Mahalleli, her sabah aynı saatte, aynı sese uyanır. Gecenin sessizliğinde korkunç bir gürültüdür bu. Bakkal Muzaffer Amca, tüm kuvvetiyle kaldırmıştır dükkânının kepenklerini. Gürültüyle kalkan kepenkler mahalleliyi de kaldırmıştır yatağından. Saati hiç şaşmaz bu işin; her sabah saat beş onbeş...
Sabah ezanı okunalı henüz birkaç dakika olmuştur. O gürültü, isteyip de ezana uyanamayanlara sunulmuş bir velinimettir. Kalkar, sabah namazlarını kılarlar. Namaza kalkmak gibi bir derdi olmayanlara ise Çin işkencesinden beterdir. O ses sevilse de
sevilmese de, mahallede Muzaffer Amca sevilmektedir.
Böyle insanlar ilgimi çekmiştir hep. İlk müşterisine, dükkânını açmasından neredeyse iki saat sonra satış yapacak bir insan, ne diye dükkânını daha gün doğmadan açar ki? Ne zaman evine gider, ne zaman uyur, nasıl uyanıp dükkânına gelir böyle insanlar?
Erken kalkabildiğim vakitlerde, Muzaffer Amca’yı gizliden gizliye çok izlemişimdir evin balkonundan. Kepenkleri kaldırır, dükkânın ışıklarını yakar. Kısa bir temizliğin ardından piknik tüpünde demlenen çay.
Başkalarının güne yeni merhaba deyip, yarı uykulu kahvaltı sofralarına oturdukları bir vakitte, Muzaffer Amca ikinci demliğe başlamıştır bile. Hep kıskanmışımdır; çay tiryakisiyim diyeceksen, işte böyle olmalı...
Muzaffer Amca’nın mevzusu bizim evde sık geçer. Ne zaman uykudan konu açılsa, mutlaka önce o anılır. Sonra babam başlar nasihat çekmeye:
- Eskinin adamları böyledir işte! Erken kalkarlar. Güneşi üzerlerine doğdurmazlar. Allah’ın bereketi doğar üzerlerine. Eee! Ne demiş eskiler: Erken kalkan yol alırmış! Muzaffer Amcan senelerdir böyledir. Bu huyu yüzünden rahmetli deden de çok severdi onu...
Dedem de severmiş onu. Ben dedemi görmedim. Doğduğum sene rahmetli olmuş. Dedemi görmedim, fakat görenlerden, bilenlerden onu dinlemeyi hep sevdim. Defalarca Muzaffer Amca’ya da dedemi anlattırdım. Tabii başka bir sürü eski hikayeleri de...
Birkaç ay evveldi. Ayazın Ankara’dan henüz
el-etek çekmediği bir bahar sabahı. Saat altı
civarı. Kahvaltıya sıcak ekmek almak için Muzaffer
Amca’ya indim. Aklımda ayaküstü üç-beş dakika muhabbet etmek de var. Ekmeği aldım, havadan sudan konuştuk. Tam çıkacaktım ki, tanıdık bir mahalleli dükkana girdi. Henüz selam vermişti ki ardından başka biri. Bir yabancı. Hiçbirimiz tanımıyoruz. Orta yaşlı, saçı başı dağınık, yüzünde tedirginlik ve mahcubiyet bir arada. Elinde de boş bir simit tepsisi. Ne simitçiye benziyor, ne bakkala gelmiş bir müşteriye. Daha çok bir dilenci gibi. Merak ettim, kapının yanında beklemeye başladım. Adam halinden beklenmeyecek ölçüde düzgün, anlatmaya başladı:
- Özür diliyorum, birkaç dakikanızı alacağım. Kusuruma bakmayın. Ben simitçiyim. Dün son paramla çocuğuma ilaç aldım. Param kalmadı. Bugün de simit alıp satmak için iki milyon liraya ihtiyacım var. Allah rızası için beni dilenci olarak görmeyin. Dolandırıcı da değilim. Evde satacak birşey kalmadı. Ben de -iç cebinden bir şarkı kasedi çıkardı- bu gördüğünüz kasedi ucuz bir fiyata satıp, sermayemi çıkartayım istedim. Bunu iki milyon liraya satın almak ister misiniz?
Adamın söyledikleri, tavrı gerçekten etkileyici idi. “Ben alabilirim demeye hazırlanıyordum ki, diğer kişi, tanıdığımız mahalleli atıldı:
- Hadi kardeşim, hadi git işine! Senin gibileri çok gördük...
Ne Muzaffer Amca, ne ben; hiçbir şey diyemeden, ne diyeceğimizi henüz hesaplamamışken adam şöyle bir baktı, başını eğdi, kasedini avucunda utanılacak bir şey varmış gibi sakladı, çıkıp gitti.
Yutkunamadım. Simitçiye yardımcı olamadım. Kovan adama kızamadım. Ağlayamadım. Olduğum yerde kalakaldım öylece...
Bir dilenci, bir dolandırıcı mıydı? Gerçekten yardıma muhtaç bir insan mıydı? Yoksa, hiç ummadıkları bir anda, ufacık bir bakkalda Allah’ın sınadığı şu birkaç insanın ayağına gelmiş Hızır mıydı? O adam kimdi?
Hâlâ düşünür dururum, o adam ne bir dilenci, ne de bir dolandırıcı olabilirdi. Her haline sinmiş derin bir mahcubiyetle ihtiyacını ifade etmeye çalışan bir adam. Evet, dilenci olamazdı. Soğuk bir sabahın altısında hangi dilenci sokak arasındaki bu küçük bakkalda piyasa ederdi? Hele bakkaldan çıkıp gidişi...
Koşup yakalamak istemiştim ama yok olmuştu sanki. Kuş olup gökyüzüne mi karışmıştı? Yoktu işte!
Her ne olursa olsun, bir insan horlanmıştı, aşağılanmıştı, kalbi kırılmıştı sabahın altısında. Aklıma her gelişinde ince bir sızı hâlâ yakar durur içimi. O adam, elinde bir kaset, boş bir simit tepsisi...
Ve sevgili Muzaffer Amca... O sabahtan sonra sanki içine çöreklenen bir bulutun gölgesi kaldı yüzünde. Ne zaman karşılaşsak, hep konuşmamız gereken ama bir türlü birbirimize söyleyemediğimiz bir sırrın ağırlığı altında birlikte ezildik. Birbirimizin gözlerine bakamadık.
Sabah ezanı okunalı henüz birkaç dakika olmuştur. O gürültü, isteyip de ezana uyanamayanlara sunulmuş bir velinimettir. Kalkar, sabah namazlarını kılarlar. Namaza kalkmak gibi bir derdi olmayanlara ise Çin işkencesinden beterdir. O ses sevilse de
sevilmese de, mahallede Muzaffer Amca sevilmektedir.
Böyle insanlar ilgimi çekmiştir hep. İlk müşterisine, dükkânını açmasından neredeyse iki saat sonra satış yapacak bir insan, ne diye dükkânını daha gün doğmadan açar ki? Ne zaman evine gider, ne zaman uyur, nasıl uyanıp dükkânına gelir böyle insanlar?
Erken kalkabildiğim vakitlerde, Muzaffer Amca’yı gizliden gizliye çok izlemişimdir evin balkonundan. Kepenkleri kaldırır, dükkânın ışıklarını yakar. Kısa bir temizliğin ardından piknik tüpünde demlenen çay.
Başkalarının güne yeni merhaba deyip, yarı uykulu kahvaltı sofralarına oturdukları bir vakitte, Muzaffer Amca ikinci demliğe başlamıştır bile. Hep kıskanmışımdır; çay tiryakisiyim diyeceksen, işte böyle olmalı...
Muzaffer Amca’nın mevzusu bizim evde sık geçer. Ne zaman uykudan konu açılsa, mutlaka önce o anılır. Sonra babam başlar nasihat çekmeye:
- Eskinin adamları böyledir işte! Erken kalkarlar. Güneşi üzerlerine doğdurmazlar. Allah’ın bereketi doğar üzerlerine. Eee! Ne demiş eskiler: Erken kalkan yol alırmış! Muzaffer Amcan senelerdir böyledir. Bu huyu yüzünden rahmetli deden de çok severdi onu...
Dedem de severmiş onu. Ben dedemi görmedim. Doğduğum sene rahmetli olmuş. Dedemi görmedim, fakat görenlerden, bilenlerden onu dinlemeyi hep sevdim. Defalarca Muzaffer Amca’ya da dedemi anlattırdım. Tabii başka bir sürü eski hikayeleri de...
Birkaç ay evveldi. Ayazın Ankara’dan henüz
el-etek çekmediği bir bahar sabahı. Saat altı
civarı. Kahvaltıya sıcak ekmek almak için Muzaffer
Amca’ya indim. Aklımda ayaküstü üç-beş dakika muhabbet etmek de var. Ekmeği aldım, havadan sudan konuştuk. Tam çıkacaktım ki, tanıdık bir mahalleli dükkana girdi. Henüz selam vermişti ki ardından başka biri. Bir yabancı. Hiçbirimiz tanımıyoruz. Orta yaşlı, saçı başı dağınık, yüzünde tedirginlik ve mahcubiyet bir arada. Elinde de boş bir simit tepsisi. Ne simitçiye benziyor, ne bakkala gelmiş bir müşteriye. Daha çok bir dilenci gibi. Merak ettim, kapının yanında beklemeye başladım. Adam halinden beklenmeyecek ölçüde düzgün, anlatmaya başladı:
- Özür diliyorum, birkaç dakikanızı alacağım. Kusuruma bakmayın. Ben simitçiyim. Dün son paramla çocuğuma ilaç aldım. Param kalmadı. Bugün de simit alıp satmak için iki milyon liraya ihtiyacım var. Allah rızası için beni dilenci olarak görmeyin. Dolandırıcı da değilim. Evde satacak birşey kalmadı. Ben de -iç cebinden bir şarkı kasedi çıkardı- bu gördüğünüz kasedi ucuz bir fiyata satıp, sermayemi çıkartayım istedim. Bunu iki milyon liraya satın almak ister misiniz?
Adamın söyledikleri, tavrı gerçekten etkileyici idi. “Ben alabilirim demeye hazırlanıyordum ki, diğer kişi, tanıdığımız mahalleli atıldı:
- Hadi kardeşim, hadi git işine! Senin gibileri çok gördük...
Ne Muzaffer Amca, ne ben; hiçbir şey diyemeden, ne diyeceğimizi henüz hesaplamamışken adam şöyle bir baktı, başını eğdi, kasedini avucunda utanılacak bir şey varmış gibi sakladı, çıkıp gitti.
Yutkunamadım. Simitçiye yardımcı olamadım. Kovan adama kızamadım. Ağlayamadım. Olduğum yerde kalakaldım öylece...
Bir dilenci, bir dolandırıcı mıydı? Gerçekten yardıma muhtaç bir insan mıydı? Yoksa, hiç ummadıkları bir anda, ufacık bir bakkalda Allah’ın sınadığı şu birkaç insanın ayağına gelmiş Hızır mıydı? O adam kimdi?
Hâlâ düşünür dururum, o adam ne bir dilenci, ne de bir dolandırıcı olabilirdi. Her haline sinmiş derin bir mahcubiyetle ihtiyacını ifade etmeye çalışan bir adam. Evet, dilenci olamazdı. Soğuk bir sabahın altısında hangi dilenci sokak arasındaki bu küçük bakkalda piyasa ederdi? Hele bakkaldan çıkıp gidişi...
Koşup yakalamak istemiştim ama yok olmuştu sanki. Kuş olup gökyüzüne mi karışmıştı? Yoktu işte!
Her ne olursa olsun, bir insan horlanmıştı, aşağılanmıştı, kalbi kırılmıştı sabahın altısında. Aklıma her gelişinde ince bir sızı hâlâ yakar durur içimi. O adam, elinde bir kaset, boş bir simit tepsisi...
Ve sevgili Muzaffer Amca... O sabahtan sonra sanki içine çöreklenen bir bulutun gölgesi kaldı yüzünde. Ne zaman karşılaşsak, hep konuşmamız gereken ama bir türlü birbirimize söyleyemediğimiz bir sırrın ağırlığı altında birlikte ezildik. Birbirimizin gözlerine bakamadık.