bağdâdî gibi evliyânın kabirlerini ziyaret etti. 1236 senesinde, rüyâsında mısır'ın tanta şehrine gitmesi işâret olundu ve yola çıktı. kahire'ye geldiğinde mısır sultânı, onu, askeri ile birlikte karşıladı ve husûsî misafirhânesinde ağırladı. kendisine çok hürmet etti. sonradan o da talebelerinden oldu.
bu sırada mısır'ın tanta şehrinde bulunan bir çok âlim ve evliyâ arasında en meşhûrlarından olan hasansaîg ve seyyid sâlim magribî hazretleri, seyyid ahmed-i bedevî'nin tanta şehrine teşrif edeceğini ve yolda olduğunu haber alınca, tanta'dan ayrılıp başka bir beldeye yerleştiler. sebebi suâl edildiğinde; "kasabanın asıl sâhibi geliyor. onun bulunduğu yerde bulunmak bize yakışmaz. bizim yapacağımız olsa olsa ona talebe olmaktır. ona yakın bulunmakla, ona karşı edepte ve hizmette kusûr etmekten korkuyoruz." dediler.
ahmed-i bedevî hazretleri, zamanla herkes tarafından tanındı. her tarafta meşhûr oldu. hak âşıkları her taraftan yanına koşarak, huzûru ve sohbeti ile şereflenmek için can atarlardı. tanınan, büyük bilinen âlimler bile gelip kendisine talebe oldular.
ahmed-i bedevî devamlı zikir ve murâkabe hâlindeydi. her an allahü teâlâyı düşünür, bir an hatırından çıkarmazdı. hiç evlenmedi. evlenmesini teklif edenlere; "beni kendi hâlime bırakınız. cennet hûrîlerinden başka biri ile evlenmemeye azmettim." derdi. dünyâ malının, onun kalbinde yeri yoktu. üzerine giydiği elbise ve başına sardığı sarık, eskiyip kullanılmayacak hâle gelmedikçe yenisini almazdı. devamlı oruç tutardı. iftâr ve sahurda birer zeytin ile nefsini körlettiği ve buna kırk gün devâm ettiği rivâyet edilir.
uzun boylu, buğday benizli, kolları uzun, bacakları etli, pazuları iri olup, gâyet heybetli idi. sağ yanağında bir ve sol yanağında iki beni vardı. burnunun orta yeri bir parça yüksek olup, iki yanında birer tâne ben vardı. yüzü büyükçe ve gözleri sürmeliydi.
seyyid ahmed-i bedevî her an allahü teâlâyı düşünür, o'nun muhabbetinin ve heybetinin tesiri ile kendinden geçmiş olarak gözlerini semâya diker, gece gündüz öyle kalırdı. kırk gün ve daha ziyâde bir şey yiyip içmez ve uyumazdı. gözlerinin karası, bir ateş koru halindeydi.
bir gün ahmed-i bedevî'nin gözlerinde bir şişkinlik hâsıl oldu. tedâvi için oradaki bir çocuktan yumurta istedi. çocuk; "elinizdeki yeşil değneği verir misiniz?" deyince, seyyid ahmed-i bedevî de verdi. çocuk, annesine giderek; "dışarıda bir kimse var, gözü ağrıyor, tedâvi için benden bir yumurta istedi ve bu değneği verdi." dedi. annesi; "şimdi, evimizde yumurta yoktur." dedi. çocuk gidip durumu ahmed-i bedevî'ye bildirdi. o da; "git, falan yerde vardır." buyurdu. çocuk oraya gidince, orasını yumurta ile dolu buldu. içinden bir tek yumurta alıp getirdi. çocuk o günden sonra ahmed-i bedevî'ye talebe oldu. yanından ayrılmadı ve büyük evliyâdan oldu. bu zât abdül'âl idi.
annesi, abdül'âl'i yeni doğduğu bir sırada kundağa sarılı olarak, boğaların yemliğine bırakmıştı. o sırada içeri giren bir boğa, alışkın olduğu yemlikte yiyebileceği bir şeyler ararken, boynuzu, abdül'âl'in kundak bağına takıldı. boğanın boynuzuna asılı olarak sallanan çocuğun düşmesi ve ölmesi an meselesiydi. insanlar heyecanla, boğanın etrâfında toplandıkça boğa daha da hırçınlaşıyor, yanına kimseyi yanaştırmıyordu. tam o anda, gâipten bir el uzanıp çocuğu aldı. insanlar rahatladılar. fakat çocuğu kurtaran eli tanıyamadılar.
aradan seneler geçip, ahmed-i bedevî hazretleri mısır'a gelince ve abdül'âl kendisine talebe olup yanından ayrılmayınca, abdül'âl'in annesi, seyyid hazretlerine sitem eder oldu. ahmed-i bedevî hazretleri, ona haber gönderip; "küçükken boğanın boynuzundan almakla, dünyâ hayâtının devâmına vesîle olduğumuz için sevinmişti. şimdi de, âhirette kurtulması için gayret ediyoruz. niye üzülüyor ki? sevinse daha iyi ederdi." dedi. kadın bu haberi alınca, çocuğunu kurtaran elin sâhibinin o olduğunu anladı. bundan sonra kendisi de, seyyid hazretlerine çok muhabbet etti.
ahmed-i bedevî talebelerinden abdül'âl'e ve abdülmecîd'e bilhassa alâka ve ihtimâm gösterirdi. bunlardan abdülmecîd birgün dayanamayıp hocasının yüzünü görmek istedi ve mübârek yüzünü hiç göremediğini, görmemeye dayanamadığını, bu sebeple yüzünden örtüsünü açmasını taleb etti. seyyid de; "ey abdülmecîd! beni görmeye dayanamazsın. senin, benim gözlerime bir bakman canına mâl olur. bir bakış, bir can mukâbilindedir." buyurdu. o da; "ey efendim! yeter ki mübârek yüzünüzü göreyim de, ölürsem öleyim. zararı yok. çünkü artık dayanamıyorum." dedi. bunun üzerine seyyid hazretleri örtüsünü kaldırdı. abdülmecîd, ahmed-i bedevî'nin cemâlini görür görmez yere düştü. rûhunu teslim etti. sâlih abdül'âl ise, hocasının vefâtına kadar yaşadı ve hocasının vekîli olup talebelere feyz vermek ve onları yetiştirmek vazîfesini aldı.
seyyid ahmed-i bedevî hazretleri, talebelerini teveccühle terbiye eder ve konuşmazdı. halîfesi abdül'âl, dışarıdan, câhil, mânevî terbiyeden mahrûm, gâfil bir kimseyi seyyidin huzûruna getirince, seyyid hazretleri hemen bir kerre nazar buyurmakla, o kimse, mânevî hâller ve yüksek dereceler ile dolmuş olurdu. sonra seyyid bedevî abdül'âl'e; "söyle, o kimse falan beldede sakin olup yerleşsin! oradaki insanlara faydalı olsun!" buyururdu. onun, talebeleri terbiye etmesi, yetiştirmesi, bu şekilde idi. bir bakışla, uzun yıllar zahmet ve meşakkat çekmekle elde edilen derecelere bir anda yükseltirdi.
ahmed-i bedevî, umûmiyetle evinin damında bulunur, orada ibâdet ve tâatle meşgûl olurdu. bunun için ona talebe olanlara "sütûhî" veya "eshâb-ı sath" denirdi. bu sebeple seyyid ahmed-i bedevî, seyyid ahmed-i sütûhî diye de tanındı.