Allahü teâlâ, Peygamberimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâma sebeblere yapışmasını emir ediyor. Enfâl sûresi, altmışdördüncü âyetinde meâlen, “Ey sevgili Peygamberim! Sana, Allahü teâlâ ve müminlerden, sana tâbi’ olanlar yetişir!” buyuruldu.
Sebeblerin te’sîrine gelince, Allahü teâlâ, sebeblerde ba’zan te’sîr, yani iş yapabilecek kuvvet de yaratıyor. O işi hâsıl ediyorlar. Ba’zan da, aynı sebeblerde, bu te’sîri yaratmıyor. O işi yapamıyorlar. Bu hâli herkes her zaman görmekdedir. Aynı sebeblerin, aynı işi, ba’zan meydâna getirdiğini, ba’zan da, işi yapamadığını hepimiz görmekdeyiz.
Sebeblerde, te’sîr yoktur demek, tecribeleri, hâdiseleri körü körüne inkâr etmektir. Te’sîrine inanmalı. Fakat, sebeblerdeki bu te’sîrlerin de, kendileri gibi, Allahü teâlânın yaratması ile, vücûde geldiğini bilmelidir. Demek ki, sebeblere yapışmak, tevekküle, Allahü teâlâya güvenmeğe mâni’ değildir.Sebebleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir.
Ciğerler genişleyince, temiz havâ içeri giriyor. Daralınca, kirli havâ dışarı çıkıyor. Bu hâl, her dakîka devam ederek, yaşayabiliyoruz. Ciğerleri hareket ettiren kuvvet sâhibinin ve havâdaki yüzde yetmişdokuz azot ve yüzde yirmibir oksijen mikdârının hiç değişmediğini gören akıl sâhibleri, Allahü teâlânın varlığını hemen anlar. Bu yaratıcı, var olduğunu haber de veriyor. İnanmıyanı sonsuz yakacağım diyor.
İnsan aklı bunu, kendiliğinden anlıyamıyor. Bazı kimseler, arada sebebler bulunmaması, herşeyin sebebsiz yaratılması, büyüklüğe daha uygun olur sanıyor. Sebeblerde te’sîr yoktur, sebebler karışmadan herşey doğrudan doğruya, Allahü teâlânın yaratması ile var oluyor diyorlar.
Bunlar anlamıyor ki, sebebleri aradan kaldırmak, hikmeti, yani Allahü teâlânın uygun gördüğünü, âdetini bozmak demektir. Bu hikmette ise, nice fâideler vardır.
Peygamberlerin hepsi “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” her işlerinde, sebeblere yapışırdı ve bununla berâber, işlerin yaratılmasını Allahü teâlâdan dilerdi. Meselâ, Ya’kûb “aleyhisselâm” çocuklarını Sûriyeden, Mısra gönderdiği zaman, nazar değmesin diye, “Hepsi bir kapıdan girmeyip, ayrı kapılardan girmelerini” nasîhat etti.
mektubaat.......
Sebeblerin te’sîrine gelince, Allahü teâlâ, sebeblerde ba’zan te’sîr, yani iş yapabilecek kuvvet de yaratıyor. O işi hâsıl ediyorlar. Ba’zan da, aynı sebeblerde, bu te’sîri yaratmıyor. O işi yapamıyorlar. Bu hâli herkes her zaman görmekdedir. Aynı sebeblerin, aynı işi, ba’zan meydâna getirdiğini, ba’zan da, işi yapamadığını hepimiz görmekdeyiz.
Sebeblerde, te’sîr yoktur demek, tecribeleri, hâdiseleri körü körüne inkâr etmektir. Te’sîrine inanmalı. Fakat, sebeblerdeki bu te’sîrlerin de, kendileri gibi, Allahü teâlânın yaratması ile, vücûde geldiğini bilmelidir. Demek ki, sebeblere yapışmak, tevekküle, Allahü teâlâya güvenmeğe mâni’ değildir.Sebebleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir.
Ciğerler genişleyince, temiz havâ içeri giriyor. Daralınca, kirli havâ dışarı çıkıyor. Bu hâl, her dakîka devam ederek, yaşayabiliyoruz. Ciğerleri hareket ettiren kuvvet sâhibinin ve havâdaki yüzde yetmişdokuz azot ve yüzde yirmibir oksijen mikdârının hiç değişmediğini gören akıl sâhibleri, Allahü teâlânın varlığını hemen anlar. Bu yaratıcı, var olduğunu haber de veriyor. İnanmıyanı sonsuz yakacağım diyor.
İnsan aklı bunu, kendiliğinden anlıyamıyor. Bazı kimseler, arada sebebler bulunmaması, herşeyin sebebsiz yaratılması, büyüklüğe daha uygun olur sanıyor. Sebeblerde te’sîr yoktur, sebebler karışmadan herşey doğrudan doğruya, Allahü teâlânın yaratması ile var oluyor diyorlar.
Bunlar anlamıyor ki, sebebleri aradan kaldırmak, hikmeti, yani Allahü teâlânın uygun gördüğünü, âdetini bozmak demektir. Bu hikmette ise, nice fâideler vardır.
Peygamberlerin hepsi “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” her işlerinde, sebeblere yapışırdı ve bununla berâber, işlerin yaratılmasını Allahü teâlâdan dilerdi. Meselâ, Ya’kûb “aleyhisselâm” çocuklarını Sûriyeden, Mısra gönderdiği zaman, nazar değmesin diye, “Hepsi bir kapıdan girmeyip, ayrı kapılardan girmelerini” nasîhat etti.
mektubaat.......