Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Şahsiyetin oluşturulması

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Her insandaki "şahsiyet" /kişilik, "zihniyet" ve "nefsiyet’"ten meydana gelir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Her insandaki "şahsiyet" /kişilik, "zihniyet" ve "nefsiyet’"ten meydana gelir. Kişinin şeklinin, cisminin, boyunun posunun şahsiyetle ilgisi yoktur. Bunların hepsi kabuklar, dış görünüşlerdir. Dış görünüşlerin insanın şahsiyetine etki ettiğini veya kişiliğini belirleyen faktörlerden olduğunu sanmak yüzeyselliktir. Çünkü insan, aklı ile ayırt edilir. İnsanın davranışları onun "geri kalmışlığının" veya "kalkınmışlığının" delilidir. İnsanın hayattaki davranışları "mefhum"larına göredir. Dolayısıyla insanın davranışları ayrılmaz bir şekilde kesin bir bağ ile "mefhum"larına bağlıdır. Davranışlar; insanın içgüdü ve uzvi/organik ihtiyaçlarını doyurmak için yaptığı işlerdir. İnsan, ihtiyaçlarını doyurmak için zorunlu olarak kendisinde var olan "eğilim"lere göre hareket eder. Bu nedenle insanın "mefhum"ları ve "eğilim"leri şahsiyetinin temel direkleridir. Öyleyse mefhumlar nelerdir, nelerden meydana gelir ve sonuçları nelerdir? Eğilimler nelerdir, eğilimleri ortaya çıkartan faktörler ve eğilimlerin etkileri nelerdir? gibi soruların açıklanmasına gerek vardır.

Mefhumlar, kelimelerin anlamları değil, fikirlerin anlamlarıdır. Kelimeler, bazen vakıası bulunan bazen de vakıası bulunmayan manalara delalet eder. Örnek olarak;

Bazı adamları güreşe kalkıştığında

Omuzlarını geniş vücutlarını iri görürsün.

Üzerine hak bir dava yüklediğinde

Omuzlarının çöktüğünü

Çarpışmayı terk ettiğini görürsün.

Bu mısraları söyleyen şairin yazdığı şiirin manasını anlamak için her ne kadar düşüncede derinleşmek ve aydın düşünmek gerekse de, şiirdeki bu mısraların hissedilen bir vakıası vardır. Ancak bir de aşağıdaki şiirde ortaya konulan ifadelere bakalım.

Dediler ki; Savaşçı bir vuruşta

İki süvariyi mızrağa dizer de,

Savaş günü onu yüce görmez mi?

Ben de derim ki;

Eğer onun mızrağının Uzunluğu bir mil olsa

Süvarilerden bir mil boyu ölü dizecektir.

Bu şiirde ortaya konulan ifadelerin vakıası yoktur. Çünkü övülen savaşçı bir vuruşta iki süvariyi öldürmediği gibi bunu soran da olmadı. Üstelik bir mil uzunluğunda bir mızrak olmadığı gibi süvarileri dizmesi de mümkün değildir. Cümlelerle ortaya konulan bu anlamlar açıklanıp kelimeleri de yorumlanabilir. Ortaya konulan fikrin manasına gelince: Kelimenin içerdiği anlamın vakıası varsa, yani doğrulanan ve hissedilen bir şey gibi zihin onu tasavvur edebiliyor ve his de onu algılayabiliyorsa, zihninde tasavvur eden ve doğrulayan kimsede bu anlam mefhum haline gelir. Kendisi okusa veya bir başkası tarafından kendisine anlatılsa veya duysa dahi, anlamı zihninde tasavvur edemediği ve algılayamadığı sürece mana onda mefhum haline gelmez. Bu nedenle kişi, ister okuyarak isterse duyarak algılasın, sözleri fikri olarak alması gerekir. Yani cümlenin anlamını kendi istediği şekilde ve kelimelerle değil, cümlenin delalet ettiği anlamlara göre anlaması gerekir. Aynı zamanda bu anlamların vakıasını da zihninde somut bir şekilde kavramalıdır ki, vakıayı teşhis edebilsin ve anlamlar birer mefhum haline gelebilsin.

"Mefhum"lar; zihinde vakıası idrak edilebilen manalardır. Bu vakıa, ister dışarıda hissedilen bir vakıa olsun isterse hissedilen bir vakıaya dayalı olarak dışarıda var olduğu tam bir teslimiyetle kabul edilen bir vakıa olsun, zihinde idrak edilebiliyorsa bunlar birer mefhumdurlar. Bunların dışındaki cümlelerin ve kelimelerin anlamları mefhum olarak isimlendirilemez. Bunlar ancak soyut bilgilerdir.

Mefhumlar, ya vakıayı bilgilerle ya da bilgileri vakıayla ilişkilendirmekle meydana gelir. Bu oluşum vakıa ve bilgileri birbiri ile ilişkilendirme anında vakıa ve bilgilerin ölçüldüğü kaide veya kaidelere göre daha da netleşir. Yani vakıa ve bilgileri birbiriyle ilişkilendirme anındaki akletmesi, kavraması oranında billurlaşır. Böylece kişide, cümleleri ve sözleri anlayacak, somut vakıasıyla manaları idrak edecek ve bunlar hakkında hüküm verecek zihniyet meydana gelir. Buna göre zihniyet, bir şeyi akletme, idrak etme keyfiyetidir. Bir başka anlatımla zihniyet, tek bir kaideye veya belirli kaidelere göre vakıanın bilgilerle veya bilgilerin vakıayla ilişkilendirilmesi keyfiyetidir. İşte bu nedenle İslami zihniyet ile; komünist zihniyet, kapitalist zihniyet, karışık zihniyet ve düzenli zihniyet arasında fark vardır. Kişi de var olan mefhumların neticeleri ile insan, idrak ettiği vakıaya yönelik davranışlarını, vakıaya yönelme veya ondan yüz çevirme şeklinde görülen eğilimini belirler ve eğilimlerini seçkin bir eğilim ve zevk haline getirir.

"Eğilim"ler, ihtiyaçlarını doyurmak istediği eşyalar hakkında insanda var olan mefhumlarla bağlantılı olarak, ihtiyaçlarını doyurmaya yönelten yönelticilerdir. İnsandaki meyiller, organik ihtiyaçları ve içgüdüleri doyurmayı gerektiren dinamik güç/hayati güç tarafından ortaya çıkartılır. Bağlantı bu güç ile mefhumlar arasında olur.

Tek başına bu meyiller/eğilim yani hayat hakkındaki mefhumlarla bağlantılı olan yönelticiler insanın nefsiyetini/"davranış biçimini" oluşturur. "Nefsiyet", içgüdüleri ve organik ihtiyaçları doyurma keyfiyetidir. Diğer bir ifade ile, ihtiyaçları doyurmaya yönelten faktörlerin mefhumlarla ilişkilendirilmesi keyfiyetidir. Nefsiyet, hayat hakkındaki mefhumlarla bağlantılı olarak, eşya hakkında insanda var olan mefhumlarla, insanın içinde doğal olarak var olan yönelticiler arasındaki bağlantından meydana gelen zorunlu bir sentezdir.

İşte bu "zihniyet"/düşünüş biçimi ve "nefsiyet"/davranış biçimi ile "şahsiyet" oluşur. Akıl ve idrak insanın fıtratında bulunmasına, her insanda kesin olarak var olmasına rağmen zihniyet, ancak insanın fiili ile meydana gelir. Meyiller de insanla beraber yaratılmış olmasına ve her insanda kesinlikle bulunmasına rağmen nefsiyet de insanın fiili ile oluşturulur. Ancak bilgiler ile vakıayı birbirine bağlama esnasında, bunları ölçmede kullanılacak kaide veya kaidelerin bulunması ile netleşir ve mefhum haline gelir. Yöneltici faktörler ile mefhumlar arasında meydana gelen sentez, yönelticileri billurlaştırır ve eğilim/meyil haline getirir. Bağlama anında insanın bilgileri ve vakıayı ölçmede kullandığı kaide veya kaideler nefsiyetin ve zihniyetin oluşumunda yani belirli bir şahsiyetin oluşumunda en büyük etkendirler. Zihniyetin oluşumunda kullanılan kaide ve kaideler, nefsiyetin oluşumunda kullanılan kaide veya kaidelerle aynı olmazsa insanda bulunan zihniyet ve nefsiyet birbirinden farklı olur. Çünkü o zaman insan, eğilimlerini iç dünyasında var olan kaide veya kaidelere göre ölçer. Yöneltici faktörlerini zihniyetini oluşturan mefhumların dışındaki mefhumlarla bağlar. Bu durum da ise fikirleri ile eğilimleri başka başka, birbirine zıt, farklı olur. Böylece seçkin olmayan bir şahsiyete sahip olur. Çünkü kelimeleri ve cümleleri anlayışı, vakıayı idrakı, eşyaya olan meylinden farklı bir şekilde meydana gelmektedir.

Bu nedenle şahsiyetin tedavi edilebilmesi ve seçkin bir şahsiyetin oluşturulabilmesi, insanın zihniyeti ve nefsiyeti için aynı anda ancak tek bir kaidenin bulunması ile gerçekleşir. Yani bağlantı kurma esnasında bilgilenme ve vakıayı değerlendirmede kullanılan kaidenin, yönelticilerle mefhumlar arasındaki sentezin sağlanmasında da aynen kullanılmasıyla tek bir kaide ve tek ölçü üzere seçkin bir şahsiyet oluşur.

Devam edecek
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
İslâmî Şahsiyet

İslâm, diğer şahsiyetlerden tamamen farklı ve seçkin bir şahsiyet oluşturmakla insanı eksiksiz bir şekilde tedavi etmiştir. İslâm, İslâm akidesini, üzerine fikirlerini oturtacağı ve bu esasa göre de mefhumlarını oluşturacağı “fikri kaide” haline getirmiştir. İslâm akidesiyle ölçmek suretiyle doğru fikir ile yanlış fikir birbirinden ayırt edilir. Fikri kaide olmasından dolayı fikirler, İslâm akidesi üzerine bina edilir. Bu akide üzere zihniyet meydana gelir. İnsan, bu fikri kaide ile seçkin bir zihniyete sahip olur. Kendinde fikirler için doğru ölçüler bulunur. Böylece fikir sapmasından emin olur. Bozuk fikirleri reddeder. Doğru fikir ve sağlam bir kavrayış üzerinde kalır.

Aynı zamanda İslâm, insanın içgüdü ve organik ihtiyaçlarından kaynaklanan davranışlarını, bu akideden çıkan şer’i hükümlere göre dosdoğru bir şekilde tedavi eder. İç güdüleri en güzel bir şekilde düzenleyip onları ne baskı altında tutar ne de tamamen salıverir. İnsan için, huzur ve istikrar sağlamaya yönelik olarak ihtiyaçlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde doyurabileceği bir ortam hazırlar. İslâm, İslâm akidesini akli bir akide olarak düzenledi. Böylece İslâm akidesi, fikirleri ölçmek için fikri kaide olmaya elverişli hale geldi. Aynı zamanda bu akideyi, insan, hayat, kâinat hakkında külli bir fikir haline getirdi. Bu külli fikir ile kâinatta yaşayan canlı bir varlık olan insanın içindeki ve dışındaki problemlerini çözüme kavuşturdu ve İslâm’ı, genel bir mefhum olmaya elverişli hale getirdi. Yani İslâm’ı, yönlendirici faktörler ile mefhumlar arasında sentez sağlama işlemi esnasında doğal olarak kullanacağı, eğilimleri için bir esas olarak alabileceği ölçü haline getirdi. Böylece İslâm, insanda, mefhumları ve eğilimleri için kesin bir ölçü olarak kullanabileceği, aynı anda zihniyeti ve nefsiyeti için de geçerli olabilecek kesin bir kaide meydana getirdi. Bu şekilde de diğer şahsiyetlerden tamamen farklı seçkin bir şahsiyet oluşturdu.

Buna göre İslâm’ın, İslâm akidesi ile İslâm şahsiyetini oluşturduğunu, aynı akide ile insanın zihniyetini ve nefsiyetini meydana getirdiğini görüyoruz. Bundan dolayı İslâmi zihniyet, yalnızca İslâm’a göre düşünen zihniyettir. İslâmi zihniyet sadece düşünen ve bilen zihniyet değil, hayat hakkındaki düşünceleri için genel ölçü olarak sadece İslâm’ı ölçü kabul eden zihniyettir. Hem ameli, hem de vakıa ile ilgili düşüncelerinin tamamı için İslâm’ı ölçü olarak ele almadıkça insanda İslâmi zihniyet/düşünüş biçimi meydana gelmez.

İslâmi nefsiyet ise bütün eğilimlerini İslâm esası üzerine kuran nefsiyettir. Yani sadece şiddetli ve tutucu bir şekilde kendisini ibadete vermek değil, doyurulmak istenen ihtiyaçlarının tamamı için yalnızca İslâm’ı genel ölçü haline getiren nefsiyettir. Pratikte ve gerçekte ihtiyaçlarının tamamını İslâmi ölçülere göre doyuran kimsede İslâmi nefsiyet meydana gelir. Alim veya cahil oluşuna bakılmaksızın farzları ve mendupları yerine getiren, haramları ve mekruhları terk eden veya bunlarla beraber müstehab olan itaatları yapan ve şüphelerden kaçınan kimsede, bu zihniyet ve nefsiyet ile “İslâm şahsiyeti” oluşur. Bu tür niteliklere sahip olan herkeste “İslâm şahsiyeti”nin varlığından bahsedebiliriz. Çünkü İslâm’a göre düşünen ve hevasını İslâm’a uyduran herkes İslâm şahsiyetine sahiptir.

Evet İslâm, bu zihniyetin gelişmesi, her fikri ölçmede yeterli güce sahip olabilmesi için kişinin İslâm kültüründen daha fazla beslenmesini emretmektedir. Yine İslâm, İslâm’a ters düşen her eğilimi reddedebilme gücüne sahip olabilmesi ve bu nefsiyeti kuvvetlendirebilmesi için farzlardan öte şeyleri, mendupları ve mustehapları yapmayı emretmekte ve haramlardan öte şeyleri, mekruhları da yasaklamaktadır. Ancak bütün bunlar şahsiyeti yükseltmek ve en üst seviyeye ulaştırma yolunda yürümek için vardır. Fakat bu ifade, bu niteliklere sahip olmayanlarda İslâm şahsiyetinin olmadığı anlamına gelmez. Davranışları ile İslâm’a bağlı kalan avamdan kimseler ve sadece farzları yerine getirmek, haramları da terk etmekle yetinen eğitim görmüş kimseler de İslâm şahsiyetine sahiptirler. Her ne kadar kuvvet bakımından aralarında fark olsa da bunların tamamı İslâm şahsiyetine sahip kimselerdir. Bir insanın İslâmi şahsiyete sahip olmasına hüküm verirken önemli olan, kişinin düşüncelerine ve eğilimlerine İslâm’ı esas kılmasıdır. İslâmi şahsiyetler, İslâmi zihniyetler ve İslâm’ı nefsiyetler arasındaki farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. “İslâmi şahsiyeti” melek olarak tasavvur eden bir çok kimse de bu nedenle yanılmaktadır. Kesinlikle insanlar arasında melek bulunmadığı halde melekler arayanların topluma vermiş oldukları zarar gerçekten de pek büyüktür. Hatta kendilerinde bile böyle bir özelliği bulamadıkları için ümitsizliğe düşmekteler ve ellerini Müslümanlardan çekmektedirler. Bu hayalciler İslâm’ın ancak hayal olduğunu, İslâm’ın yüksek ideallerden ibaret olduğunu dolayısıyla insanın İslâm’ı hayatta uygulamasının ve bu uygulamalara sabretmesinin mümkün olmadığını ispatlamaya çalışırlar. Böylece insanlar İslâm’dan, yüz çevirmekte bir çoklarını İslâm’ı yaşamaktan uzaklaştırarak onları amelde felce uğratmaktadırlar. Halbuki İslâm, uygulanmak için gelmiş pratik bir din olup vakıadaki problemleri tedavi eden, uygulanması zor olmayan bir dindir. Kişi İslâm akidesini idrak ettikten sonra İslâmi şahsiyete sahip olunca, insandaki düşünce ne kadar zayıf olursa olsun veya içgüdü ve organik ihtiyaçları ne kadar kuvvetli olursa olsun her insan İslâm’ı kolaylıkla kendisine uygulayabilir. Çünkü, İslâm akidesini mefhumları ve eğilimleri için ölçü olarak almakla ve bu doğrultuda yürümekle kesinlikle İslâm şahsiyetine sahip olur. Artık bundan sonra yapacağı şey zihniyetini geliştirmek için İslâmi kültürünü, nefsiyetini kuvvetlendirmek için de itaatını artırmak, yükselme yolunda yürümek, bu yolda sebat göstermek, hatta yücelerin yücesine yürümektir. Çünkü o, fikirlerini İslâm akidesi ile tedavi etmiştir. İslâm akidesini, hayat hakkındaki fikirlerini üzerine bina edeceği fikri kaide haline getirmiştir. İslâm akidesini, üzerine düşüncelerin oturtulacağı fikri kaide haline getirip, fikirleri İslâm akidesi ile ölçtüğünde doğru fikir ile yanlış fikir arasında ayırımı yapabilecek kimse olur. Böylece fikir hatasına düşmekten emin olur. Bozuk fikirlerden kendisini korur, doğru fikir ve sağlam idrakla başbaşa kalır. Meyillerini şer’i hükümlere göre tedavi etmekle de içgüdü ve organik ihtiyaçlarından kaynaklanan amellerini tedavi anında, içgüdüleri yok ederek, baskı altında tutarak veya tamamen başıboş bırakarak değil, onları düzene sokarak dosdoğru bir şekilde tedavi etmiş olur. İnsan için, açlıklarının tamamını birbiriyle uyumlu, insanda istikrar ve huzur sağlamaya yönelik bir şekilde doyuracağı ortam hazırlar. Böylece akla ve delile dayalı olarak İslâm’a sımsıkı sarılan Müslüman, İslâm’ı eksiksiz bir şekilde hayatında uygular ve Allah’ın hükümlerini doğru şekilde anlar. Üstelik bu Müslüman, İslâm akidesini düşüncelerine esas almakla İslâmi zihniyete sahip, İslâm akidesini meyilleri için esas almakla da İslâmi nefsiyete sahip olur. Diğer şahsiyetlerden apayrı bir şahsiyet haline gelir. Bu nedenle İslâm şahsiyetine sahip olanlar için özel sıfatlar vardır. İnsanlar arasında bu ayrıcalıkları ile tanınırlar ve onlar adeta insanlar içinde özel alametleri ile belirginleşirler. Müslümanın sahip olduğu bu sıfatlar, Allah’ın emir ve yasaklarına bağlı kalmasının ve Allah ile olan bağını idrak etmesine binaen, amellerini Allah’ın emir ve yasaklarına göre yürütmesinin kesin sonucudur. Bu nedenle Müslüman, şer’i hükümlere ancak Allah’ın rızasını kazanmak için bağlanır.

Müslüman, İslâmi zihniyete ve İslâmi nefsiyete sahip olduğu zaman, kendinde merhameti ve sertliği, takvayı ve nimetleri bir arada toplayabilen, hayatı doğru bir şekilde anlayan, gerektiği kadar dünyaya yönelen, ahireti kazanmak için bütün gücüyle çalışan aynı anda hem asker hem de lider olmaya elverişli şahsiyet olur. Ona ne dünyaya tapanların sıfatları, ne Hint çilekeşliği (fakirliği) ne de dünyadan elini eteğini çeken kimsenin hali etki edebilir. O, cihadda kahraman iken aynı zamanda mihrabın dostudur. Güçlü olduğunda da mütevazidir. Liderlik ile fakihliği, ticaret ile siyaseti bir arada barındırır. Onun özelliklerinin en üstünü onu yoktan yaratan yaratıcısı Allah’ın kulu olmasıdır. Bunun için onu, namazında huşuda, yüreği Allah korkusu ile dolu, boş sözlerden yüz çeviren, zekâtını veren gözünü haramdan çeviren, kendisine verilen emanetleri muhafaza eden, ahdine vefakâr, verdiği sözü yerine getiren ve Allah yolunda cihad eden bir kimse olarak bulursun, İşte Müslüman budur. İşte mü’min budur. İnsanı, insanoğlunun en hayırlısı kılan, İslâm’la yoğrulmuş İslâm şahsiyeti işte budur.

Allahu Teâla Kur-an’ı Kerim’de Allah’ın Rasülünün, ashabının, mü’minlerin, Rahman’ın kullarının ve mücahitlerin sıfatlarını zikrettiği bir çok ayette bu şahsiyeti böylece nitelemektedir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

"Muhammed Allah’ın Rasülüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı sert zorlu, kendi aralarında merhametlidirler."Fetih 29

"İlk Muhacir’ler ve Ensar’dan kişilerle ihsan ile onlara uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah’tan hoşnutturlar." Tevbe 100

"Mü’minler gerçekten felah bulmuşlardır. Ki onlar namazlarında huşu içindedirler. Onlar boş sözlerden yüz çevirirler. Onlar zekâtlarını verirler."Müminun 1-4

"Rahman’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde mütevazi olarak yürürler, bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman selam deyip geçerler. Onlar ki gecelerini Rab’ları için secdeye vararak ve kıyama durarak geçirirler."Furkan 63-64

"Fakat peygamber ve ona iman etmiş olanlar; mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. Bütün hayırlar işte onlarındır. Ve işte onlar felaha erenlerin kendileridir. Onlar için Allah, içinde ebedi kalacakları ve zemininde ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük kurtuluştur." Tevbe 88-89

"Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, Allah yolunda seyahat edenler, rukü edenler, marufu emredenler, münkeri nehy edenler, Allah’ın hududunu koruyanlardır. Mu’minleri müjdele
." Tevbe 112


Devam edecek
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Şahsiyetin Oluşturulması

Eşyaları belirli bir keyfiyete göre idrak eden insanda belirli bir zihniyet oluşur. Eşya hakkındaki mefhumlarla kesin bir sentez yoluyla billurlaşmış halde bulunan, açlıkları doyurmaya sevk eden yönelticileri, hayat hakkındaki belirli mefhumlarla bağladığında, belirli bir nefsiyet oluşur. Hayat hakkındaki mefhumları ile, eşyaları idrak ederken ve bunlara meyil gösterirken esas aldığı mefhumlar birleştiğinde belli bir şahsiyete sahip olur. Böylece şahsiyet, eşyaları akletme ve yönelme esnasında insanda tek esasa dayalı tek yön belirlemektir. Buna binaen insandaki “fikirleri” ve “meyilleri” tek bir esasa göre oluşturmakla şahsiyet oluşur. Bu esas ise bazen tek olur, bazen de çok sayıda olur. Eğer çok sayıda olursa, fikir ve meyiller için adeta birçok kaide konulmuş olur. Bu durumda da şahsiyet vardır. Ancak bu şahsiyetin rengi belli değildir. Düşünce ve meyiller için yalnızca tek bir esas konulduğunda meydana gelen insan şahsiyetinin rengi ise bellidir. İnsan için gerekli olan şahsiyet de budur. Fertler belirli özelliklerle donatılmaya kalkışıldığında uğraşılması gereken şey de budur. Zaten her ne kadar genel olan her fikir, fikir ve meyiller için esas olabilirse de, bu bütün eşyalar için değil ancak bir takım şeyler için mümkün olur. Her genel fikir, insan hayat ve kâinat için bir fikir özelliğini taşımadıkça bütün şeyler için kapsamlı bir esas olmaya elverişli olamaz. Çünkü külli fikir, bütün fikirlerin üzerine oturtulacağı ve bütün bakış açılarını belirleyen fikri kaidedir. Çünkü o, hayat işlerinin düzenlenmesi ile alakalı fikirleri kendisine bağlamaya elverişli ve hayatta insanın davranışlarını etkileyen yegâne akli akidedir.

Şu var ki, her külli fikrin yani akli akidenin, eğilimler ve tefekkür için kapsamlı ve genel bir esas olmaya elverişli olması onun doğru bir temel düşünce olduğu anlamına gelmez. Doğru olup olmadığına bakılmaksızın onun esas olmaya elverişli olduğu anlamına gelir. Bu esasın doğru olup olmadığının delili, insan fıtratına uygunluğudur. Akli akide insan fıtratına uygun ise o, doğru bir akide, düşünce ve meyiller için, yani şahsiyetin oluşması için doğru bir esastır. Eğer insan fıtratına uygun değilse batıl bir akidedir ve batıl bir esastır. Akidenin insan fıtratına uygun olması demek, insan fıtratında var olan acizliği ve düzen sahibi bir yaratıcıya muhtaçlığı kabul eder olması demektir. Diğer bir ifade ile dindarlık içgüdüsüne uygun olması demektir.

İslâm akidesi, insan fıtratında var olan tedeyyünü/ dindarlığı kabul eden tek akli akidedir. Çünkü İslâm akidesinin dışındaki akidelerin dindarlık içgüdüsüne uygunluğu akıl yerine vicdan yoluyla sağlandığı için akli bir akide sayılmaz. Veya akli bir akide olsa dahi insan fıtratına yani dindarlık içgüdüsüne uygun olmaz.

Bu nedenle yalnızca İslâm akidesi doğru akidedir. Sadece İslâm akidesi tefekkür ve meyiller için esas olmaya elverişlidir. Bu nedenle insandaki şahsiyetin, düşüncesi ve meyilleri için esas olarak kabul edeceği akli akideye göre oluşması gerekir. Madem ki İslâm akidesi tek doğru akide ve tek doğru esastır, öyleyse şahsiyet oluşturulurken, İslâmi şahsiyet yani seçkin ve üstün şahsiyet oluşuncaya kadar meyilleri ve düşünceleri için insanın İslâm akidesini tek esas olarak alması gerekir. Dolayısıyla tek bir fertteki İslâmi şahsiyet, düşünce ve meyillerin İslâm akidesi üzerine bina kılınmasıyla oluşur. İslâmi şahsiyet işte böyle oluşur. Ancak bu oluşum sonsuza dek devam edecek bir şahsiyet anlamına gelmeyip sadece şahsiyetin oluştuğu anlamını ifade eder. İslâm akidesi üzerine oturtulan bu şahsiyetin devamlılığı garantili değildir. Çünkü insanın bazen düşüncesinde bazen de eğilimlerinde İslâm akidesinden dönüş olabilir. Bu dönüş, bazen dalalet/İslâm’dan çıkma şeklinde bazen de fasıklık şeklinde görülür. Ferdin İslâmi şahsiyet üzere devam edebilmesi için hayatının her anında düşünce ve meyillerinin İslâm akidesi üzerinde kalmasına dikkat etmek gerekir. Bu şahsiyetin oluşturulmasından sonra “zihniyet”in ve “nefsiyet”in geliştirilmesine çalışılarak şahsiyet geliştirilir. “Nefsiyet”, yaratıcıya ibadet etmek ona itaatla yaklaşmak ve her şeyde bütün meyillerini İslâm akidesi üzere bina kılmaya devam etmekle geliştirilir. “Zihniyet” ise İslâm akidesine göre kurulu fikirleri açıklamak ve İslâm kültürüyle izah etmekle geliştirilir.

Rasulullah (a.s.m)'in de uyguladığı, şahsiyeti oluşturma ve geliştirme metodu budur. Rasulullah (a.s.m), İslâm akidesine çağırarak insanları İslâm’a girmeye çağırıyordu. Müslüman olduklarında ise onlarda bu akideyi kuvvetlendirmeye, fikirlerinin ve meyillerinin bu akide üzerinde olmasına özen gösteriyor ve onlara şöyle diyordu:



“Arzuları benim getirdiğime uygun olmadıkça sizden hiç biriniz iman etmiş sayılmaz.”
(Ebu Naim ve Nasr b. İbrahim El-Muktesi rivayet edip sahih olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Nevevi de sahih olduğunu söylemiştir.)



“Akletmekte olduğu aklı ben olmadıkça sizden hiç biriniz iman etmiş sayılmaz.”
(Buhari, Müslim)

Kur’an’dan kendisine indirilen Allah’ın ayetlerini onlara açıklıyor, Müslümanlara İslâm ve hükümlerini öğretiyordu. Onun zamanında ona uyma ve onun getirdiklerine göre hareket etme sayesinde peygamberlerin şahsiyetinden sonra kâinatta şahsiyetlerin en üstünü oluşturuldu.

Buradan da anlaşılmaktadır ki fertte, İslâmi şahsiyeti oluşturmada başlangıç noktası, İslâm akidesini yerleştirmek ve ardından da bu akide üzerine düşüncelerini ve meyilleri oturtmaktır. Sonra da itaatları yerine getirmesine ve fikirlerle kültürleşmesine çaba harcanır.


Devam edecek
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Davranış Bozuklukları

Müslümanların birçoğunda İslâm akidesine ters işler görülmektedir. Yine birçok İslâmî şahsiyette İslâm şahsiyetiyle çelişen davranışlara şahit olunmaktadır. Bazıları İslâm akidesine ters düşen amellerin kişiyi İslâm’dan çıkardığını sanmaktadırlar. Yine bir Müslüman’da dinine bağlı Müslüman sıfatıyla çelişen davranışların görülmesi ile onun İslâmî şahsiyete sahip olmaktan uzaklaştığını zannetmektedirler.

Gerçekte ise, Müslüman’da davranış bozukluklarının varlığı onu İslâmî bir şahsiyet olmaktan çıkarmaz. Zira insan bazen mefhumlarını akidesi ile bağlamama gafletine düşebilir. Veya kendisinde var olan mefhumların İslâm akidesi ile veya İslâm şahsiyeti ile çeliştiğini bilmeyebilir. Veya şeytanın onun kalbine baskın gelir de amellerinden bazılarında kalbi İslâm akidesine karşı katılaşabilir ve böylece bu akideye ters düşen işleri yapabilir. Veya dinine bağlı Müslüman’ın sıfatlarıyla çelişen ya da Allah Subhenehû ve Teala’nın emir ve yasaklarına zıt olan hareketleri yapabilir. Ancak bu amellerin hepsini veya bir kısmını yapmakla birlikte düşünme ve meyillerine İslâm akidesini esas almaktan ve ona bağlılıktan da vazgeçmemiştir. Bu nedenle böylesi durumlarda kişinin İslâm’dan çıktığını veya İslâm dışı şahsiyete sahip olduğunu söylemek doğru olmaz. Her ne kadar bazı amellerinde asi olsa da İslâm akidesini benimsemeye devam ettiği müddetçe Müslüman’dır. İslâm akidesini düşünme ve meyilleri için esas olarak almaya devam ettikçe bazı davranışlarda fıska düşse de İslâmî şahsiyete sahiptir. Bir takım amellerinde ve davranışlarda bozukluklar bulunsa da düşünme ve meyilleri için İslâm akidesini esas almasına ve İslâm akidesine inanmasına itibar edilir.

Sözle veya amelle İslâm akidesine olan bağlılığını terk etmedikçe Müslüman İslâm’dan çıkmaz. Düşünme ve meyillerinde İslâm akidesinden uzaklaşmadıkça yani düşünme ve meyillerine İslâm akidesini esas almaktan vazgeçmedikçe İslâm şahsiyetinden çıkmış sayılmaz. Eğer İslâm akidesinden uzaklaşırsa İslam şahsiyeti olmaktan çıkar, uzaklaşmazsa İslam şahsiyeti olarak kalır.

Bu nedenle, bile bile İslâm akidesini inkâr etmediği için kişi Müslüman olabilir. Böyle bir kişi Müslüman olmakla beraber İslâm şahsiyeti olmayabilir. Çünkü o, İslâm akidesine inanmakla birlikte, düşünme ve meyilleri için İslâm akidesini esas almamaktadır.

Zira mefhumların İslâm akidesi ile olan bağlantısı otomatik olmadığından dolayı da mefhum her zaman akideye göre hareket etmez. Bu bağ, kendisinde dönme ve ayrılma kabiliyeti bulunan bileşik bir bağdır. Bunun için Müslüman’ın bir takım amellerinde Allah Subhenehû ve Teala’nın emir ve yasaklarına muhalefet ederek asi olması yadırganmamalıdır. Zira kişi vakıanın, davranışı akideye bağlamakla çeliştiğini görebilir. Bazen insan, çıkarı olduğu hayaline kapılarak bir fiili işler, sonra ise hatasını anlar, pişman olur ve Allah Subhenehû ve Teala’ya döner. Bu şekilde Allah Subhenehû ve Teala’nın emir ve yasaklarına muhalefet eden kişi, akidenin yokluğu ile itham edilmemelidir. Akidesi ile değil, yalnızca bu davranışı ile kınanması gerekir. Bu nedenle asi veya fasık olan kimse hemen mürted sayılmaz. Sadece isyan ettiği amelinden dolayı asi Müslüman sayılır ve yalnızca o suçundan dolayı cezalandırılır. İslâm akidesine inandıkça da Müslüman olarak kalır. Düşünme ve meyilleri için İslâm akidesini esas olarak aldığı, bu esasa herhangi bir zarar gelmediği, İslâm akidesinde şüpheye düşmediği sürece, sadece gaflette bulunmasıyla veya bir kere şeytanın aldatmasıyla onun İslâm şahsiyetinden çıktığı söylenemez, o kişiye güvensizlik ve noksanlık gözüyle bakılmaz.

Nitekim Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem zamanında Sahabe ile bu şekilde birkaç olay vuku bulmuştur. Sahabe bazı emir ve yasaklara muhalefet ettiği halde, muhalefeti sebebiyle İslâm’dan çıkmakla itham edilmedi. Bu davranışlar, onun İslâm şahsiyeti oluşunu da etkilemedi. Çünkü onlar beşerdiler, melek değillerdi. Onlar, diğer insanlar gibiydiler, masum da değillerdi. Zira onlar nebi değildiler.

- Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in, gizlenmesi hususunda çok hırslı olduğu halde Sahabeden Hatıb b. Ebi Beltaa, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in Kureyşlilerle savaşacağı haberini Kureyş kâfirlerine göndermişti.

- Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem, bir konu hakkında kendisiyle konuşmakta olan kadına, Fadl b. Abbas’ın şehvetle üst üste baktığını görünce Fadl’ın yüzünü eliyle başka tarafa çevirdi.

- Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem kendilerini terk etmeyeceğine dair Ensar’la biatlaştığı halde, Mekke”nin fethedildiği sene Ensar, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in kendilerini terk edip ehline (Mekke’ye) döneceğini konuşuyorlardı.

- Huneyn’de ise, sahabenin büyükleri bile savaşın ortasında az bir grupla birlikte Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’i bırakarak kaçtılar.

Ve daha bunun dışında vuku bulan birkaç olaydan dolayı Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bu suçları işleyenleri Müslüman olmamakla itham etmedi ve bu durum onların İslâmî şahsiyetlerini de etkilemedi.

Sadece bu örnekler, davranışlarda meydana gelebilecek bozuklukların Müslüman’ı, İslâm’dan ve İslâmi şahsiyet olmaktan çıkarmayacağına delil olarak yeter.

Ancak bu ifadeler, Allah Subhenehû ve Teala’nın emir ve yasaklarına muhalefet etmenin mübah olduğu anlamına da gelmez. Allah Subhenehû ve Teala’nın emir ve yasaklarına muhalefetin haramlılığı ve keraheti şüphesizdir. Bu, İslâmi şahsiyetin, dinine sımsıkı bağlı Müslüman niteliklerine muhalefet edilebileceği anlamına gelmez. Elbette ki, dinine sımsıkı bağlanma özelliği İslâm şahsiyetini oluşturmak için gereklidir. Müslüman’ın davranışlarındaki bu bozukluklar, Müslümanların beşer olduğu, İslâmî şahsiyetlerin de melekler değil insanlar olduğunun ifadesidirler. Onlarda meydana gelen sürçmeler cezalandırılmaları gereken türden bir suç ise bu günahları nedeniyle Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmüne göre cezalandırılırlar. Fakat onlar İslâm dışı şahsiyetler olmakla itham edilemezler.

Asıl olan kişide İslâm akidesinin varlığından, İslâm şahsiyetini oluşturan düşünme ve meyillerini İslâm akidesine göre şekillendirdiğinden emin olmaktır. Temel sağlam olduğu, düşünme ve meyilleri İslâm akidesine göre bina edildiği sürece, ara sıra görülebilecek yanılgılar veya davranışlarındaki bozukluklar nedeniyle kişi İslâm şahsiyetine sahip olmamakla itham edilemez.

Eğer akidesi bozuk olursa, davranışları İslâm’ın hükümlerine göre olsa bile kişi İslâm’dan çıkmış sayılır. Çünkü bu durumda kişi, İslâm akidesinin dışında -ya geleneklere, ya toplumun gidişatına, ya menfaatlerine, ya da başka şeylere- inanmaktadır. Fakat İslâm akidesine inandığı halde, bina üzerindeki hususlarda dengesizlik olursa -davranışlarını çıkarcılık esasına göre yürütürse veya davranışlarına aklı esas alırsa- o kimse akidesinin selametinden dolayı Müslüman sayılır. Ancak böyle bir kişi, İslâm davetini taşıyanlardan olsa bile hatta bütün davranışları İslâmî hükümlere uygun olsa bile İslâmi şahsiyet sayılmaz. Çünkü İslâm akidesine inanarak düşünme ve meyilleri İslâm akidesi üzerine bina etmek ancak insanı İslâmi şahsiyet kılar.

Bu nedenle İslâm’ı sevdikleri, İslâm’ın muzaffer olmasını istedikleri halde düşünmelerini İslâmî fikirlere ve hükümlere göre değil de, akıllarına veya çıkarlarına veya arzularına göre yürüten kimseleri bu davranışlarından dolayı uyarmak ve sakındırmak gerekir. Bu tür kimseler, İslâmî hükümlerin ve düşüncelerin büyük bir bölümünü bilmelerine ve İslâm akidesinden de çıkmamalarına rağmen, bu tür davranışın onları, İslâmi şahsiyet olmaktan uzaklaştıracağı hususunda uyarılmalıdırlar.

İslâm akidesine inanmak, Resulün getirdiklerine bütün olarak, kesin delille sabit olanlara da ayrı ayrı, gönül rızasıyla isteyerek ve teslimiyetle iman etmek anlamına geldiğine dikkat çekmek gerekir. Sadece bilmenin yeterli olmayacağını bilmek gerekir. İslâm’da, kesin delille sabit olan en ufak bir şeyi reddetmek, kişiyi İslâm akidesinden ayırır ve çıkarır. İslâm, iman ve kabullenme yönüyle parçalanmayı kabul etmeyen bir bütündür. Bütünsel bir kabullenmenin dışındaki bir kabul İslâm’da caiz değildir. İslâm’ın bir kısmından vazgeçmek ise küfürdür. Bu nedenle dinin hayattan ve devletten ayrı olduğuna inanmak açık küfürdür. Allahu Teâla şöyle demektedir:

إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَيُرِيدُونَ أَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللَّهِ وَرُسُلِهِ وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍ وَيُرِيدُونَ أَنْ يَتَّخِذُوا بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً (150) أُوْلَئِكَ هُمْ الْكَافِرُونَ حَقًّا “Doğrusu; Allah’ı ve resullerini inkâr edenler, Allah ile resullerinin arasını ayırmak isteyenler, bir kısmına inanır, bir kısmını da inkâr ederiz diyerek, bu ikisinin arasında bir yolu tutmak isteyenler; işte onlar gerçekten kâfir olanlardır....”
Nisa: 150-151
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Kıyamet Gününe İnanmanın Anlamı

Kıyamet gününe inanmak; yeniden dirilmeye inanmaktır. Kıyamet, dünyadaki bütün yaratıkların yok edildiği bir vakittir. Dünyada olanlar ölürler sonra da Allahu Teala ölüleri ve çürümüş bir haldeki kemiklerini diriltir. Dünyada olduğu gibi vücutlarını eski haline getirir ve ruhlarını onlara geri döndürür. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

ثُمَّ إِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ تُبْعَثُونَ “Sonra siz, kıyamet gününde muhakkak diriltileceksiniz.”[1]

ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّهُ يُحْيِ الْمَوْتَى وَأَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (6) وَأَنَّ السَّاعَةَ آتِيَةٌ لا رَيْبَ فِيهَا وَأَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَنْ فِي الْقُبُورِ “İşte böyle. Muhakkak ki Allah hakkın kendisidir. Doğrusu ölüleri O diriltir. Ve O, her şeye kadirdir. Kıyamet saati mutlaka gelecektir. Onda hiç şüphe yoktur. Ve Allah, kabirlerde olanları diriltecektir.”[2]

قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ (78) قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ “Çürümüş kemikleri diriltecek kimdir? dedi. De ki: Onları ilk defa yaratan, diriltecektir.”[3]

قُلْ إِنَّ الأوَّلِينَ وَالآخِرِينَ (49) لَمَجْمُوعُونَ إِلَى مِيقَاتِ يَوْمٍ مَعْلُومٍ “De ki; Şüphesiz hem öncekiler, hem sonrakiler, belli bir günün belli bir vaktinde mutlaka toplanacaklardır.”[4]

Kıyamet gününe inanmak demek aynı zamanda insanlara kitaplarının verilmesine inanmak demektir.

Allahu Teâla şöyle buyurur:

وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَائِرَهُ فِي عُنُقِهِ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَابًا يَلْقَاهُ مَنشُورًا (13) اقْرَأْ كِتَابَكَ “Her insanın işlediklerini boynuna dolarız. Ve onun için kıyamet gününde açılmış bulacağı bir kitap çıkarırız ve kitabını oku deriz.”[5]

Mü’minlerin kitapları sağ taraflarından verilir. Kâfirlerin kitapları ise sol taraflarından verilir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ (7) فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا (8) وَيَنقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا (9) وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ وَرَاءَ ظَهْرِهِ (10) فَسَوْفَ يَدْعُو ثُبُورًا (11) وَيَصْلَى سَعِيرًا “Kimin de kitabı sağından verilirse; kolayca bir hesap ile muhasebe edilecektir. Ve ailesine de sevinçli olarak dönecektir. Ama kimin de kitabı arkasından verilirse; derhal helakını temenni edecektir. Ve çılgın aleve girecektir.”[6]

وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِشِمَالِهِ فَيَقُولُ يَالَيْتَنِي لَمْ أُوتَ كِتَابِي (25) وَلَمْ أَدْرِ مَا حِسَابِي (26) يَالَيْتَهَا كَانَتْ الْقَاضِيَةَ (27) مَا أَغْنَى عَنِّي مَالِي (28) هَلَكَ عَنِّي سُلْطَانِي (29) خُذُوهُ فَغُلُّوهُ (30) ثُمَّ الْجَحِيمَ صَلُّوهُ (31) ثُمَّ فِي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعًا فَاسْلُكُوهُ “Kitabı solundan verilmiş olana gelince der ki: ‘Keşke kitabım bana verilmeseydi de hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke bu iş son bulmuş olsaydı. Malım hiç fayda vermedi bana. Gücüm de yok olup gitti benden.’ Tutun onu da bağlayın. Sonra cehenneme salın onu. Sonra da onu, boyu yetmiş arşın olan zincire vurun.”[7]

Kıyamet gününe iman Cennet ve Cehennemin hak olduğuna inanmak demektir.

Cennet Allah Subhenehû ve Teala’nın mü’min kulları için yaratılmış bir yurttur. Kâfirler ebediyen oraya giremezler. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ “Eni göklerle yer kadar olan cennete koşun. O cennet takva sahipleri için hazırlanmıştır.”[8]

وَنَادَى أَصْحَابُ النَّارِ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ أَنْ أَفِيضُوا عَلَيْنَا مِنْ الْمَاءِ أَوْ مِمَّا رَزَقَكُمْ اللَّهُ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِرِينَ “Cehennem ehli cennet ehline şöyle seslendiler: Bize biraz su veya Allah’ın size verdiği rızktan gönderin. Onlar da; Doğrusu Allah kâfirlere ikisini de haram etmiştir.”[9]

تِلْكَ الْجَنَّةُ الَّتِي نُورِثُ مِنْ عِبَادِنَا مَنْ كَانَ تَقِيًّا "Kullarımızdan takva sahibi kimselere verdiğimiz cennet, işte budur."[10]

Cehennem ise hiç bir mü’minin içinde ebedi olarak kalmayacağı, yaratılmış bir yerdir.

Allahu Teâla ayette şöyle demektedir:

لا يَصْلاهَا إِلا الأشْقَى (15) الَّذِي كَذَّبَ وَتَوَلَّى (16) وَسَيُجَنَّبُهَا الأتْقَى “Oraya ancak yalanlayıp yüz çevirmiş olan en azgın kişi girecektir. Çok sakınan ondan uzaklaştırılacaktır.”[11]

Cehenneme Müslümanlardan büyük günahları, küçük günahlarından ve iyiliklerinden çok olan Allah Subhenehû ve Teala’nın dilediği kimseler de girecektir. Sonra oradan çıkıp Cennete girerler. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

إِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلاً كَرِيمًا “Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir mevkiye yerleştiririz.”[12]

وَأَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ (8) فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ (9) وَمَا أَدْرَاكَ مَا هِيَهْ (10) نَارٌ حَامِيَةٌ “Ama kimin de tartıları hafif gelirse, artık onun anası haviyedir. Onun ne olduğunu bilir misin sen? O, kızgın bir ateştir.”[13]

Cennete inanmak, Cennetin nimetlerinin hissedilebilir (hayali olmayan) nimetler olduğuna, Cennet ehlinin orada yiyip içtiklerine, cinsi arzularını tatmin ettiklerine, giydiklerine ve Cennetin nimetlerinden tattıklarına da inanmaktır. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ (17) بِأَكْوَابٍ وَأَبَارِيقَ وَكَأْسٍ مِنْ مَعِينٍ (18) لا يُصَدَّعُونَ عَنْهَا وَلا يُنزِفُونَ (19) وَفَاكِهَةٍ مِمَّا يَتَخَيَّرُونَ (20) وَلَحْمِ طَيْرٍ مِمَّا يَشْتَهُونَ (21) وَحُورٌ عِينٌ (22) ِ كَأَمْثَالِ اللُّؤْلُؤِ الْمَكْنُونِ (23) جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ “Çevrelerinde ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dolaşırlar. Main’den büyük kaplarla, ibrikler ve kadehlerle, ondan baş ağrısına uğratılmayacakları gibi akılları da giderilmez. Beğenecekleri meyveler, içlerinin çektiğinden kuş eti, saklı inciler gibi iri gözlü huriler de hazırlanmıştır. Yapmakta olduklarına karşılık olarak.”[14]

وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ “Onların elbiseleri ipektendir.”[15]

عَالِيَهُمْ ثِيَابُ سُندُسٍ خُضْرٌ وَإِسْتَبْرَقٌ وَحُلُّوا أَسَاوِرَ مِنْ فِضَّةٍ وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا “Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan yapılmış elbiseler vardır, gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir.”[16]

إِنَّ الأبْرَارَ يَشْرَبُونَ مِنْ كَأْسٍ كَانَ مِزَاجُهَا كَافُورًا (5) عَيْنًا يَشْرَبُ بِهَا عِبَادُ اللَّهِ يُفَجِّرُونَهَا تَفْجِيرًا “Şüphesiz takvalılar kâfur katılmış dolu bir kâseden içerler. Bu ancak Allah’ın kullarının kana kana içebileceği bir pınardır."[17]

وَجَزَاهُمْ بِمَا صَبَرُوا جَنَّةً وَحَرِيرًا (12) مُتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الاأرَائِكِ لا يَرَوْنَ فِيهَا شَمْسًا وَلا زَمْهَرِيرًا (13) وَدَانِيَةً عَلَيْهِمْ ظِلالُهَا وَذُلِّلَتْ قُطُوفُهَا تَذْلِيلاً (14) وَيُطَافُ عَلَيْهِمْ بِآنِيَةٍ مِنْ فِضَّةٍ وَأَكْوَابٍ كَانَتْ قَوَارِيرَ (15) قَوَارِيرَ مِنْ فِضَّةٍ قَدَّرُوهَا تَقْدِيرًا "Sabırlarının karşılığı cennet ve oradaki ipeklerdir. Orada tahtlara yaslanırlar, orada ne yakıcı sıcak, ne de dondurucu soğuk görürler. Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış ve onların koparılması kolaylaştırılmıştır. Çevrelerinde gümüş kaplar ve kâseler dolaştırılır. Billurları gümüş gibi parlaktır, onlar ölçüp ölçüp dağıtılır.”[18]

Ve Kur’an'ın açıkça zikrettiği diğer çeşit nimetler.

Cehenneme inanmak da, Cehennem azabının hissedilebilir bir azap olduğuna Cehennem ehlinin, kaynatılmış irinle, yanmakta olan şiddetli ateşle ve bunların dışında Kur’an'da açıkça zikredilen, zincirler, bukağılar, katran, ateş tabakaları, zakkum yiyeceği, bağırsakları parçalayan kaynamış yağ tortusu gibi çok çeşitli azapla cezalandırılacaklarına inanmaktır. Allahu Teâla birçok ayette Cehennem azabını şöyle ifade etmektedir:

سَرَابِيلُهُمْ مِنْ قَطِرَانٍ “Onların gömlekleri katrandandır.”[19]

إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ سَلاسِلاً وَأَغْلالاً وَسَعِيرًا “Şüphesiz kâfirler için zincirler, demir halkalar ve korkunç alevli cehennemi hazırladık.”[20]

إِنَّ شَجَرَةَ الزَّقُّومِ (43) طَعَامُ الأثِيمِ “Muhakkak ki zakkum ağacı günahkârların yiyeceğidir.”[21]

فِي سَمُومٍ وَحَمِيمٍ “İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içindedirler.”[22]

وَإِنْ يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ “Onlar feryat edip yardım dilediklerinde erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. O ne kötü içecek ve ne kötü duraktır.”[23]

وَلا طَعَامٌ إِلا مِنْ غِسْلِينٍ “Kanlı irinden başka yiyecekleri yoktur.”[24]

كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُوا الْعَذَابَ “Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, derilerini değiştirip yenileyeceğiz.”[25]

لا يُقْضَى عَلَيْهِمْ فَيَمُوتُوا وَلا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ مِنْ عَذَابِهَا “Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler, kendilerinden cehennem ateşi de hafifletilmez.”[26]

ثُمَّ إِنَّكُمْ أَيُّهَا الضَّالُّونَ الْمُكَذِّبُونَ (51) لاكِلُونَ مِنْ شَجَرٍ مِنْ زَقُّومٍ (52) فَمَالِئُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ (53) فَشَارِبُونَ عَلَيْهِ مِنْ الْحَمِيم ِ(54) فَشَارِبُونَ شُرْبَ الْهِيمِ (55) هَذَا نُزُلُهُمْ يَوْمَ الدِّينِ “Sonra gerçekten siz ey sapıklar, yalanlayıcılar, muhakkak ki yiyeceksiniz zakkum ağacından. Karınlarınızı dolduracaksınız hep ondan. Üstüne de içeceksiniz o kaynar sudan, susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.”[27]

النَّارُ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوًّا وَعَشِيًّا “Sabah ve akşam ateşe sunulurlar.”[28]




[1] Mu’minun: 16

[2] Hacc: 6-7

[3] Yasin: 78-79

[4] Vakıa: 49-50

[5] İsra: 13-14

[6] İnşikak; 7-12

[7] Hakka: 25-32

[8] Al-i İmran: 133

[9] A'raf: 50

[10] Meryem:63

[11] Leyl: 15-17

[12] Nisa: 31

[13] Karia 8: 11

[14] Vakıa; 17-24

[15] Hacc: 23

[16] İnsan: 21

[17] İnsan: 5-6

[18] İnsan: 12-16

[19] İbrahim-50

[20] İnsan-4

[21] Duhan-43,44

[22] Vakıa-42

[23] Kehf-29

[24] Hakka-36

[25] Nisa-56

[26] Fatır-36

[27] Vakıa: 51-55

[28] Ğafir: 46
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Kelamcıların Metodunun Yanlışlığı

Kelamcıların metodu hakkında ortaya konulan bu açıklamalardan, bu metodun doğru olmadığı, davranışlarının ne kişinin iman etmesine ne de imanını kuvvetlendirmesine yol açmayacağı anlaşılmaktadır. Hatta bundan da öte takip edilen bu metotla ne kişinin düşünmesi sağlanabilir ne de düşünmesi kuvvetlendirilebilir. Bu metotla ancak, kişinin birtakım bilgilere sahip olması sağlanabilir. Bilgi ise düşünmeden ve imandan daha farklı şeydir. Kelamcıların metodunun yanlışlığı birkaç madde halinde şöyle ortaya konulabilir:

1- Bu metot, hissi esaslar yerine mantıki esaslara dayalı kanıtlar kurmaya dayanmaktaydı. Bu husus iki yönden hatalıdır:

a- Müslüman bir kimsenin Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına burhanlar getirebilmesi için mantık ilmini bilmesini zorunlu hale getirmektedir. Dolayısıyla mantık ilmini bilmeyen bir kimse, akidesinin doğruluğuna burhanlar getirmekten aciz kalmaktadır. Diğer bir ifade ile kelam ilmi açısından mantık ilmi, "dil" bozulduktan sonra onu düzeltmede kullanılan "nahv"/gramer bilgileri konumuna gelmekteydi. Oysa mantık ilminin ne İslâm akidesinde ne de bu akidenin doğruluğunu ispatlamak için birtakım kanıtlar ortaya koymada yeri yoktur. İslâm geldiğinde İslâm'a inanan Müslümanlar, mantık ilmini bilmedikleri halde İslâm risaletini taşıdılar, akidelerinin doğruluğuna mantığa gereksinim duymadan kesin deliller getirmeye muvaffak oldular. Bu durum ise, mantık ilminin İslâm kültürü içerisinde yer almasına gerek olmadığına ve İslâm akidesinin doğruluğunu ispatlamada mantığa gereksinim duyulmadığına işaret etmektedir.

b- Mantıki esaslar hissi esasların tersine yanılgıya daha elverişlidirler. Zira akide, bir şeyin varlığı açısından yanılma payının sızmasına imkân vermeyecek türden delillerle ispatlanmalıdır. Bu nedenle de mantığın "iman" konusunda esas alınması doğru değildir.

Mantık, yanılmalar ve doğru olmayan sonuçlar ortaya koymakla her zaman karşı karşıyadır. Her ne kadar mantık, önermelerin ve dizilişinin sağlıklı ve doğru olmasını şart koşuyorsa da, bir önermenin diğer bir önerme üzerine kurulması, sonucun doğruluğunu, önermelerin doğruluğuna bağlı kılmaktadır. Ortaya konulan önermelerin doğruluğu ise garantili değildir. Çünkü sonuç, doğrudan doğruya his yerine önermelerin birbirleri ile ilişkisine dayanmaktadır. Dolayısıyla ortaya çıkacak olan sonucun doğruluğu da garantili olmamaktadır. Mantık tekniği, önermelerin birbirleri ile olan bağlantılarına göre gerçekleştirilmektedir. Mantıkta, anlaşılabilir önermeler, anlaşılabilir diğer önermelere dayandırılarak anlaşılabilir sonuçlar çıkarılmaktadır. Ya da hissedilebilir önermelerin hissedilebilir diğer önermelere dayandırılması ile hissedilebilir sonuçlar çıkarılmaktadır. Anlaşılabilir önermeler kullanılarak ortaya çıkarılan mantıksal sonuçlar, hata içinde kayıp gitmeye, sonuçlarda çelişkiye, önermeler zincirinde serbest davranmaya, önermelerin gerçeklere dayanması yerine varsayımlara dayalı anlaşılabilir sonuçlar çıkarmaya yol açar. Hatta yolun sonunda önermelerin çoğu evhamlardan ve karışımlardan meydana gelmektedir. Bu nedenle anlaşılabilir önermelerin anlaşılabilir diğer önermelere dayandırılması ile mantıki deliller her zaman yanlış sonuçlar verme ile karşı karşıyadır.

Mantık kullanılarak şöyle bir örnek verilebilir:

Mesela mantıken şöyle denilir:

- Kur’an Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamıdır ve varlıklar âleminde birbirini takip eden harflerden tertip edilmiş birleşik sözdür.

- Ve varlıkta birbirini izleyen tertip edilmiş harflerden birleşik her söz sonradan olmaktadır.

- Sonuç; o halde Kur'an da mahlûktur ve sonradan yaratılmıştır.

Önermelerin sıralanışı ile ortaya çıkan bu sonuç, hissin algılama sahası içerisine giren bir sonuç değildir. Öyleyse aklın böyle bir konuyu araştırmasına ve hakkında bir yargıya varmasına da imkân yoktur. Dolayısıyla ortaya konulan sonuç, vakıası olmayan varsayıma dayalı bir sonuçtur. Üstelik bu konu aklen araştırılması yasaklanan bir konudur. Zira Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları konusunda araştırma, yapmak Allah Subhenehû ve Teala’nın zatı hakkında araştırma yapmak demektir. Allah Subhenehû ve Teala’nın zatını araştırmak ise hiçbir surette caiz değildir. Yukarıdaki aynı mantığı kullanarak tam tersi bir sonuç elde etmek de mümkündür. Örneğin;

- Kur’an Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamıdır ve kelam O'nun sıfatıdır.

- Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatı olan her şey sonsuzdur.

- Sonuç; öyleyse Kur'an da sonsuzdur ve yaratılmamıştır.

Verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere tek bir önermede kullanılan mantıkta çelişkiler görülmektedir. Bunlar ve benzeri örneklerde de görülebileceği üzere anlaşılabilirin bir diğer anlaşılabilire dayandırılması ile oluşturulan mantık birbiri ile çelişkili sonuçlar doğurmaktadır.

Ancak hissedilebilir önermelerin hissedilebilir diğer önermelere dayandırılması ile oluşturulan mantıksal sonuç histe son buluyorsa, elde edilen sonuç doğrudur. Çünkü sonuç, sadece önermelere değil aynı zamanda hissetmeye dayanmaktadır. Ancak elde edilen sonucun gerçek olup olmadığı önermelerin sıralanışına bağlıdır. Hissin varlığı ise önermenin sonuçları ile gözlemlenebilir. Mantıkta kullanılan önermeler ve sonuçla ilgili olarak ortaya çıkabilecek yanıltıcı noktaların bir kısmını şu şekilde sıralayabiliriz:

a- Bazen bir önermeye göre doğrulandığı sanılan bir şeyin, vakıada doğrulanmadığı gerçeği ile karşı karşıya kalınabilir.

b- Yine her yönü ile çevrelenmiş olan bir önermenin, bir bütünün bir kısmını doğrulayıp diğer kısmını doğrulamamasına rağmen bütünün tamamını doğruladığı sanılabilir.

c- Zahiri hükmü doğru olup vakıası yanlış olan bir önermenin doğru olduğu sanılabilir.

d- Bazen sonuç doğru olabilirken, sonucun çıkarıldığı önermelerin hatalı olmasından dolayı sonucun doğruluğundan yola çıkarak önermenin doğru olduğu sanılabilir.

Bu ihtimallere şöyle örnek vermek mümkündür:

- İspanya’da oturanlar Müslüman değildir.

- Halkı Müslüman olmayan hiçbir ülke İslâm beldesi/toprağı değildir.

- Sonuç; öyleyse İspanya İslâm beldesi değildir.

Bu sonuç yanlıştır. Yanlışlık ikinci önermenin yanlış olmasından kaynaklanmaktadır. "Oturanları Müslüman olmayan hiçbir ülke İslâm beldesi değildir" sözü yanlış bir sözdür. Zira bir ülkede bir defaya mahsus da olsa İslâm ile hükmedilmesi veya halkının çoğunluğunun Müslüman olması ile o ülke "İslâm beldesi" sayılır. Bu nedenle de İspanya'nın İslâm beldesi olmadığı sonucu yanlış bir sonuçtur.

Örnek olarak şöyle de denilebilir;

- Amerika ekonomik açıdan gelişmiş bir ülkedir.

- Ekonomik açıdan gelişmiş her ülke kalkınmış bir ülkedir.

- Sonuç; öyleyse Amerika kalkınmış bir ülkedir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Önermelerin ikincisi yanlış olmasına rağmen Amerika açısından bu sonuç doğrudur.
İkinci önerme yanlıştır, çünkü ekonomik açıdan gelişmiş her ülke kalkınmış ülke değildir. Fikri açıdan gelişmiş, yükselmiş ülke kalkınmış ülke sayılır. Bu önermelere dayanılarak elde edilen doğru sonuca bakılarak doğru sonucun bu önermelerden kaynaklandığı dolayısıyla da Kuveyt, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin kalkınmış ülkeler olarak kabul edilmesi gerekir. Gerçekte bu ülkeler kalkınmış ülkeler olmadıkları halde ekonomik açıdan gelişmiş konumda bulunduklarından önermelere göre kalkınmış ülkeler sayılmaları gerekmektedir. Bu örnekte de görüleceği üzere bütün önermeler, sonuçların doğruluğunu da etkilemektedir. Önermelerin doğruluğu ise garantili değildir. Çünkü her an yanıltmaca ile karşı karşıyadır.

Bu nedenle delil getirmede mantıki esaslara güvenmek yanlıştır. Ancak bu ifade, mantık yoluyla ulaşılan her gerçeğin veya her kanıtın hatalı olduğu anlamına gelmemektedir. Bu ifade, mantıki esaslara göre kurulan kanıtlara güvenmenin ve deliller getirmede mantığı esas almanın yanlış olduğunu anlatmaktadır. Delil getirmede doğru sonuçlar elde edebilmek için mantık yerine hissin esas alınması gerekir. Fakat önermenin doğru olması koşulu ile mantığa dayalı kanıt getirmek de caizdir. Önermenin doğru olması, hem önermenin hem de sonucun histe son bulması koşulu ile elde edilen sonuç da doğru olur. Sonucun doğruluğu, önermelerden elde edilen çıkarımın doğruluğuna bağlıdır. Mantığın, yanılmaya düşme imkânını içerisinde barındırmasından dolayı delil getirmede esas alınması doğru olmaz. Her ne kadar bazı durumlarda kesin sonuçlar ortaya koysa da, içerisinde yanılabilirlik imkânı bulunduğundan dolayı adeta bir bütün olarak zanni bir esastır. Öyleyse delil getirmede hissin esas alınması gerekir. Çünkü his, bir şeyin varlığı hakkında şüpheye veya herhangi bir hataya imkân bırakmayan her kesin esas gibidir.

2- Kelamcılar hissedilebilen gerçeğin dışına çıkarak, Allah Subhenehû ve Teala’nın zatı ve sıfatları gibi hissedilemeyen, metafizik alanları araştırdılar. His yoluyla algılanabilen şeyleri his yoluyla algılanamayan şeylerle karıştırarak görünmeyeni görünene kıyaslamakta aşırılığa gittiler. Allah Subhenehû ve Teala'yı insana kıyasladılar. Dünyada insan hakkında tasavvur ettikleri adaleti, Allah Subhenehû ve Teala’ya kıyasladılar. Allah Subhenehû ve Teala’nın iyi olanı yapması gerektiğini, hatta onlardan bir kısmı, Allah Subhenehû ve Teala’nın en iyi olan şeyleri yapması gerektiğini söylediler. ‘Çünkü Allah hikmet sahibidir, hikmetsiz, maksatsız bir iş yapmaz' dediler. ‘Maksatsız bir iş yapmak ise akılsızlıktır. Hikmet sahibi olan bir kimse, bir işi ya kendisinin ya da başkasının faydalanması için yapar. Allahu Teâla faydalanmaktan münezzeh olduğu için yaptığı işi başkalarının faydalanması için yapar’, dediler.

Akıl yoluyla hakkında hüküm verilemeyen, hissin algılama alanına girmeyen bu tür konuları araştırmaya daldılar ve içerisinde bulundukları çıkmaza düştüler. Hissedilen şeylerin algılanabileceği, Allah Subhenehû ve Teala’nın zatının ise algılanamayacağı dolayısıyla da birini diğeri üzerine kıyas yapmanın mümkün olmayacağı gerçeğini gözden kaçırdılar.

Allah Subhenehû ve Teala’nın adaletini insanın adaleti ile kıyaslamanın doğru olmadığını ve koyduğu kanunlara göre âlemi idare eden, âlemin yaratıcısı olan Allah Subhenehû ve Teala’nın dünyadaki kanunlara boyun eğeceğini sanmanın caiz olmadığını anlayamadılar. İnsanın dar görüşü sebebiyle adaleti dar bir şekilde anladığını, bakış açısının genişlediğinde ise hem adalete bakışının hem de verdiği hükmün değiştiğini gördüğümüz halde, nasıl oluyor da ilmi ile her şeyi kuşatan âlemlerin Rabb’inin adaletini, bizim kabul ettiğimiz “adalet” anlamıyla kıyaslıyoruz? “İyi” ve “en iyi” kelimeleri ve kelimelerin içerdiği anlamlar da onların adalete bakışlarının bir parçasıdır. Çünkü adalet hakkında söylenenlerin aynısı bu iki kelime hakkında da söylenir. Görünen şudur ki; insan bir şeyi iyi olarak görebilir, bakış açısı genişlediğinde ise görüşü değişir.

Örneğin; bugün İslâm dünyası, İslâm ile hükmetmeyi terk ettiği için Dar-ul küfürdür. Bu nedenle bütün Müslümanlar dünyayı bozuk bir dünya olarak görmekte ve onlardan birçoğu, dünyanın ıslah edilmeye muhtaç olduğunu söylemektedir. Ancak uyanık olanlar ıslah düşüncesinin yani mevcut ortamdaki bozukluğun giderilmesi düşüncesinin yanlış olduğunu, bilakis bugün İslâm dünyasının küfrü kökünden kazıyacak ve İslâm'ı uygulayacak kapsamlı bir inkılâba muhtaç olduğunu, her türlü ıslah çalışmasının ise bozukluğun ömrünün uzamasına yarayacağını görmektedir.

Görüldüğü gibi insanlar, iyi ve güzel konusunda farklı görüşler ortaya koyabiliyorken nasıl olur da Allah Subhenehû ve Teala’nın, insanın görüşüne göre hareket etmesi istenir ve kendi açımızdan iyi ve en iyi olarak gördüklerimizi Allah Subhenehû ve Teala’nın da yapması gerektiğini söyleyebiliriz? Görüşlerimize aklımızı hakem kıldığımızda, Allah Subhenehû ve Teala’nın eşyalar hakkında yaptıklarında aklımıza göre hangi iyilikleri bulabiliriz? İblis ve şeytanların yaratılıp insanları saptırmaları için kendilerine güç verilmesinde hangi iyilik vardır? Allah Subhenehû ve Teala niçin İblisin ömrünü kıyamete kadar uzattı da Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in canını aldı? Yaratıklar için bu mu daha iyi? Niçin İslâm hükmünü yeryüzünden kaldırdı da küfür hükmünü onun yerine koydu, Müslümanları zelil, kâfir düşmanlarını ise onlara musallat kıldı? Kullar için bu mu daha iyi? Daha bunlar gibi binlercesini, aklımıza iyi ve en iyi kavramalarını anlayışımıza göre kıyasladığımızda hiç birinin iyi olmadığını görürüz.

Bu nedenle Allah Subhenehû ve Teala’nın insana kıyaslanması doğru değildir ve Allah Subhenehû ve Teala’ya hiç bir şey gerekmez. Ayette Allahu Teâla kendisi için şöyle buyurmaktadır:

لا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ "O, yaptığından sorumlu değildir."

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur."

İşte, kelamcıların yukarıda sıraladığımız hatalara düşmeleri araştırma metotlarının yanlışlığından ve Allah'ı insana kıyaslama yanılgılarından kaynaklanmaktadır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
3- Kelamcıların metodu,
hissettiği veya hissetmediği her şeyde akla araştırma hürriyeti veriyor. Bu durum aklen hakkında hüküm vermesi mümkün olmayan meselelerde aklı araştırma yapmaya sürüklüyor. Varsayıma ve hayale dayalı konuları araştırıyorlar, var olup olmadığı kesin olarak belli olmayan şeyler hakkında soyut tasavvurlara göre kanıtlar getiriyorlar. Bu davranışlar bir taraftan, aklın idrak etmemesinden dolayı haberinin doğruluğunu kesin olarak bildiğimiz kimse, bize varlığı katî olan şeyleri haber verdiği halde, onları inkâr etmeye götürürken diğer taraftan da akıl, varlığını hayal ettiği için gerçekte var olmayan, şüpheli, boş şeylere iman etmeye götürür.

Örneğin, Allah Subhenehû ve Teala’nın zatını ve sıfatlarını araştırdılar. Bu araştırma sonunda bir kısım kimseler ‘sıfat, zatından bir parçadır’ derken bir kısmı da ‘sıfat zatından başkadır’ dediler. ‘Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi, bilinenin olduğu şekilde ortaya çıkması ve gelişmesidir’ dediler. Bilinen ise değişik zamanlarda değişebilir. Örneğin bir ağaç yaprağı dalından kopup düşebilir. Allahu Teâla ise şöyle buyurmaktadır:

وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ إِلا يَعْلَمُهَا "Her düşen yaprağı Allah muhakkak bilir."

Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi bir şeyin bulunduğu hal ile gelişir. Allah, bir şey olmadan önce onun olacağını, olduğunda ise nasıl olacağını, yok olduğunda nasıl yok olacağını bilir. Öyleyse nasıl oluyor da Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi varlıkların değişmesi ile değişebiliyor? Olayların değişimine göre değişen ilim sonradan meydana gelen ilimdir. Sonradan var olan ilim ise Allah Subhenehû ve Teala’nın ilahlık sıfatına uymaz. Çünkü sonradan olanla alakalı şeyin kendisi de sonradan olmuştur. Kelamcılardan bir kısmı bu soruya şöyle cevap veriyor:

“Zeydin bize geleceğini bilmemiz onun fiilen bize geldiğini bilmemizden farklı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu farklılık ise ilmin, bilginin yenilenmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak bu, insan için geçerlidir. İnsanın ilmi sürekli yenilenir. Çünkü ilmin kaynağı sürekli yenilenen hisler ve idraktir. İleride olacak, şu anda olan ve sonradan ne hale geleceği ile ilgili eşyalar hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın ilminde herhangi bir farklılık olmaz. Çünkü O'nun için bütün bilgiler tek bir haldedir.”

Bir başka grup kelamcılar ise buna şöyle cevap verdi:

“Allahu Teâla, zatıyla olan ve olacak şeylerin hepsini bilir. Bütün bilgiler tek ilimle O'nun katında var olan bilgilerdir. Olan ve olacak olan şeyler arasındaki ihtilaf Allah Subhenehû ve Teala’nın ilminden değil eşyalar hakkındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır.”

İşte, bu araştırmaların tamamı, hakkında aklın hüküm koyamayacağı, hissin algılama sahası içine girmeyen konularda yapılan araştırmalardır. Bu nedenle de aklın onu araştırması caiz değildir. Ancak kelamcılar, akla her konuda araştırma hürriyeti tanıyan metotlarına göre hareket ederek aklın kavraması mümkün olmayan konuları araştırdılar ve bu sonuçlara vardılar.

Bazı şeyleri hayal edip hemen araştırmaya koyuldular. Örneğin;

“Kul bir fiili yapmak istediğinde Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi kulun fiili ile ilişkilenir. Yani fiil, yalnızca kulun gücü ve iradesi ile yaratılmaz. Kulun gücü ve iradesi var olduğunda Allah Subhenehû ve Teala fiili yaratır.”

Bu söz araştırmacıların tasavvur ettikleri, varsaydıkları ve hissen de vakıası olmayan sözlerdir. Ancak onlar akla araştırma hürriyetini vermekle bunları araştırdılar ve onlarda bu tasavvur meydana geldi. Ardından da "Kesb" ve "İhtiyar" ismini verdikleri tasavvurlarına iman etmenin vacib olduğunu söylediler.

Eğer onlar aklı, yalnızca hissedilen şeyleri araştırmada kullansaydılar, bütün maddeleri yaratan olmasından dolayı fiili yaratanın da Allah olduğunu idrak edeceklerdi. Çünkü ancak yaratıcı yoktan var edebilir. Fakat doğrudan doğruya Allah Subhenehû ve Teala’nın yaratmış olduğu bu maddeleri bir araya getirerek kul, sadece sandalye gibi bir şeyi imal edebilir. Eğer aklı yalnızca hissedilen şeyleri araştırmada kullansaydılar varsayımlara ve gerçekte olmayan birçok şeye inanmazlardı.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Kelamcıların metodu
4- Kelamcıların metodu imanın bütün bölümlerinin araştırılmasında aklı esas almaktadır. Dolayısıyla Kur'an'ı akla esas alacakları yerde aklı Kur'an'a esas aldılar. Kur'an'ı koydukları esaslar gereğince tefsir ettiler. Allah'ı mutlak tenzih/eksikliklerden uzak tutma, irade hürriyeti, adalet, en iyi olanı yapmak ve bunlardan başka daha birçok şeyi bu esasa göre açıklamaya çalıştılar. Görünürde çelişir gibi görünen ayetlere aklı esas aldılar. Müteşabih ayetleri akılla açıkladılar. Görüşlerine uymayan ayetleri tevil ettiler, taşımadığı anlamlarla açıkladılar. Hatta tevil, Mutezile, Ehl-i Sünnet ve Cebriye arasında bir fark olmaksızın ortak metot haline geldi. Çünkü onlara göre ayet yerine aklın esas alınması akla uyması için ayetlerin tevil edilmesini gerektiriyordu. İşte bu şekilde aklı, Kur'an'a esas kılmakla, hem araştırma metodunda hem de araştırma konularında hataya düştüler. Eğer araştırmalarına yalnızca Kur'an'ı esas alsalardı ve Kur'an akla esas alınsaydı bu hatalara düşmezlerdi.

Evet, yalnızca Kur'an'ın Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğuna iman akla dayanır. Ancak Kur'an'ın Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğuna iman edildikten sonra, Kur'an'ın getirdiklerine imana akıl değil bizzat Kur'an'ın kendisi esastır. Kur'an'da geçen ayetlerin anlamlarının doğru olup olmamasında akıl değil ancak Kur'an'ın ayetleri hakemdir. Bu durumda ise aklın görevi yalnızca anlamaktır. Fakat kelamcılar böyle yapmadılar. Onlar aklı Kur'an'a esas kıldılar. Bu nedenle de sürekli Kur'an'ın ayetlerini tevil ettiler.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Kelamcıların metodu

5- Kelamcılar, filozoflara olan düşmanlıklarını araştırmalarına esas aldılar. Mutezile, filozoflardan aldıkları ile onlara cevap verdi. Ehl-i sünnet ve Cebriye de Mutezileye cevap verirken felsefecilerin metodunu kullandı. Hâlbuki araştırma konusu, felsefecilerle veya başkalarıyla düşmanlık değil İslâm'dı. Felsefecilere düşen görev İslâm'ı araştırmaktı. İnsanların ileri geri konuşmadan ve haddi aşmadan Kur'an'ın ve hadislerin getirdiklerini araştırmaları gerekirdi. Ancak onlar böyle yapmadılar. İslâm'ın tebliğini ve akidesinin açıklanmasını münazaralara ve mücadelelere çevirdiler. İslâm akidesini nefisteki dürtücü gücünden, sıcaklığından ve aydınlığından çıkararak tartışmalı sıfatlara ve kelam ile ilgili uğraşılara götürdüler.

Kelamcıların metotlarındaki en belirgin yanlışlıklar bunlardır. İslâm'a davet vesilesi ve insanlara İslâm'ın anlatılmasını gerektiren İslâm akidesi hakkındaki araştırmalarını, fetihlerden sonra Arapça grameri ve benzeri ilimler gibi ders olarak okutulan birer ilim haline dönüştürmeleri bu metodun etkilerindendir. İslâmî bilgilerden herhangi bir bilgiyi öğrenmek, daha iyi anlayabilmek ve zihnen daha kolay kavrayabilmek için birtakım ilimler koymak caiz olmakla beraber, bu uygulama İslâm akidesi için caiz değildir. Çünkü İslâm akidesi, davetin temel öğesi ve İslâm'ın esasıdır. Kur'an'da olduğu gibi insanlara verilmesi gerekir. Akideyi insanlara tebliğde, onlara açıklamada Kur'an'ın metodunu almak gerekir. Zira Kur'an'ın metodu, İslâm'a davetin ve onun fikirlerini açıklamanın metodudur. Bu nedenle kelamcıların metodundan ayrılıp yalnızca Kur'an'ın metoduna dönmek gerekir. Yalınızca Kur'an'ın metodu, araştırmada hissedilenler sınırında kalarak, davette fıtri ve akli esasa dayanmaktadır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Kaza Kader Meselesi Nasıl Ortaya Çıktı?

Hasan el-Basri'nin ders halkasından ayrılan Mutezile reisi Vasıl b. Ata'nın ortaya attığı, “büyük günah işleyen kimse” meselesini bir tarafa bırakırsak, kelam ilminde gördüğümüz meselelerin daha önce Yunan filozoflarının araştırdığı meselelerden kaynaklandığını görürüz. Adıyla sanıyla "Kaza ve Kader" meselesi, daha önce Yunan filozoflarının araştırdıkları ve hakkında ihtilafa düştükleri bir meseledir.

"Kaza ve Kader", "ihtiyar ve cebr", "irade hürriyeti" gibi isimlerin hepsi tek bir anlama gelmektedir ki o da şudur:

İnsandan kaynaklanan filleri meydana getirip getirmemede insan hür müdür, serbest midir yoksa mecbur mudur?

Yunan felsefesi tercüme edilmeden önce böyle bir mesele üzerinde araştırma yapmak hiçbir Müslüman’ın aklından dahi geçmemişti. Böyle bir meseleyi daha önceleri ancak Yunan filozofları araştırdılar ve hakkında ihtilafa düştüler.

Epikuroscular, “Dilediğini yapmada irade hürdür. İnsan bütün fiillerini hiçbir zorlama olmaksızın kendi serbest irade ve seçimi ile yapar” derken Revakçılar ise; “İnsan iradesi bir yolda yürümek mecburiyetindedir. Bunu değiştirmesi mümkün değildir. İnsan, iradesi ile hiçbir şey yapamaz. O, fiili yapmak mecburiyetindedir. Yapıp yapmama hakkına sahip değildir” demektedirler.

İslâm geldiğinde ve zamanla felsefi düşünceler sızdığında “Allah Subhenehû ve Teala’nın adaleti” meselesi en önemli mesele haline geldi. “Allah adildir, sevap ve ceza meselesinde de bu adaleti uygulamak gerekir”, dediler. Ardından da kulların fiilleri meselesi üzerinde yürüdükleri araştırma metodlarına göre gündeme geldi. Bu meselelere çözüm ararlarken de felsefecilerin araştırmalarından etkilendiler. Yani konuları ile ilgili felsefi düşüncelerden etkilendiler. Bu konuda en fazla Mutezile'nin ortaya koyduğu araştırma dikkati çekmektedir. Bu meselede ve diğer kelamcıların araştırmalarında Mutezile asıldır. Çünkü diğer kelamcılar, Mutezile'ye cevap vermek için ortaya çıktılar. Dolayısıyla "Kaza ve Kader" meselesinin araştırılmasında hatta kelam ilmi ile ilgili bütün araştırmalarda Mutezile esas sayılır.

Mutezile'nin “Allah Subhenehû ve Teala’nın adaletine” bakışı, O'nun zulümden uzak olduğu şeklindedir. Sevap ve ceza meselesinde de Allah Subhenehû ve Teala’nın adaleti ile Allah Subhenehû ve Teala’nın zulümden münezzeh olduğu düşüncelerini uyumlaştıran bir yerde durdular.

- “Ancak insanda irade hürriyetinin bulunması, kendi fiillerini yaratması, bir şeyi yapıp yapmama imkânına sahip olması ile Allah Subhenehû ve Teala’nın adalet sıfatının bir anlamı olur” dediler.

- Bir şeyi kendi iradesi ile yapıp ve yine kendi iradesi ile terk ettiğinden dolayı insana sevap veya ceza verilmesi akla ve adalete daha uygundur. Fakat Allah Subhenehû ve Teala insanı yaratır, ardından da onu belli bir işi yapmaya zorlarsa, yani itaatkâr olanı itaate ve isyan edeni de isyana zorlar sonra da itaat edeni sevap ile mükâfatlandırıp asi olanı da azap ile cezalandırırsa bu, adalet sayılmaz”, dediler.

Onlar görünmeyeni görünene, Allahu Teâla'yı insana kıyasladılar. Yunan filozoflarından bir grubun yaptığı gibi, bu dünya hakkında konulan kanunlara Allahu Teâla'yı da boyun eğdirmeye kalkıştılar. İnsan hakkında tasavvur ettikleri adaleti, Allah Subhenehû ve Teala’ya uygulamaya giriştiler.

Oysa "Kaza ve Kader", "Cebr ve İhtiyar" veya "İrade Hürriyeti" diye isimlendirdikleri konunun aslı, kulun fiiline Allah Subhenehû ve Teala’nın sevap veya ceza vermesidir. Araştırmalarında Yunan filozoflarına yönelerek "İrade" ve "Kulların fiilleri" meselesini araştırdılar.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
İrade meselesinde şöyle dediler:

Hayrı isteyen hayırlı, şerri isteyen şerli, adaleti isteyen adil, zulmü isteyen de zalimdir. Eğer dünyada olan her şey Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi ile ilgili olsaydı, hayrı ve şerri dileyen de Allah olurdu. Bu durumda da hayrı-şerri, adaleti-zulümü dileyen kimsenin de bu niteliklerle nitelenmesi gerekirdi. Bu fiilleri işleyeni hayırlı, şerli, adil, zalim gibi sıfatlarla vasıflandırmak gerekirdi ki Allahu Teâla'yı bu şekilde nitelendirmek mümkün değildir. Eğer Allahu Teâla kâfirin küfrünü, asinin isyanını dilemiş olsaydı, onu küfürden ve isyandan men etmemesi gerekirdi. Örneğin; Allah Subhenehû ve Teala’nın Ebu Leheb'in kâfir olmasını dileyip ardından da onun iman etmesini ve küfürden uzak durmasını emretmesi nasıl düşünülebilir? Yaratıklardan böyle bir şeyi yapan kimse akılsız sayılır. Allah Subhenehû ve Teala ise böyle bir şeyden çok çok uzaktır, yücedir. Kâfirin küfrünü ve asinin de isyanını Allah Subhenehû ve Teala dilerse, bu takdirde bunların cezalandırılmaması gerekir. Çünkü onların amelleri kendi iradelerinin sonucu değil O'na itaatin sonucudur.”

Delil getirmede işte böyle mantıki önermelerle delilleri sıraladılar. Sonra da bu görüşlerini Kur'an'dan nakli delillerle sürdürmeye çalıştılar. Allahu Teâla'nın şu ayetlerini delil olarak kullandılar:

وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِلْعِبَادِ "Allah kulları hakkında zulüm dilemez." Gafir 31

سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلا آبَاؤُنَا وَلا حَرَّمْنَا مِنْ شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ "Allah’a şirk koşanlar: 'Allah dileseydi babalarımız ve biz puta tapmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık' diyecekler. Onlar da öncekiler de böyle yalanlamışlardı." Enam 148

قُلْ فَلِلَّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاءَ لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ "De ki: Üstün ve mükemmel hüccet, Allah’dır. Eğer O, dileseydi hepimizi birden hidayete kavuştururdu." Enam 149

يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمْ الْيُسْرَ وَلا يُرِيدُ بِكُمْ الْعُسْرَ "Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez." Bakara 185

وَلا يَرْضَى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَ "O, kullarının küfrüne razı olmaz...." Zümer 7

Görüşlerine ters düşen şu ayetleri de tevil ettiler:

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لا يُؤْمِنُBakara 6 خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ "Şüphesiz ki küfredenleri korkutsan da korkutmasan da birdir. Onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir perde vardır." Bakara 7

بَلْ طَبَعَ اللَّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ "Küfürleri sebebiyle onların kalplerini mühürledik." Nisa 155

Bu ayetleri benimsedikleri görüşlere uyması için tevil ettiler ve insanları kendi görüşlerine çağırdılar. Onların görüşleri ise, “bir fiili yapıp yapmama hususunda insanın iradesinde hür olduğu” şeklinde bilinmektedir. İnsan bir fiili yaparken de terk ederken de kendi iradesini kullanır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Fiillerin yaratılması meselesinde Mutezile şöyle dediler:

Kulların fiilleri, kendileri tarafından yaratılmıştır. Allah Subhenehû ve Teala’nın işi değil kulun kendi işidir. Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünün müdahalesi olmaksızın fiili yapmak veya yapmamak insanın gücü dâhilinde olan bir iştir. İnsanın isteyerek veya istemeden yaptığı hareketler arasındaki fark bunun delilidir. İsteyerek elini hareket ettiren kimse ile istemeden eli titreyen kimsenin hareketi, minareye kendi isteği ile çıkan kimse ile istemeden düşen kimsenin hareketi arasındaki fark gibi. İhtiyari hareket insanın gücü dâhilinde olan harekettir. Onu insan yaratır. Zorunlu olarak yaptığı harekette ise insanın rolü yoktur. Aynı zamanda insan, fiillerinin yaratıcısı olmazsa teklif ortadan kalkar. Zira insan bir fiili yapıp yapmama gücüne sahip olmazsa ona yap veya yapma demek aklen doğru olmaz. Dolayısıyla da övmeye ve kınamaya, sevaba ve cezaya konu olmaz.” İşte, böylece görüşlerine uygun mantıki önermelere dayanan delilleri sıraladılar. Ardından da nakli deliller getirdiler. Allah Subhenehû ve Teala’nın şu ayeti gibi birçok ayetle görüşlerini delillendirdiler:

فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ "Kendi elleriyle kitap yazıp sonra da bu Allah'tandır diyenlere yazıklar olsun" Bakara 79

إِنَّ اللَّهَ لا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ "Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah da onların halini değiştirmez." Rad 11

مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ "Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür.
" Nisa 123

الْيَوْمَ تُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ "Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir." Gafir 17

قَالَ رَبِّ ارْجِعُون99) Muminun 99 لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا "Rabbim beni geri çevir, belki iyi iş işlerim." Muminun 100

Görüşlerine ters düşen şu ayetleri de tevil ettiler:

وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ "Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." Saffat 96

اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ "Her şeyi yaratan Allah'tır." Zümer 62

Böylece filleri yaratma konusunda inandıkları görüşle çelişen her engelden kurtulmuş oldular. Fiilleri yaratma meselesinde Mutezile; “insan fiillerini kendisi yaratır ve o, bir şeyi yapıp yapmama gücüne de sahiptir” der.

Mesele içinden mesele çıkartan kelamcıların peşine takıldığımızda, filleri yaratma meselesinde, “fiillerden doğan fiiller” meselesinin de çıktığını görüyoruz. Mutezile'nin ortaya attığı “insan fiillerinin yaratıcısıdır” görüşünün ardından şöyle bir soru gündeme geldi:

İnsanın amelinden, davranışından doğan ameller hakkındaki görüş nedir? O da insanın yarattığından mıdır? Yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattıklarından mıdır? Dayak yiyen kimsenin hissettiği acı, bir şeyde görülen tat, bıçaktaki kesme özelliği, lezzet, sıhhat, şehvet, sıcaklık-soğukluk, rutubet-kuraklık, korkaklık-cesaret, açlık-tokluk ve daha birçok şey de insanın fiili midir?”

Mutezile bunların hepsinin insanın fiili olduğunu söyler. “Çünkü bir fiili yaptığında onun sonuçlarını ortaya çıkaran da insandır. O, insanın fiilinden doğmaktadır, insanın yarattığı şeylerdendir” der.

"Kaza ve Kader" meselesi ve bu meselede Mutezile'nin görüşü işte budur. Kulun fiilindeki iradesi ve insanın fiili sonucunda ortaya çıkan eşyanın özellikleri bu meselenin özüdür. Bu mesele hakkındaki görüşleri de, “kul bütün fillerinde dilediği gibi hareket etme konusunda hürdür, fiillerini ve filleri sonucunda ortaya çıkan eşyanın özelliklerini yaratan da insandır” şeklinde özetlenebilir.

Mutezile'nin bu görüşü Müslümanların heyecanını artırdı, onları galeyana getirdi. Çünkü bu görüş onlara göre yepyeni bir görüştü. Dinde ilk esas olan akidede cüretli bir görüştü. Bu nedenle Mutezile'ye cevaplar vermeye başladılar. En meşhurlarından birisi; Cehm b. Safvan olan ve kendilerini "Cebriye" diye isimlendiren yeni bir grup ortaya çıktı.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Cebriye'ciler şöyle diyorlardı:

İnsan, irade hürriyeti ve fiilleri yaratma gücü olmayan, mecburen hareket eden bir varlıktır. İnsan rüzgârın önünde bir tüy veya dalgaların önüne katıp sürüklediği bir odun parçası gibidir. Ancak, Allah Subhenehû ve Teala işleri onun eliyle yaratır. Eğer insan amellerinin yaratıcısıdır dersek, bu ifade, Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünün sınırlandırılmasını gerektirir ki bu durumda da Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü her şeyi kuşatmamış olur. Böylece kul dünyada bazı şeyleri yaratmada Allah Subhenehû ve Teala’ya ortak olmuş olur. Tek bir şeyde iki gücün birbiri ile yardımlaşması mümkün değildir. Eğer o şey Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ile yaratılmışsa insanın o şeyde herhangi bir rolü yoktur. Eğer o şey, insanın gücü ile yaratılıyorsa bu defa da o şeyde Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünün herhangi bir rolü yoktur. Bir kısmının Allah Subhenehû ve Teala’nın bir kısmının da insanın gücü ile olması da mümkün değildir. Kulun fiilini yaratan Allah Subhenehû ve Teala 'dır dır. Yalnızca O'nun iradesi ile kul bir fiili yapabilir. Kulların fiilleri sadece Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ile var olabilir, fiilin yaratılmasında kulun gücünün herhangi tesiri olmaz.”

Cebriye'ye göre insan; “Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattığı fiillerin yeri olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. O mutlak olarak mecburen hareket eden bir varlıktır. İnsanla cansız bir varlık arasında görünüşten başka hiçbir fark yoktur.” Delillerini işte böylece sıraladılar. Görüşlerini desteklemek için de Allah Subhenehû ve Teala’nın şu ayetlerini delil olarak kullandılar:

وَمَا تَشَاءُونَ إِلا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." İnsan: 30


وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı." Enfal: 17


إِنَّكَ لا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ "Sen sevdiğine hidayet edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet eder." Kasas: 56


وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ "Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı." Saffat: 96

اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ "Her şeyin yaratıcısı Allah'tır." Zümer: 62

Fiiller konusunda, kulun yaratmasına ve iradesine delalet eden ayetleri de tevil ettiler. Doğal olarak da, lezzet, açlık, yiğitlik, kesmek ve yakmak ve bunların dışında kulun fiilinden sonra meydana gelen eşyaya ait özelliklerin Allah'tan olduğunu söylediler.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat da bu konularda Mutezile'ye cevap verdi. Ehl-i Sünnet, şöyle dediler:

Kullarının fiillerinin tamamı Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi ve meşietiyledir. İrade ve meşiet aynı anlama gelir. İrade ve meşiet, diri olan Allah Subhenehû ve Teala 'ta ezeli bir sıfattır. İrade ve meşiet; kudretin bütüne nisbetinin birbirine denk olmasıyla, herhangi bir vakitte, takdir edilenlerden birinin gerçekleşmesinin tahsis edilmesini gerektirmektedir. Kulların filleri Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü iledir. Bir şeyin olmasını dilediği zaman ona ol der ve o da hemen oluverir. Allah Subhenehû ve Teala’nın kazası bazı hükümlerin ilavesi ile birlikte kulun fiilinden ibarettir. Zira Allahu Teâla şöyle dedi:

فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ "Onları yedi gök olarak kaza etti/var etti." Fussilet: 12

وَقَضَى رَبُّكَ "Rabbin kaza etti/kesin olarak hükmetti." İsra: 23

Ayetlerde geçen “kaza” kelimesi Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarından bir sıfatı değil hükmedeni kastetmektedir. Kulun fiili Allah Subhenehû ve Teala’nın takdiri ile olur. Takdir, her yaratığın, güzel ve çirkin, fayda ve zarar, taşıdığı zaman ve mekân ve ona gereken sevap ve ceza gibi şeylerin belirli bir seviyede sınırlandırılması demektir. Bundan maksat ise Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesini ve gücünü her şeye genelleştirmektir. Çünkü her şey Allah Subhenehû ve Teala’nın yaratmasıyla olur. Bu da zorlama ve baskı olmaksızın irade ve güç sahibi olmayı gerektirir.”

Bunun üzerine onlara dediler ki:

“Sizin bu sözünüze göre, kâfir küfründe, fasık da fıskında mecbur olur ki bu durumda da kâfirin ve fasıkın iman ve itaatle mükellef kılınması doğru olmaz denilse ne dersiniz”

Bu soruya şöyle cevap verdiler:

“Allah Subhenehû ve Teala her ikisinin de küfrünü ve fıskını zorlama olmadan kendi serbest istekleriyle olmasını irade etmiştir. Allahu Teâla'nın, kendi iradeleriyle onların küfrünü ve fıskını bilmesi, olması mümkün olmayan bir teklifi de gerektirmez.”
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Kulların fiillerinin yaratılması konusunda Mutezile ve Cebriye'ye cevap olarak da şöyle dediler:

“Kulların itaat ettikleri zaman karşılığında sevap kazanacakları, karşı geldiklerinde ise azaplandırılacakları kulların serbest iradeleri ile yaptıkları filleri vardır.”

“Allahu Teâla fiilleri, yaratma ve var etmede bağımsızdır”, demeleriyle beraber “kullara ait fiillerde ihtiyar olmasını” da şöylece açıkladılar:

- “Kulun fiilini yaratan Allahu Teâla'dır. Titreme gibi bir takım filleri dışında, yakalama hareketi gibi bir takım fiillerde kulun gücünün ve iradesinin rolü vardır. Her şeyi yaratan Allah Subhenehû ve Teala 'dır, kul ise "kasibtir'tir.”

Bunu da şöyle açıkladılar:

- “Kulun gücünü ve iradesini fiile harcaması "kesb"tir. Bunun hemen akabinde Allah Subhenehû ve Teala’nın bu fiili var etmesi ise “yaratmaktır”. Tek takdir edilen iki farklı açıdan iki gücün altına girmektedir. Fiil, yaratma yönünden Allah Subhenehû ve Teala’nın, kesb yönünden de kulun gücü dâhilindedir. Bir başka ifade ile fiil, yalnızca kulun iradesi ve gücüyle değil, kulun iradesi ve gücü esnasında Allah Subhenehû ve Teala tarafından yaratılmaktadır. İşte bu ilişki “kesbdir.”

Sözlerini Cebriye'nin, Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilleri yaratması ve iradesi hakkında delil olarak kullandıkları ayetlerle de delillendirdiler. Kuldaki "kesb" özelliğini de şu ayetlerle delillendirdiler:

جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ "İşledikleri amellere karşılık olarak
" Vakıa: 24

فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ "İsteyen inansın isteyen inkâr etsin"
Kehf: 29

لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ "Kazandığı lehinedir ve yüklendiği de aleyhinedir."
Bakara: 286

Böylece kendilerini hem Mutezile'ye hem de Cebriye'ye cevap vermiş saydılar. Gerçekte ise onların görüşleri ile Cebriye'nin görüşleri birdir. Onlar da Cebriye'cidirler. Ehl-i Sünnet "kesb" meselesini ortaya çıkarmada oldukça zorlandı. Onlar akli metodu kullanmadılar. Çünkü bu konuda herhangi bir akli delil yoktur. Nakil yolunu da takip etmediler. Zira Şer’i delillerden herhangi bir delil de yoktu bu konuda. Ehl-i Sünnetin çabası, ancak Mutezile ve Cebriye'nin görüşünü uzlaştırmaya yönelik bir çabadır.

Özet olarak "Kaza ve Kader" meselesi kelamcıların düşüncelerinde çok önemli bir yer tutmuştur. Bütün kelamcılar araştırma konusu olarak kulun fiilini ve fiilden doğan fiillerdeki özellikleri yani kulun fiili sonucunda ortaya çıkan eşyadaki özellikleri işlemişlerdir. Araştırmalarının esasını, kulun fiili ve kulun fiilinden kaynaklanan özellikleri Allah Subhenehû ve Teala mı yaratıyor yoksa insan mı yaratıyor? Kulun iradesi ile mi oluyor yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesiyle mi oluyor? gibi sorulara cevap aramak oluşturmaktadır. Bu araştırmanın ortaya çıkmasının sebebi, Mutezile'nin bu meseleyi "Kaza ve Kader", "İrade Hürriyeti", "Cebe ve İhtiyar" şeklindeki ifadelerle, olduğu gibi Yunan filozoflarından almaları ve Allah Subhenehû ve Teala’ya vacibe kıldıkları adalet sıfatı ile uyumlu olması gerektiği esasına göre kendi görüşleri ile yorumlamalarıdır. Bu düşünce Cebriyeyi ve Ehl-i Sünneti aynı çıkış noktasından ve aynı esasa göre Mutezile'nin görüşlerine cevap vermeye götürdü. Kaza ve Kader meselesini yalnızca kendi sınırları içerisinde araştırmayıp, Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları açısından araştırdılar. Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünü ve iradesini, kulun fiili ve kulun fiili sonucunda eşyalarda ortaya çıkan özelliklere egemen kılarak şu hususları araştırmaya başladılar: Kulun fiili, Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ve iradesi ile mi yoksa kulun fiili ve iradesi ile mi gerçekleşmektedir.

Öyleyse; "Kaza ve Kader", kulların filleri ve kulların filleri sonucunda eşyalarda ortaya çıkan özelliklerdir. "Kaza" kulların fiilleri, "Kader" ise eşyalardaki özelliklerdir. Zira kelamcıların, "Kaza" kelimesini kulların fiilleri anlamında kullandıkları yaptıkları araştırmalardan ve içine düştükleri ihtilaflardan anlaşılmaktadır. Bu sonuç, "kul kendi gücü ve iradesi ile bir fiili yaratır" şeklindeki sözlerden ve bu sözleri; "kulun fiili yalnızca kendi gücü ve iradesi ile var olmayıp Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ve iradesi ile meydana gelir" şeklinde reddeden ifadelerden ve bu iki görüşe birden karşı çıkarak; “kulun fiili yalnızca kulun gücü ve iradesi ile değil kulun gücü ve iradesi esnasında Allah Subhenehû ve Teala’nın fiili yaratmasıyla meydana gelir” şeklindeki sözlerden de anlaşılmaktadır. "Kader"in kulun eşyalarda ortaya çıkardığı özellikler olduğu, kelamcıların araştırmalarından ve ihtilaflarından anlaşılmaktadır. Onlar fiillerden doğan fiiller meselesini araştırırken, kulun fiilinden kaynaklanan özellikleri de araştırmışlardır. Şöyle dediler:

“Nişasta ile şekeri bir kaba koyup pişirdiğimizde helva meydana gelir. Şimdi helvanın tadını ve rengini biz mi yarattık yoksa Allah Subhenehû ve Teala’mı yarattı? Boğazlama anında ruhun çıkması, attığımız zaman taşın gitmesi, gözümüzü açtığımız zaman gözün görmesi, düşme esnasında adamın ayağını kırması ve sarmayla kırık ayağın iyileşmesi ve buna benzer birçok şey bizim yaratmamızın bir sonucu mudur, yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın yaratması mıdır?”
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
İşte, bu araştırma özellikler hakkında yapılan araştırmadır. Ortaya çıkan bu özellikler hakkındaki ihtilafları da, "kader"in eşyanın özellikleri olduğuna delalet etmektedir.

Bağdat Mutezile reisi Bişr b. el-Mutemir şöyle diyor:

- “Bizim fiilimizden doğan her şey bizim yaratığımızdır. Ben bir insanın gözünü açtığım zaman gözü bir şey görür. Gözün bir şeyi görmesi benim fiilimdir. Çünkü o, benim fiilimden doğmuştur. Bizim imalatımız olan yiyeceklerin rengi, tadı, kokusu da bizim fiilimizdir. Aynı şekilde elem, lezzet, sağlık şehvet vb. her şey insanın fiilidir.”

Mutezile'nin ileri gelenlerinden biri olan Ebu Hüzeyl el-Allaf ise şöyle dedi:

- “Fiilden doğan şeyler arasında fark vardır. İnsanın fiillerinden doğan fiillerden niteliğini bildiklerimiz insanın fiilindendir. Bilmediklerimiz ise insanın fiilinden değildir. Dayak sonucunda ortaya çıkan acı, yukarıya fırlattığımız taşın gidişi, aşağıya attığımız zaman aşağıya inişi gibi özellikler insanın fiilindendir. Fakat renkler, tat, sıcaklık, soğukluk, rutubet, serinlik, korkaklık, şecaat, açlık ve tokluk gibi şeylerin hepsi Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilindendir.”

Nazzam ise şöyle demektedir:

- “İnsan hareket etmekten başka bir şey yapamaz. Hareket olmayan şey insanın fiili değildir. Hareketi ise insan ancak kendinde yapar, kendi dışında yapmaz. İnsanın elini oynatması onun fiilidir. Ancak insanın taşı attığında taşın aşağı veya yukarıya doğru hareketi insanın fiili değil Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilidir. Yani Allah Subhenehû ve Teala, taşı atan bir kimsenin atmasıyla hareket etme kabiliyetini taşta yaratmıştır. Bu nedenle, renkler, tat, kokular, elem, lezzet insanın fiili değildir. Çünkü bunlar insanın hareketi değildir.”

Fiillerden doğan şeylere bakıştaki bu ihtilafların vakıası, ihtilafın eşyanın özellikleri konusunda olduğunu açıklamaktadır. Fiillerden doğan şeyler insanın fiilinden midir yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilinden midir? Öyleyse bu konudaki ihtilaf, insanın eşyalarda ortaya çıkardığı özelliklerden kaynaklanmaktadır.

Bütün kelamcıların tek bir konu ve tek bir alanda yaptıkları tartışma işte böylece sürüp gitti. Kulun eşyada meydana getirdiği eşyanın özellikleri konusu, kulun fiili konusuna göre fer'i/detay bir meseledir. Çünkü özellikler meselesi “kulun fiili” meselesinden kaynaklanmıştır. Ehli Sünnet, Mutezile ve Cebriye arasındaki ihtilafta da ikinci sırayı teşkil ediyordu. Çünkü kelamcılar arasında cereyan eden tartışmaların ağırlık noktasını kulun fiili meselesi oluşturuyordu. Kulun fiili konusunda yapılan tartışma eşyanın özellikleri konusunda yapılan münakaşalardan çok çok fazla idi.

"Kaza ve Kader" ifadesi her ne kadar iki kelimeden meydana gelmişse de birbiriyle iç içe girmiş tek anlamı olan tek bir isimdir. "Kaza ve Kader" konusunun ortaya çıkışına, “kulun fiili” konusu, “insanın eşyada meydana getirdiği özellikler” konusundan daha fazla etki etmiştir. "Kaza ve Kader" konusundaki tartışmalar sürüp giderken her grup "Kaza Kader"'i diğer gruptan farklı bir şekilde anladı. Ehl-i Sünnet ve Mutezile imamlarından sonra gelen öğrencileri ve onlara tabi olanlar arasında da bu tartışmalar asırlar boyu tekrarlanarak sürüp gitti. Mutezile'nin zayıflaması ve Ehl-i Sünnetin üstünlük kazanmasıyla tartışmalar Ehl-i Sünnet lehine döndü. Kaza ve Kader konusunda tartışanlar, Kaza ve Kadere kendiliklerinden hayal ettikleri yeni anlamlar vererek ihtilafa düşüyorlar, verdikleri anlamları sözlük ve Şer’î lafızlarla uyumlaştırmaya çalışarak onlardan bir kısmı şu görüşleri ileri sürüyorlardı:
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
- "Kaza ve Kader", hiç kimsenin bilemeyeceği Allah Subhenehû ve Teala’nın sırlarından bir sırdır.

- "Kaza ve Kader" konusunu araştırmak caiz değildir. Çünkü Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem; إذا ذُكِرَ القدر فأمسكوا "Kaderden bahsedildiği zaman susunuz." diyerek kader hakkında konuşmayı yasaklamıştır.

"Kaza ve Kader'in" ayrı ayrı şeyler olduğunu söyleyenler ise şöyle diyorlardı.

- Kaza, yalnızca külliyat hakkında bir hükümdür, kader ise cüzi konularda ve detaylarında cüzi bir hükümdür.

-“Kader”, kesin karar, “kaza” ise verilen kararı yerine getirmektir. Bu görüşe göre Allahu Teâla bir işin yapılmasına kesin karar verirse yani onu çizer ve kesin olarak uygulama sahasına koyarsa işin “kaderi” çizilmiş olur ve bu da kaderdir. Allahu Teâla karar verdiği işi uyguladığında iş gerçekleşmiş olur ki bu da "Kaza"dır.

- “Kader” takdir etmektir, “kaza” ise yaratmaktır.

- “Kaza ve Kader” birbirinden ayrılmaz şekilde birbirine bağlı iki kelime olup birinin diğerinden ayrılması mümkün değildir. Çünkü bunlardan biri temel konumundadır ki bu da "Kader"dir. Diğeri ise bu temel üzerine kurulu binadır ki bu da "Kaza"dır. Dolayısıyla kim bunlardan birini diğerinden ayırmaya kalkışırsa binayı yıkmaya ve yok etmeye kalkışmış olur. Onlardan kim "Kaza ve Kader" arasında bir fark görürse “kazayı” bir şey, “kaderi” de bir başka şey yapmış olur.

İster bu iki kelimenin birbirinden ayrılmaz olduğunu söyleyenlerce olsun, isterse bu iki kelimenin birbirinden ayrı anlamlara geldiğini söyleyenlerce olsun, “Kaza ve Kader” konusundaki tartışmalar işte böylece sürüp gitti. Halbuki “Kaza ve Kader” kelimesi ne şekilde tefsir edilirse edilsin bütün fırkalarca yalnızca tek bir anlamda kullanılmıştır:

Fiilin var olması açısından; Fiili yaratan Allah Subhenehû ve Teala’mıdır yoksa kul mudur? Kul bir fiili yapmaya kalkıştığında fiili Allah’mı yaratıyor?

Böylece konunun bu noktada odaklaştığı, tartışmalarının aynı platformda dönüp dolaştığı netleşmektedir. Bu mesele ortaya çıktıktan sonra “Kaza ve Kader” meselesi akide konusunda altıncı bir konu olarak yerine oturdu. Fiildeki ve eşyadaki özellikler ister hayır ister şer olsun, fiilleri ve eşyanın özelliklerini yaratan Allah Subhenehû ve Teala olduğundan dolayı, “Kaza ve Kader” meselesi Allahu Teâla ile alakalı işlere delalet etmekte, bu nedenle de akide ile ilgili hususlardan sayıldı.

Buradan da anlaşılmaktadır ki gerek tek bir manaya gelen tek isim olarak kabul edilsin, gerek birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir iş olarak kabul edilsin, Kelamcılar ortaya çıkmadan önce “Kaza ve Kader” meselesi Müslümanların araştırmalarında yer almamıştı.

Kaza ve Kader konusunda aslında yalnızca iki görüş vardır. Bunlardan birincisi ki aynı zamanda Mutezile’nin görüşü olan “serbestçe seçme, hareket edebilme hürriyeti”, ikincisi ise her ne kadar kullandıkları tabirler, ifadeler ve lafızlar etrafında ihtilaflar olsa da Ehl-i Sünnet ve Cebriye’nin görüşü olan “icbar”, “serbest olmama” görüşüdür.

Müslümanlar, Kur’an ve Hadisin ortaya koyduğu görüşten, Sahabenin, Kur’an ve Hadislerden anladıkları görüşten saparak yeni bir isim olarak ortaya çıkan “Kaza ve Kader”, “Cebir ve İhtiyar” veya “İrade Hürriyeti” ifadeleri üzerinde tartışarak bu iki görüşte karar kıldılar.
 
Üst Alt