Maalesef, insanlarda hala kusur arıyor ve onları kusurlarından dolayı sorguluyoruz. Aslında sorgulanması gereken bizim kendi kusurlarımızdır. Biri gırtlağına kadar çamura batsa; fakat, çamur senin sadece topuğuna bulaşsa karşındakini sorgulayıp "Bu kadar çamur da ne?" demeye hakkın yoktur; "Neden ben topuğumu kirlettim?" deyip kendini sorgulaman esastır. Başkasının gırtlağına kadar çamura gömülmesi seni alakadar etmez. Allah'ın onu halas eylemesi için dua edebilirsin sadece; su-i zanna girmeden, gıybet edip çekiştirmeden... Eğer biz, bütün beklentilerden sıyrılıp muradımızı Hakk'ın muradı haline getirememişsek daha yapacak çok işimiz var demektir. Öyleyse, nasıl başkalarının kusuruyla uğraşıp onları sorgulayabiliriz; kendimizin onca eksiği varken..
Tasavvufta mürîd bir noktadan sonra murad olur. Yani, ömür boyu hep onu diler, hep onu ister. O'nun mürîdidir. Kendi güç ve kuvvetinden teberri edip Kudreti Sonsuz'un iradesine râm olur. Belli bir noktaya ulaşınca murad haline gelir. Yani; Hakk arzusuyla dopdolu olur, masivaya, O'ndan başkasına bütün bütün kapanır da O'nun hoşnutluğundan başka hiçbir isteği kalmaz.. bu haliyle de Hakk'ın murad ve matmah-ı nazarı "gözde"si bahtiyar bir ruh olur. İşte, biz Allah'ın muradı değilsek, O emanetini niçin bize versin ki?
Evet, bu hususta korkmalı, tir tir titremeli; her başarı ve muvaffakiyetten sonra o işe layık olup olmadığımız hususunu (liyakatimizi) masaya yatırmalı.. çok büyüten bir mercekle tavır ve davranışlarımıza bakmalıyız; "Acaba biz böyle bir ihsân-ı ilahî ve nimet karşısında şükür ve vefa vazifemizi yerine getirebiliyor muyuz?" İşte bu duyguyla kendi eksik ve kusurlarımızı sorgulamalıyız. Hani Muhasibî, muvakkaten aklından geçenleri, mesela bir anlık "Şu adam şu kadar iyi olsa..." şeklinde başkalarını kritiğe tabi tutmayı dahi büyük günah sayıyor ve onun ızdırabıyla yaşıyor. Davranış, fiil, ya da tavır değil, aklına gelip uğrayan sevimsiz şeyler hakkında bile "Benim aklım temiz olsaydı o kirin ne işi vardı onda!" diyor ve her an kendi muhasebesiyle uğraşıyor. Bizim şiarımız da bu olmalı ve biz sadece, masiva düşüncesinden hâlâ sıyrılamayan kendi nefsimizi kınayıp onu sorgulamalıyız.
Tasavvufta mürîd bir noktadan sonra murad olur. Yani, ömür boyu hep onu diler, hep onu ister. O'nun mürîdidir. Kendi güç ve kuvvetinden teberri edip Kudreti Sonsuz'un iradesine râm olur. Belli bir noktaya ulaşınca murad haline gelir. Yani; Hakk arzusuyla dopdolu olur, masivaya, O'ndan başkasına bütün bütün kapanır da O'nun hoşnutluğundan başka hiçbir isteği kalmaz.. bu haliyle de Hakk'ın murad ve matmah-ı nazarı "gözde"si bahtiyar bir ruh olur. İşte, biz Allah'ın muradı değilsek, O emanetini niçin bize versin ki?
Evet, bu hususta korkmalı, tir tir titremeli; her başarı ve muvaffakiyetten sonra o işe layık olup olmadığımız hususunu (liyakatimizi) masaya yatırmalı.. çok büyüten bir mercekle tavır ve davranışlarımıza bakmalıyız; "Acaba biz böyle bir ihsân-ı ilahî ve nimet karşısında şükür ve vefa vazifemizi yerine getirebiliyor muyuz?" İşte bu duyguyla kendi eksik ve kusurlarımızı sorgulamalıyız. Hani Muhasibî, muvakkaten aklından geçenleri, mesela bir anlık "Şu adam şu kadar iyi olsa..." şeklinde başkalarını kritiğe tabi tutmayı dahi büyük günah sayıyor ve onun ızdırabıyla yaşıyor. Davranış, fiil, ya da tavır değil, aklına gelip uğrayan sevimsiz şeyler hakkında bile "Benim aklım temiz olsaydı o kirin ne işi vardı onda!" diyor ve her an kendi muhasebesiyle uğraşıyor. Bizim şiarımız da bu olmalı ve biz sadece, masiva düşüncesinden hâlâ sıyrılamayan kendi nefsimizi kınayıp onu sorgulamalıyız.