alptraum
New member
- Katılım
- 1 Ocak 2005
- Mesajlar
- 2,908
- Tepkime puanı
- 166
- Puanları
- 0
- Yaş
- 39
- Konum
- Aþk`dan
- Web sitesi
- www.muhakeme.net
Peygamber Efendimizin ( s.a.v ) soyundan gelen Âl-i Beyt'i Allah için sevmek, Hanefi mezhebinde vacip, Şâfiî mezhebine göre farzdır. Cenâbı Hak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
“Resulüm De ki: Ben bu risalet ve irşat hizmetinden ötürü, sizden akrabalık sevgisinden başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur.” (Şûra Sûresi, 23) Bu Ayet-i Kerime'de geçen “akrabalık sevgisi” tabiri için, Bediüzzaman “Ehl-i Beytimi sevmenizi isterim” manasını vermektedir. ( Lem'alar )
Bir Hadis-i şerif 'te Peygamber Efendimiz (a.s.m) şöyle buyurmaktadırlar: “Allah'ı size verdiği nimetlerinden dolayı sevin. Beni de Allah için sevin. Âl-i Beyt'imi de benim için sevin.” Diğer bir hadîs'te ise: “Bir kimse, sahabelerimi, zevcelerimi ve Ehl-i Beyt'imi sever de onların herhangi birine ayıplamada bulunmazsa, onların sevgisiyle bu dünyadan göçerse kıyamet günü benimle beraber olur.” buyurmuşlardır.
Yukarıdaki hadis-i şerifler, Âl-i Beyt'i sevmenin dinimizdeki yerini, en veciz ve en açık bir şekilde ifade etmektedir.
Âl-i beyt'i sevmek, kuru ve ruhsuz bir sevgi olmamalıdır. Her şeyde olduğu gibi Âl-i Beyt'i sevmenin de bir ölçüsünün olması lâzımdır. O sevginin Allah ve resulü (a.s.m) hesabına olduğunun en büyük delili, Kur'ana ve Sünnet-i Seniyye 'ye sıkı sıkıya sarılmaktır.
Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir: “Âl-i Beyt'ten vazife-i Risaletçe muradı Sünnet-i Seniyye'sidir. Sünnet-i Seniyye'yi terk eden hakikî Âli Beyt'ten olmadığı gibi Âl-i Beyt'e hakikî dost da olamaz.” ( Lem'alar )
Bu hakikate binâen , ancak Sünnet-i Seniyye'ye tâbi olan bir Müslüman, Âl-i Beyt'i gerçek anlamda sevmiş olacaktır.
Bu manayı Peygamberimiz (a.s.m), şu mealdeki hadis-i şerifleriyle aydınlatmaktadırlar: “Sizlere iki şey bırakıyorum. Onlara yapışsanız kurtulursunuz. Birisi Kur'an-ı Kerim, biri Âl-i Beyt'imdir.”
Bu hadiste Kur'ana ve Âl-i Beyt'e yapışmanın birlikte zikredilmesiyle, şöyle bir hakikat dersi verilmeye çalışılmıştır. Allah'ın Kitabı'nı seven ve tabi olan her Müslüman, Âl-i Beyt'i sevecek ve hürmet edecek, Âl-i Beyt'i seven her Müslüman da Allah'ın Kitabıyla amel edecektir. ( Mehmet kırkıncı, Alevilik Nedir?, Zafer Yayınları )
Şayet Al-i beyt sevgisini müstakil olarak, kur'an ve sünnetten ayrı düşünürsek, çok büyük bir sistem hatasına düşmüş oluruz. Çünkü, Başta Peygamberimiz (a.s.m) olmak üzere tüm peygamberlerin ve insanların yaratılışının gayesi ve hikmeti, Allah'a iman etmek ve O'nu tanıyıp ibadet etmektir. O halde Al-i Beyt sevgisini soyut olarak düşünmek, Resulüllah Efendimiz (a.s.m.)'in insanlara sadece Âl-i Beyt'i sevdirmek için gönderilmiş olduğunu kabul etmek demektir.
Bu tarz bir anlayış ise, insanların yaratılış gayesini sadece bir tek sevgiye bağlamak olur ki, hem Allah'ı tanıma ve sevmeye hem Allah'a ibadet etmeye hem de diğer iman hakikatlerine gerekli ehemmiyeti verdirmeye mani olmaktadır. Buna delil olarak, Alevilerin Ehl-i beyt sevgisinde çok ileri, ama sair değerlerde çok geri kalmaları gösterilebilir.
Ehl-i Beyt'i seven her mümin, ibadet vazifesini yerine getirmekle beraber, onları kendisine örnek almalı, onlara benzemeye çalışmalı ve onlar gibi olmaya gayret etmelidir. Ehl-i Beyt'i gerçek anlamda sevmek de ancak bu yolla gerçekleşebilir.
Risale-i Nurlarda Ehl-i Beyt sevgisi Ayet, Hadis ve Ehl-i sünnet alimlerinin ifade ettikleri çizgiden başkası değildir. Nurlardaki Alevilik konusu ise, Ehl-i sünnet muhakkiklerinin beyan ettikleri ifade ve görüşlerle birebir örtüşmektedir.
Buna göre, Risale-i Nur'da Şiilerin ve Alevilerin kabul ettikleri bazı meselelerin tashihi yapılmakla beraber, Sünniler ile Alevilerin birbirlerine nasıl bakmaları ve davranmaları gerektiği hususunda güzel ölçüler verilmiştir.
Bu Ölçüler:
1- Bediüzzaman Said Nursi, Ehl-i sünnet alimlerinin ifade ettikleri gibi Hz. Ebubekir (r.a ), Hz. Ömer (r.a ) ve Hz. Osman (r.a )'ın halifeliğe daha layık olduğunu kabul etmektedir. Ama Hz. Ali (r.a)'ı Al-i Beytin şahs-ı manevisini temsil etmesi cihetiyle daha üstün ve yetişilmeyecek bir makam sahibi olduğunu da özellikle belirtmektedir.
“Hazret-i Ali'ye (r.a) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti; şahsî kemalât ve mertebesi noktasından. İkinci cihet: Âl-i Beytin şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı manevîsi ise, Resul-i Ekrem (a.s.m) bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte birinci nokta itibariyle Hazret-i Ali (r.a) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer'i (r.a) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyet'te ve kurbiyet-i İlahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (r.a) Âl-i Beytin şahs-ı manevisinin mümessili ve Âl-i Beytin şahs-ı manevisi ise, Muhammed (a.s.m)'ın hakikatini temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte Hazret-i Ali (r.a) hakkında söylenen fevkalâde methedici hadisler, bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikati teyit eden sahih bir hadis var ki; Resul-i Ekrem (a.s.m) ferman etmiş: "Her Nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali'nin (r.a) neslidir." ( Lem'alar, 23)
2- Bediüzzaman'a göre, Peygamberimiz (a.s.m)'ın Hz. Ali (r.a) hakkında söylediği methedici hadislerin ümmet içerisinde çokça yayılmasının sebebi, Hz. Ali (r.a)'ın diğer büyük sahabelerden büyük olduğu için değil, diğer başka hikmetler içindir.
“Hazret-i Ali'nin (r.a) şahsı hakkında sair halifelerden ziyade methedici hadislerin çoklukla yayılmasının sırrı şudur ki: Emevîler ile Haricîler, ona haksız hücum ve tenkit ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet Ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayetleri çok neşrettiler. Diğer üç halife ise, öyle tenkit ve hücuma çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki hadislerin yayılmasına ihtiyaç görülmedi. Hem istikbalde Hazret-i Ali (r.a) elîm hadiselere ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali'yi (r.a) ümitsizlikten ve ümmetini onun hakkında sû'-i zandan kurtarmak için “ben kimin dostu isem Ali'de onun dostudur” gibi mühim hadîslerle Ali'yi (r.a) teselli ve ümmeti irşat etmiştir.” ( Lem'alar, 24)
3- Bediüzzaman, hayatı boyunca toptancılıktan hep kaçınmıştır. O'na göre, yanlış fikir taşıyan bir gurubun tüm fertleri aynı oranda mesul değildir. Bediüzzaman hazretleri, Şiileri ve Alevileri de ikiye ayırmaktadır. Hz. Ali'yi (r.a) “Velilerin Şahı” olarak kabul eden Şia-i velayet ile “Halifelik Hz. Ali'nin hakkı idi ve O'ndan gasp edildi” diyen Şia-i hilafet'in aynı hissi taşımadığını ve aynı mesuliyette olmadığını şu ifadelerle ortaya koymaktadır:
“Hazret-i Ali'ye (r.a) karşı şîa-i velayetin aşırı muhabbetleri ve tarîkat cihetinden gelen tafdilleri (makamını büyük göstermeleri), kendilerini şîa-i hilafet derecesinde mesul etmez. Çünkü ehl-i velayet meslek itibariyle, muhabbet ile mürşitlerine bakarlar. Muhabbet ifratı gerektirir. Mahbubunu (sevdiğini) makamından fazla görmek arzu ediyor ve öyle de görüyor. Muhabbetin fazlalığından ehl-i hal mazur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, diğer üç halifenin gıybetine ve düşmanlıklarına gitmemek şartıyla ve İslâmi esasların haricine çıkmamak kaydıyla mazur olabilirler. Şîa-i hilafet ise; siyasetin acımasız çarkına girdikleri için, düşmanlıktan, garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar.” ( Lem'alar, 24)
“Resulüm De ki: Ben bu risalet ve irşat hizmetinden ötürü, sizden akrabalık sevgisinden başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur.” (Şûra Sûresi, 23) Bu Ayet-i Kerime'de geçen “akrabalık sevgisi” tabiri için, Bediüzzaman “Ehl-i Beytimi sevmenizi isterim” manasını vermektedir. ( Lem'alar )
Bir Hadis-i şerif 'te Peygamber Efendimiz (a.s.m) şöyle buyurmaktadırlar: “Allah'ı size verdiği nimetlerinden dolayı sevin. Beni de Allah için sevin. Âl-i Beyt'imi de benim için sevin.” Diğer bir hadîs'te ise: “Bir kimse, sahabelerimi, zevcelerimi ve Ehl-i Beyt'imi sever de onların herhangi birine ayıplamada bulunmazsa, onların sevgisiyle bu dünyadan göçerse kıyamet günü benimle beraber olur.” buyurmuşlardır.
Yukarıdaki hadis-i şerifler, Âl-i Beyt'i sevmenin dinimizdeki yerini, en veciz ve en açık bir şekilde ifade etmektedir.
Âl-i beyt'i sevmek, kuru ve ruhsuz bir sevgi olmamalıdır. Her şeyde olduğu gibi Âl-i Beyt'i sevmenin de bir ölçüsünün olması lâzımdır. O sevginin Allah ve resulü (a.s.m) hesabına olduğunun en büyük delili, Kur'ana ve Sünnet-i Seniyye 'ye sıkı sıkıya sarılmaktır.
Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir: “Âl-i Beyt'ten vazife-i Risaletçe muradı Sünnet-i Seniyye'sidir. Sünnet-i Seniyye'yi terk eden hakikî Âli Beyt'ten olmadığı gibi Âl-i Beyt'e hakikî dost da olamaz.” ( Lem'alar )
Bu hakikate binâen , ancak Sünnet-i Seniyye'ye tâbi olan bir Müslüman, Âl-i Beyt'i gerçek anlamda sevmiş olacaktır.
Bu manayı Peygamberimiz (a.s.m), şu mealdeki hadis-i şerifleriyle aydınlatmaktadırlar: “Sizlere iki şey bırakıyorum. Onlara yapışsanız kurtulursunuz. Birisi Kur'an-ı Kerim, biri Âl-i Beyt'imdir.”
Bu hadiste Kur'ana ve Âl-i Beyt'e yapışmanın birlikte zikredilmesiyle, şöyle bir hakikat dersi verilmeye çalışılmıştır. Allah'ın Kitabı'nı seven ve tabi olan her Müslüman, Âl-i Beyt'i sevecek ve hürmet edecek, Âl-i Beyt'i seven her Müslüman da Allah'ın Kitabıyla amel edecektir. ( Mehmet kırkıncı, Alevilik Nedir?, Zafer Yayınları )
Şayet Al-i beyt sevgisini müstakil olarak, kur'an ve sünnetten ayrı düşünürsek, çok büyük bir sistem hatasına düşmüş oluruz. Çünkü, Başta Peygamberimiz (a.s.m) olmak üzere tüm peygamberlerin ve insanların yaratılışının gayesi ve hikmeti, Allah'a iman etmek ve O'nu tanıyıp ibadet etmektir. O halde Al-i Beyt sevgisini soyut olarak düşünmek, Resulüllah Efendimiz (a.s.m.)'in insanlara sadece Âl-i Beyt'i sevdirmek için gönderilmiş olduğunu kabul etmek demektir.
Bu tarz bir anlayış ise, insanların yaratılış gayesini sadece bir tek sevgiye bağlamak olur ki, hem Allah'ı tanıma ve sevmeye hem Allah'a ibadet etmeye hem de diğer iman hakikatlerine gerekli ehemmiyeti verdirmeye mani olmaktadır. Buna delil olarak, Alevilerin Ehl-i beyt sevgisinde çok ileri, ama sair değerlerde çok geri kalmaları gösterilebilir.
Ehl-i Beyt'i seven her mümin, ibadet vazifesini yerine getirmekle beraber, onları kendisine örnek almalı, onlara benzemeye çalışmalı ve onlar gibi olmaya gayret etmelidir. Ehl-i Beyt'i gerçek anlamda sevmek de ancak bu yolla gerçekleşebilir.
Risale-i Nurlarda Ehl-i Beyt sevgisi Ayet, Hadis ve Ehl-i sünnet alimlerinin ifade ettikleri çizgiden başkası değildir. Nurlardaki Alevilik konusu ise, Ehl-i sünnet muhakkiklerinin beyan ettikleri ifade ve görüşlerle birebir örtüşmektedir.
Buna göre, Risale-i Nur'da Şiilerin ve Alevilerin kabul ettikleri bazı meselelerin tashihi yapılmakla beraber, Sünniler ile Alevilerin birbirlerine nasıl bakmaları ve davranmaları gerektiği hususunda güzel ölçüler verilmiştir.
Bu Ölçüler:
1- Bediüzzaman Said Nursi, Ehl-i sünnet alimlerinin ifade ettikleri gibi Hz. Ebubekir (r.a ), Hz. Ömer (r.a ) ve Hz. Osman (r.a )'ın halifeliğe daha layık olduğunu kabul etmektedir. Ama Hz. Ali (r.a)'ı Al-i Beytin şahs-ı manevisini temsil etmesi cihetiyle daha üstün ve yetişilmeyecek bir makam sahibi olduğunu da özellikle belirtmektedir.
“Hazret-i Ali'ye (r.a) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti; şahsî kemalât ve mertebesi noktasından. İkinci cihet: Âl-i Beytin şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı manevîsi ise, Resul-i Ekrem (a.s.m) bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte birinci nokta itibariyle Hazret-i Ali (r.a) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer'i (r.a) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyet'te ve kurbiyet-i İlahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (r.a) Âl-i Beytin şahs-ı manevisinin mümessili ve Âl-i Beytin şahs-ı manevisi ise, Muhammed (a.s.m)'ın hakikatini temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte Hazret-i Ali (r.a) hakkında söylenen fevkalâde methedici hadisler, bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikati teyit eden sahih bir hadis var ki; Resul-i Ekrem (a.s.m) ferman etmiş: "Her Nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali'nin (r.a) neslidir." ( Lem'alar, 23)
2- Bediüzzaman'a göre, Peygamberimiz (a.s.m)'ın Hz. Ali (r.a) hakkında söylediği methedici hadislerin ümmet içerisinde çokça yayılmasının sebebi, Hz. Ali (r.a)'ın diğer büyük sahabelerden büyük olduğu için değil, diğer başka hikmetler içindir.
“Hazret-i Ali'nin (r.a) şahsı hakkında sair halifelerden ziyade methedici hadislerin çoklukla yayılmasının sırrı şudur ki: Emevîler ile Haricîler, ona haksız hücum ve tenkit ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet Ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayetleri çok neşrettiler. Diğer üç halife ise, öyle tenkit ve hücuma çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki hadislerin yayılmasına ihtiyaç görülmedi. Hem istikbalde Hazret-i Ali (r.a) elîm hadiselere ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali'yi (r.a) ümitsizlikten ve ümmetini onun hakkında sû'-i zandan kurtarmak için “ben kimin dostu isem Ali'de onun dostudur” gibi mühim hadîslerle Ali'yi (r.a) teselli ve ümmeti irşat etmiştir.” ( Lem'alar, 24)
3- Bediüzzaman, hayatı boyunca toptancılıktan hep kaçınmıştır. O'na göre, yanlış fikir taşıyan bir gurubun tüm fertleri aynı oranda mesul değildir. Bediüzzaman hazretleri, Şiileri ve Alevileri de ikiye ayırmaktadır. Hz. Ali'yi (r.a) “Velilerin Şahı” olarak kabul eden Şia-i velayet ile “Halifelik Hz. Ali'nin hakkı idi ve O'ndan gasp edildi” diyen Şia-i hilafet'in aynı hissi taşımadığını ve aynı mesuliyette olmadığını şu ifadelerle ortaya koymaktadır:
“Hazret-i Ali'ye (r.a) karşı şîa-i velayetin aşırı muhabbetleri ve tarîkat cihetinden gelen tafdilleri (makamını büyük göstermeleri), kendilerini şîa-i hilafet derecesinde mesul etmez. Çünkü ehl-i velayet meslek itibariyle, muhabbet ile mürşitlerine bakarlar. Muhabbet ifratı gerektirir. Mahbubunu (sevdiğini) makamından fazla görmek arzu ediyor ve öyle de görüyor. Muhabbetin fazlalığından ehl-i hal mazur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, diğer üç halifenin gıybetine ve düşmanlıklarına gitmemek şartıyla ve İslâmi esasların haricine çıkmamak kaydıyla mazur olabilirler. Şîa-i hilafet ise; siyasetin acımasız çarkına girdikleri için, düşmanlıktan, garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar.” ( Lem'alar, 24)