Sana Halime’nin gizli hikayesini söyleyeyim de gönlünden gam gitsin! Mustafa’yı sütten kesince fesleğen ve gül gibi elini alıp bağrına basarak... Her iyi ve kötüden kaçırıp esirgeyerek o padişahlar padişahını atasına teslim etmek üzere Mekke’ye geldi.
O emaneti, zayi etmeden korkarak Kabe’ye geldi, Hatim’e girdi. Fakat bu sırada havadan “ Ey Hatim, sana pek büyük bir güneş dogdu...Ey Hatim, bugün sana cömertlik güneşinden yüz binlerce nur isabet ediverdi... Ey Hatim, bugün sana, talih ve bahtin, ardinda çavuş oldugu ulular ulusu bir padişah gelip kondu...
Şüphe yok ki yeni baştan yücelikler alemine mensup canlarin konagi olacaksin... Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takim takim, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler” diye ses geliyordu. Halime bu sese şaşirip kaldi... ne önde kimse vardi, ne artta!
Alti cihette de kimse yoktu... fakat bu canlar feda olasi ses, ardi ardina gelip durmaktaydi. Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye araştirmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı. Her tarafa göz gezdirdi... o sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı. Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... fakat söyleyen kim? Diyordu.
Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu. Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü... bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok! Büsbütün şaşırdı... Konağı dertlerle karardı adeta!
Şu yana, bu yana koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim diye feryat etmeye başladı. Mekke’liler biz bilmiyoruz... hatta orada bir çocuk olduğunu bile görmedik dediler. Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar! Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular!
Bu sırada ihtiyar bir adam, elindeki sopasını kaka kaka çıkageldi. Dedi ki: “A Halime, başina ne geldi senin ? Neden böyle agliyor, yasla cigerler dagliyorsun?” Halime “Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir süt ninesiyim...onu atasına teslim etmek üzere getirdim. Fakat Hatime gelince kulağıma havadan sesler gelmeye başladı.
Gökten gelen o sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım...Bu sözleri kim söylüyor, göreyim dedim... çünkü pek latif, pek güzel bir sesti o. Ne etrafımda kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi. Şaşırıp kaldım, şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum yerde yok... eyvahlar olsun, yazık oldu bana!”
İhtiyar, “Meraklanma, kederlenme... ben sana bir padişah göstereyim. O sana çocugun ne oldugunu, nereye gittigini, nerede bulundugunu söyler” dedi. Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü ihtiyar!
Hadi, hemen bana o yüce bakışlı padişahı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi. İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... dedi ki: “Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir.
Biz, ona tapı kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.” İhtiyar, puta secde edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi! Ey uzza! Sen bize nice lutuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk. Lutufların yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur.
Sad kabilesinden olan Halime, derdine derman olacağını umarak senin gölgene gelip sığındı. Onun bir küçük çocuğu kaybolmuş... adı Muhammedmiş!”dedi. Arap, Muhammed derdemez derhal bütün putlar yere kapandılar, secde ettiler.
“A ihtiyar, Muhammed’i ne çeşit arayiş bu? Biz onun yüzünden işten kalacak, hor hakir olacagiz! Biz onun yüzünden yüz üstü düşecegiz, taşlanacagiz... onun yüzünden karimiza kesat gelecek, ayarimiz mahvolacak!
Fetret zamaninda heva ve heves ehlinin arada bir bizden gördükleri o hayaller, Onun devri gelince yok olacak... su görününce teyemmümüm hükmü kalmayacak! A ihtiyar, uzaklaş bizden sinama ateşini alevlendirme; Ahmed’in kıskançlığıyla bizi yakma!
Allah aşkına uzaklaş ey ihtiyar... uzaklaş da takdir ateşi, seni de bizimle beraber yakmasın! Biliyor musun ki bu, adeta ejderhanın kuyruğunu sıkmaktır... hiç biliyor musun, bu ne çeşit haber getiriştir? Bu haberden denizin de yüreği coşar, madenin de ... bu haberden yedi kat gök bile tir tir titrer!” dediler.
O gün görmüş, yaş yaşamiş ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasini yere atti. Titremeye başladi... o seslerden korkmuştu; dişleri takir takir birbirine vuruyordu. Kişin çiplak adamin titremesi gibi titremekte “ Eyvahlar olsun, helak olduk” demekteydi.
Halime ihtiyarın bu halini görünce büsbütün şaşırdı, ne yapacağını unuttu. Dedi ki: “ A ihtiyar, ben de mihnetteyim ama şimdi temelli şaşirdim kaldim! An olur rüzgar bana hatiplik eder, zaman gelir taşlar edep ögretir!
Rüzgar, bana söz söyler... taş ve dag, eşyanin hakikatini anlatir! Gah olur gayb erleri, gökyüzünün yeşil kanatli melekleri çocugumu kaparlar! Kime aglayip sizlanayim... kime şikayet edeyim? Yüzlerce gönülle sevdalara kapilanlara döndüm şimdi.
O çocugun gayreti, gayb sirlarini söyletmiyor, agzimi yumuyor benim...şu kadar söyleyeyim: çocugum kayboldu! Fakat şimdi başka bir şey söylesem halk, beni delirdi sanir, zincirlere vurur!”
İhtiyar dedi ki: “Halime, şad ol... şükür secdesine kapan, yüzünü pek yirtma. Gam yeme... o kaybolmaz, belki bütün alem onda kaybolur! Her an onun önünde, ardinda yüz binlerce gözcü bekçi var; onu korurlar.
Görmedin mi? O hünerli putlar, çocugun adini duyunca nasil yerlere kapandilar, secde ettiler! Bu devir yeryüzünde acayip bir devir... ben ihtiyarladim gittim de buna benzer bir şey görmedim. Bu haberden taşlar nasil feryada geldiler ? Bilmem artik suçlulara neler olur?
Taşa biz mabut diyoruz, mabut oluşta onun bir suçu yok ... sen de ona kul olmaya mecbur degilsin! ( Fakat ona sen mabut diyorsun, o da bunu reddediyor, kabul etmeye mecbur.) O, mecburken bu derecede korkarsa artik suçluya neler olacak, bir düşün!
Mustafa’nın ceddi, Halime’nin halini, halk içinde ağlayıp sızladığını, sesi, bir millik mesafeye yetişecek kadar feryat ve figan ettiğini duyunca, işi anladı... eliyle göğsünü yumruklamaya, bağırıp ağlamaya koyuldu. Derken yana yakıla Kabe kapısına gelip dedi ki: “ Ey gece sırlarını da, gündüzün gizlenen işleri de bilen Tanrı!
Kendimde bir hüner, bir marifet görmüyorum ki senin gibisiyle sırdaş olayım. Kendimde bir ehliyet görmüyorum ki bu kutlu kapıda makbule geçeyim. Ne başımda bir değer var, ne secdemde... ne de ağlamamla bir devlet gülümser benim.
Ancak o eşi bulunmaz tek incinin yüzünde senin lutuf eserlerini görmüşüm ey kerem sahibi Tanrı’m. O bizden ama bize benzemiyor... biz hep bakırız, Ahmet kimya! Onda gördüğüm şaşılacak şeyleri ne bir dostta gördüm ben, ne bir düşmanda!
Bu çocuğa ihsan ettiğin faziletleri, birisi yüzyıl mücadelede bulunsa elde edemez”, nişanesini bile bulamaz. Senin ona olan inayetlerini iyice gördüm... anladim ki o senin denizinin biricik incisi!
Ben de işte sana onu şefaatçi getirmedeyim... onun yüzü suyu hürmetine ey herkesin halini bilen Tanri, o ne haldedir; bana bildir! Kabe içinden derhal bir ses geldi: “şimdi sana yüz gösterecek ! O yüzlerce devletle bizden nasip almiştir... yüzlerce bölük melek, onu korumadadir.
Onun zahirini, aleme meşhur edecegiz... batinini da herkes den gizleyecegiz! Su ve toprak altin madeniydi; bizse kuyumcuyuz... gah onu halhal yapariz, gah yüzük! Gah kiliç bagi yapariz... gah aslanin boynuna tasma! Gah onu tahti bezeyen turunç yapariz, gah devlet isteyen padişahlarin başina taç ederiz!...
Bu toprakla aşklarimiz vardir bizim...çünkü o riza ka’desine oturmuştur. Gah ondan böyle bir padişah çikaririz... gah o padişahi da bir padişaha aşik ederiz! O topraktan yüz binlerce aşik, yüz binlerce maşuk yaratiriz... hepsi de feryad-ü figandadir, arayip taramadadir!
Bizim işimize candan meyli olmayanin körlügüne işimiz budur işte! Nevaleyi aziksizlar üzerine koruz...işte o yüzden topraga bu faziletleri veririz biz. Çünkü toprak, tozlu ve kapkara görünür ama içinde nurlu sifatlar vardir. Diş yüzü iç yüzüyle savaştadir... iç yüzü inci gibidir, dişi taşa benzer.
Dişi, biz, ancak buyuz der... içi, dikkat et, işin önüne, ardina iyi bak der! Dişi içimizde hiçbir şey yoktur diye inkarda da bulunur... içi hele dur da sana hakikatimizi gösterelim der. Dişiyla içi savaştadir... ve içi, dişina sabrettiginden Tanri yardimina nail olur.
Işte biz bu ekşi suratli topraktan suretler düzer onun gizli gülümsemesini meydana çikaririz. Çünkü topragin dişi kederden, aglayiştan ibarettir ama içinde yüz binlerce gülüşler vardir. Biz sirlari açiga vururuz... işimiz budur bizim!bu gizli şeyleri pusudan çikarir dururuz! Hirsiz inkardan gelir, susar bir şey söylemez ama sahne onu sikiştirir, hirsizligini meydana çikarir!
Bu topraklarda da nice nimetler çalmiştir...onu belalara ugratir, ikrar ettirir.
Onun nice şaşilacak çocuklari var... Fakat Ahmet hepsinden üstün! Yerle gök, bizim gibi iki çiftten böyle bir tek padişah dogdu diye gülmekte, sevinip neşelenmektedir. Gökyüzü neşesinden yarilmada ... yeryüzü, azadeliginden süsene dönmektedir!
Ey güzel toprak, mademki diş yüzün iç yüzünle savaşta, çekişte... kim kendisiyle savaşa girişirse nihayet hakikati, bulur, rengin, kokunun ( görünüşün ) düşmani olur. Karanligi nuruyla muharebeye girişenin can güneşine zeval yoktur.
Bizim için sinamalara giren, bizim için çalişan kişinin ayagina gök bile sirt verir! Zahirin karanliklardan feryat etmede ama içyüzün gül bahçesi içinde için de gül bahçesi! O, ekşi suratli sofiler gibi nur söndüren kişilerle karişip uzlaşmamak niyetinde.
Ekşi suratli arifler, kirpiye benzerler...sert dikenlerin dibinde gizlice zevki safadadir onlar. Bahçe gizlidir de bahçenin çevresindeki diken meydanda... yani ey düşman hirsiz, bu kapidan uzaklaş derler!
Ey kirpi, kendine dikeni bekçi yapmişsin... başini, sofiler gibi içine çekmişsin. Istiyorsun ki şu gül yüzlü, fakat diken huylu kişilerden hiç kimse, senin azicik bir zevkine bile ilişmesin! Senin çocugun, çocuk huylu ama iki alam de onun yavrucagi... onun için yaratilmiş!
Biz, alemi onunla diriltir, felegi onun hizmetine kul, köle ederiz! Abdulmuttalip “ şimdi nerede ey gizlileri bilen, bana ona varacak dogru yolu göster” dedi.
Kabe içinden Abdülmuttalib’e ses geldi: “Ey o aklı başında olan çocuğu arayan, filan vadide, falan ağacın altında!” O iyi bahtlı, bu sesi duyunca hemen yürüdü. Ardınca da Kureyş emirleri gidiyorlardı. Çünkü Peygamber’in atası Kureyş ulularındandı.
Adem Peygambere kadar bütün geçmişleri, mecliste de en ulu kişilerdi, savaşta da! Bu soy, zahiri soyuydu... ulu padişahlar padişahından süzülmeydi. İçiyse zaten soydan, soptan uzaktı, paktı... balıktan “simak” denilen yıldıza kadar onunla cins ve eşit olacak kimse yoktu!
Hak nurunun kimden doğduğunu, nasıl vücut bulduğunu kimse aranmaz. Tanrı halkının nescini arayıp sormaya ne luzum var? Tanrı’nın sevap karşılığı olarak verdiği en bayağı hil’at bile güneş ziyasindan daha parlak, daha üstündür!
Hani bir köpek, çukur içinde kör dilenciyi gördü de saldirdi, hirkasini yirttiydi ya! Bunu söyledik ama tenkit için bir kere daha söylüyoruz. Kör dedi ki: Senin dostlarin şimdi daglarda av ariyorlar...
Hisimlarin dagda yaban eşegi avliyorlar... sense köy ortasinda kör tutuyorsun! A yücelerden kaçan şeyh, bu hileyi birak! Sen, başina birkaç körü toplamiş aci suya benziyorsun! Adeta bunlar benim dervişlerimdir...ben de aci suyum. Benden içerler de böyle kör olurlar diyorsun!
Suyunu Ledün denizinden tatli bir hale getir. Kötü suyu bu körlere tuzak yapma! Kalk, yaban eşegi avlayan Tanri aslanlarini gör... sen, neden köpek gibi hileyle kör avlamadasin? Onlara yaban eşegi avliyorlar dedim... fakat yaban eşegi de nedir ki? Onlar sevgiliden başkasini avlamazlar... hepsi de aslandir, aslan avcisidir, nur sarhoşudur!
Avi ve padişahin avciligini seyrederken hepsi de avlanmayi birakmişlar, hayran olup can vermişlerdir! O cinsten olan kuşlari avlamak için avcilar nasil ellerine ölü bir kuş alirlarsa sevgili de onlari eline almiştir.
O ölü kuş vuslat ve firkat arasinda ihtiyarsiz bir haldedir. “ Kalp, Tanrı’nın iki parmağı arasındadır” hadisini okumadın mı? Ölü kuşa avlanan dikkat ederse görür ki padişaha avlanmıştır. Bu ölü kuştan baş çeken, asla avcının elini bulamaz!
Ölü kuş der ki: benim murdarlığıma bakma padişahın bana olan aşkına bak... bak da beni nasıl görüp gözetmekte, bir gör! Ben pis değilim... beni padişah öldürdü; suretim, ölüye benzedi. Bundan önce kanadımla uçuyordu; şimdiyse hareketim, padişahın elinden. Fani hareketim, derimden çıktı gitti... şimdiki hareketim baki, çünkü ondan!
Benim hareketime karşı eğri harekette bulunanı, simurg bile olsa perişan eder, ağlatır, inletir, öldürürüm! Diriysen aklını başına topla da beni ölü görme... kulsan benim padişah elinde olduğumu gör!
İsa, keremiyle ölüyü diriltti... halbuki ben, İsa’yı yaratanın elindeyim. Tanrı elinde oldukça hiç ölü kalır mıyım? İsa’nın elinde bile olsam buna imkan yok! İsa’yım ama nefesimden can bulan bir daha ölmez, ebediyen diri kalır.
İsa’nın nefesiyle dirilen, tekrar öldü... fakat bu İsa’ya can verene ne mutlu! Ben, Musa’mın elindeki asayım... Musa’m gizli de ben, önünde görünüp durmaktayım. Müslümanlara deniz üstündeki köprü kesilir, sonra da Firavun’a ejderha olurum!
Oğul, yalnız bu asayı görme... Tanrı elinde olmasa asa, bu işleri yapamaz! Tufan dalgası da asa kesildi... o dertte büyücülere tapanların şatafatlarını sömürüp yedi! Tanrı asalarını saymaya kalkışsam şu Firavun’a mensup olanların hilelerini yutarım ya...
Fakat bırak, bu zehirli tatlı otu birkaç günceğiz otlasınlar hele! Firavun’un mesnedi ve başlik, başbugluk, olmasaydi cehennem nereden beslenecekti ki? A kasap, önce semirt de sonra kes... çünkü cehennemdeki köpekler aziksiz! Dünyada düşmanlar olmasaydi halktaki kizginlik yatişir, geçer giderdi!
Cehennem dedigin o kizginliktir... düşmanlik gerek ki yaşasin. Yoksa merhamet, onu söndürüverirdi! O vakit kahirsiz ve kötülüksüz lutuf kalirdi; bu takdirde padişahligin kemali nasil zahir olurdu ki?
O münkirler, ögütçülerin sözlerine, getirdikleri misallere aldiriş etmediler, onlarin sakallarina güldüler! Istersen sen de gül... fakat a murdar, ne vakte dek yaşayacaksin, ne vakte dek? Ey sevenler, niyaza başlayin, şad olun, bu kapida yalvarin... çünkü bu kapi, bugün açilacak!
Bahçede sogan, sarimsak vesaire gibi sebzelerin her birine ayri bir evlek vardir. Her biri, kendi cinsiyledir, kendi evlegindedir...yetişip olmak için orada rutubetten gidalanir durur! Sen safran evlegisin, safran olur... başka sebzelerle karişip uzlaşma!
Ey safran, sudan gidani al da safran ol, zerdeye gir! Şalgam evlegine girip agzini açma da onunla ayni tabiatta, ayni huya sahip olma! Sen bir evlege konmuşsun, o bir evlege... çünkü “Tanrı’nın olan yeryüzü pek geniş!”
Hele o yeryüzü yok mu? O kadar geniş ki sefere çikan devler, periler bile orada kaybolmada!
O denizde, o ovada, o daglarda vehim ve hayal bile yol alamaz; kaybolur gider! Şu ova, o yeryüzündeki ovada uçsuz bucaksiz denizdeki bir kara kil gibi kalir!
Orada öyle durgun sular var ki akmalari gizlidir... hepsi de akarsulardan daha taze, daha hoştur! Içten içe can ve ruh gibi gizli gizli akarlar, akip giden ayaklari vardir!dinleyen uyudu, sözü kisa kes ey hatip... su üstüne yazi yazmayi birak gayri! Kalk ey Belkis, alişveriş pazari kizişti...şu kesatçi hasislerden kaç!
Kalk ey Belkis, ölüm gelip çatmadan şimdi ihtiyarinla kalk! Sonra ölüm, kulagini öyle bir çeker ki hirsiz gibi can çekişe sahneye gelir, teslim olursun! Bu eşeklerden ne vakte dek nal çalip duracaksin? Eger bir şey çalacaksan bari gel de laal çal!
Kiz kardeşlerin ebedilik mülkünü elde ettiler, sense bu yasli yurtta kalakaldin! Ne mutlu ona ki bu yurttan siçradi, çikti...çünkü ecel, bu yurdu nihayet yikar, viran eder! Kalk, gel ey Belkis de bir kerecik olsun din padişahlariyla din sultanlarinin yurdunu gör!
Onlar, görünüşte dostlar arasinda nagmelerle deve sürüyorlar ama iç aleminde gül bahçesinde oturmuşlar, zevki safa ediyorlar. Bahçe, onlar nereye giderse beraber gitmekte...fakat bu halktan gizli! Meyveler, beni topla, beni devşir diye yalvarmada... abihayat, benden iç diye niyaz etmede!
Gel de güneş gibi, dolunay gibi, hilal gibi kolsuz ve kanatsiz gökyüzünde dön dolaş!.. yürümeye başladin mi ruh gibi ayaksiz yürürsün... çigneme zahmetine ugramadan yüzlerce yemekler yersin! Ne gemime gam timsahi çarpar...ne ölümden kötüleşirsin!
Sen hem padişahsin, hem asker, hem taht... sen hem iyi bir bahta nail olursun, hem bizzat baht ve talih kesilirsin! Fakat zahirde bahtin iyi olursa, yüce bir sultan olursa ne fayda... bu baht başkasinindir, bir gün gelir olur, bahtin döner!
Sen de yoksullar gibi muhtaç bir hale düşersin... ey seçilmiş kişi, sen baht ol, sen devlet kesil! Ey manevi er, kendin baht olur da bu bahti, bu talihi kaybedersin? Ey güzel huylu, bizzat sen, kendine mal, mülk olursan bunlari nasil olur da kaybedersin... imkan mi var buna?
O emaneti, zayi etmeden korkarak Kabe’ye geldi, Hatim’e girdi. Fakat bu sırada havadan “ Ey Hatim, sana pek büyük bir güneş dogdu...Ey Hatim, bugün sana cömertlik güneşinden yüz binlerce nur isabet ediverdi... Ey Hatim, bugün sana, talih ve bahtin, ardinda çavuş oldugu ulular ulusu bir padişah gelip kondu...
Şüphe yok ki yeni baştan yücelikler alemine mensup canlarin konagi olacaksin... Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takim takim, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler” diye ses geliyordu. Halime bu sese şaşirip kaldi... ne önde kimse vardi, ne artta!
Alti cihette de kimse yoktu... fakat bu canlar feda olasi ses, ardi ardina gelip durmaktaydi. Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye araştirmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı. Her tarafa göz gezdirdi... o sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı. Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... fakat söyleyen kim? Diyordu.
Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu. Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü... bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok! Büsbütün şaşırdı... Konağı dertlerle karardı adeta!
Şu yana, bu yana koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim diye feryat etmeye başladı. Mekke’liler biz bilmiyoruz... hatta orada bir çocuk olduğunu bile görmedik dediler. Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar! Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular!
Bu sırada ihtiyar bir adam, elindeki sopasını kaka kaka çıkageldi. Dedi ki: “A Halime, başina ne geldi senin ? Neden böyle agliyor, yasla cigerler dagliyorsun?” Halime “Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir süt ninesiyim...onu atasına teslim etmek üzere getirdim. Fakat Hatime gelince kulağıma havadan sesler gelmeye başladı.
Gökten gelen o sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım...Bu sözleri kim söylüyor, göreyim dedim... çünkü pek latif, pek güzel bir sesti o. Ne etrafımda kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi. Şaşırıp kaldım, şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum yerde yok... eyvahlar olsun, yazık oldu bana!”
İhtiyar, “Meraklanma, kederlenme... ben sana bir padişah göstereyim. O sana çocugun ne oldugunu, nereye gittigini, nerede bulundugunu söyler” dedi. Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü ihtiyar!
Hadi, hemen bana o yüce bakışlı padişahı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi. İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... dedi ki: “Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir.
Biz, ona tapı kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.” İhtiyar, puta secde edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi! Ey uzza! Sen bize nice lutuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk. Lutufların yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur.
Sad kabilesinden olan Halime, derdine derman olacağını umarak senin gölgene gelip sığındı. Onun bir küçük çocuğu kaybolmuş... adı Muhammedmiş!”dedi. Arap, Muhammed derdemez derhal bütün putlar yere kapandılar, secde ettiler.
“A ihtiyar, Muhammed’i ne çeşit arayiş bu? Biz onun yüzünden işten kalacak, hor hakir olacagiz! Biz onun yüzünden yüz üstü düşecegiz, taşlanacagiz... onun yüzünden karimiza kesat gelecek, ayarimiz mahvolacak!
Fetret zamaninda heva ve heves ehlinin arada bir bizden gördükleri o hayaller, Onun devri gelince yok olacak... su görününce teyemmümüm hükmü kalmayacak! A ihtiyar, uzaklaş bizden sinama ateşini alevlendirme; Ahmed’in kıskançlığıyla bizi yakma!
Allah aşkına uzaklaş ey ihtiyar... uzaklaş da takdir ateşi, seni de bizimle beraber yakmasın! Biliyor musun ki bu, adeta ejderhanın kuyruğunu sıkmaktır... hiç biliyor musun, bu ne çeşit haber getiriştir? Bu haberden denizin de yüreği coşar, madenin de ... bu haberden yedi kat gök bile tir tir titrer!” dediler.
O gün görmüş, yaş yaşamiş ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasini yere atti. Titremeye başladi... o seslerden korkmuştu; dişleri takir takir birbirine vuruyordu. Kişin çiplak adamin titremesi gibi titremekte “ Eyvahlar olsun, helak olduk” demekteydi.
Halime ihtiyarın bu halini görünce büsbütün şaşırdı, ne yapacağını unuttu. Dedi ki: “ A ihtiyar, ben de mihnetteyim ama şimdi temelli şaşirdim kaldim! An olur rüzgar bana hatiplik eder, zaman gelir taşlar edep ögretir!
Rüzgar, bana söz söyler... taş ve dag, eşyanin hakikatini anlatir! Gah olur gayb erleri, gökyüzünün yeşil kanatli melekleri çocugumu kaparlar! Kime aglayip sizlanayim... kime şikayet edeyim? Yüzlerce gönülle sevdalara kapilanlara döndüm şimdi.
O çocugun gayreti, gayb sirlarini söyletmiyor, agzimi yumuyor benim...şu kadar söyleyeyim: çocugum kayboldu! Fakat şimdi başka bir şey söylesem halk, beni delirdi sanir, zincirlere vurur!”
İhtiyar dedi ki: “Halime, şad ol... şükür secdesine kapan, yüzünü pek yirtma. Gam yeme... o kaybolmaz, belki bütün alem onda kaybolur! Her an onun önünde, ardinda yüz binlerce gözcü bekçi var; onu korurlar.
Görmedin mi? O hünerli putlar, çocugun adini duyunca nasil yerlere kapandilar, secde ettiler! Bu devir yeryüzünde acayip bir devir... ben ihtiyarladim gittim de buna benzer bir şey görmedim. Bu haberden taşlar nasil feryada geldiler ? Bilmem artik suçlulara neler olur?
Taşa biz mabut diyoruz, mabut oluşta onun bir suçu yok ... sen de ona kul olmaya mecbur degilsin! ( Fakat ona sen mabut diyorsun, o da bunu reddediyor, kabul etmeye mecbur.) O, mecburken bu derecede korkarsa artik suçluya neler olacak, bir düşün!
Mustafa’nın ceddi, Halime’nin halini, halk içinde ağlayıp sızladığını, sesi, bir millik mesafeye yetişecek kadar feryat ve figan ettiğini duyunca, işi anladı... eliyle göğsünü yumruklamaya, bağırıp ağlamaya koyuldu. Derken yana yakıla Kabe kapısına gelip dedi ki: “ Ey gece sırlarını da, gündüzün gizlenen işleri de bilen Tanrı!
Kendimde bir hüner, bir marifet görmüyorum ki senin gibisiyle sırdaş olayım. Kendimde bir ehliyet görmüyorum ki bu kutlu kapıda makbule geçeyim. Ne başımda bir değer var, ne secdemde... ne de ağlamamla bir devlet gülümser benim.
Ancak o eşi bulunmaz tek incinin yüzünde senin lutuf eserlerini görmüşüm ey kerem sahibi Tanrı’m. O bizden ama bize benzemiyor... biz hep bakırız, Ahmet kimya! Onda gördüğüm şaşılacak şeyleri ne bir dostta gördüm ben, ne bir düşmanda!
Bu çocuğa ihsan ettiğin faziletleri, birisi yüzyıl mücadelede bulunsa elde edemez”, nişanesini bile bulamaz. Senin ona olan inayetlerini iyice gördüm... anladim ki o senin denizinin biricik incisi!
Ben de işte sana onu şefaatçi getirmedeyim... onun yüzü suyu hürmetine ey herkesin halini bilen Tanri, o ne haldedir; bana bildir! Kabe içinden derhal bir ses geldi: “şimdi sana yüz gösterecek ! O yüzlerce devletle bizden nasip almiştir... yüzlerce bölük melek, onu korumadadir.
Onun zahirini, aleme meşhur edecegiz... batinini da herkes den gizleyecegiz! Su ve toprak altin madeniydi; bizse kuyumcuyuz... gah onu halhal yapariz, gah yüzük! Gah kiliç bagi yapariz... gah aslanin boynuna tasma! Gah onu tahti bezeyen turunç yapariz, gah devlet isteyen padişahlarin başina taç ederiz!...
Bu toprakla aşklarimiz vardir bizim...çünkü o riza ka’desine oturmuştur. Gah ondan böyle bir padişah çikaririz... gah o padişahi da bir padişaha aşik ederiz! O topraktan yüz binlerce aşik, yüz binlerce maşuk yaratiriz... hepsi de feryad-ü figandadir, arayip taramadadir!
Bizim işimize candan meyli olmayanin körlügüne işimiz budur işte! Nevaleyi aziksizlar üzerine koruz...işte o yüzden topraga bu faziletleri veririz biz. Çünkü toprak, tozlu ve kapkara görünür ama içinde nurlu sifatlar vardir. Diş yüzü iç yüzüyle savaştadir... iç yüzü inci gibidir, dişi taşa benzer.
Dişi, biz, ancak buyuz der... içi, dikkat et, işin önüne, ardina iyi bak der! Dişi içimizde hiçbir şey yoktur diye inkarda da bulunur... içi hele dur da sana hakikatimizi gösterelim der. Dişiyla içi savaştadir... ve içi, dişina sabrettiginden Tanri yardimina nail olur.
Işte biz bu ekşi suratli topraktan suretler düzer onun gizli gülümsemesini meydana çikaririz. Çünkü topragin dişi kederden, aglayiştan ibarettir ama içinde yüz binlerce gülüşler vardir. Biz sirlari açiga vururuz... işimiz budur bizim!bu gizli şeyleri pusudan çikarir dururuz! Hirsiz inkardan gelir, susar bir şey söylemez ama sahne onu sikiştirir, hirsizligini meydana çikarir!
Bu topraklarda da nice nimetler çalmiştir...onu belalara ugratir, ikrar ettirir.
Onun nice şaşilacak çocuklari var... Fakat Ahmet hepsinden üstün! Yerle gök, bizim gibi iki çiftten böyle bir tek padişah dogdu diye gülmekte, sevinip neşelenmektedir. Gökyüzü neşesinden yarilmada ... yeryüzü, azadeliginden süsene dönmektedir!
Ey güzel toprak, mademki diş yüzün iç yüzünle savaşta, çekişte... kim kendisiyle savaşa girişirse nihayet hakikati, bulur, rengin, kokunun ( görünüşün ) düşmani olur. Karanligi nuruyla muharebeye girişenin can güneşine zeval yoktur.
Bizim için sinamalara giren, bizim için çalişan kişinin ayagina gök bile sirt verir! Zahirin karanliklardan feryat etmede ama içyüzün gül bahçesi içinde için de gül bahçesi! O, ekşi suratli sofiler gibi nur söndüren kişilerle karişip uzlaşmamak niyetinde.
Ekşi suratli arifler, kirpiye benzerler...sert dikenlerin dibinde gizlice zevki safadadir onlar. Bahçe gizlidir de bahçenin çevresindeki diken meydanda... yani ey düşman hirsiz, bu kapidan uzaklaş derler!
Ey kirpi, kendine dikeni bekçi yapmişsin... başini, sofiler gibi içine çekmişsin. Istiyorsun ki şu gül yüzlü, fakat diken huylu kişilerden hiç kimse, senin azicik bir zevkine bile ilişmesin! Senin çocugun, çocuk huylu ama iki alam de onun yavrucagi... onun için yaratilmiş!
Biz, alemi onunla diriltir, felegi onun hizmetine kul, köle ederiz! Abdulmuttalip “ şimdi nerede ey gizlileri bilen, bana ona varacak dogru yolu göster” dedi.
Kabe içinden Abdülmuttalib’e ses geldi: “Ey o aklı başında olan çocuğu arayan, filan vadide, falan ağacın altında!” O iyi bahtlı, bu sesi duyunca hemen yürüdü. Ardınca da Kureyş emirleri gidiyorlardı. Çünkü Peygamber’in atası Kureyş ulularındandı.
Adem Peygambere kadar bütün geçmişleri, mecliste de en ulu kişilerdi, savaşta da! Bu soy, zahiri soyuydu... ulu padişahlar padişahından süzülmeydi. İçiyse zaten soydan, soptan uzaktı, paktı... balıktan “simak” denilen yıldıza kadar onunla cins ve eşit olacak kimse yoktu!
Hak nurunun kimden doğduğunu, nasıl vücut bulduğunu kimse aranmaz. Tanrı halkının nescini arayıp sormaya ne luzum var? Tanrı’nın sevap karşılığı olarak verdiği en bayağı hil’at bile güneş ziyasindan daha parlak, daha üstündür!
Hani bir köpek, çukur içinde kör dilenciyi gördü de saldirdi, hirkasini yirttiydi ya! Bunu söyledik ama tenkit için bir kere daha söylüyoruz. Kör dedi ki: Senin dostlarin şimdi daglarda av ariyorlar...
Hisimlarin dagda yaban eşegi avliyorlar... sense köy ortasinda kör tutuyorsun! A yücelerden kaçan şeyh, bu hileyi birak! Sen, başina birkaç körü toplamiş aci suya benziyorsun! Adeta bunlar benim dervişlerimdir...ben de aci suyum. Benden içerler de böyle kör olurlar diyorsun!
Suyunu Ledün denizinden tatli bir hale getir. Kötü suyu bu körlere tuzak yapma! Kalk, yaban eşegi avlayan Tanri aslanlarini gör... sen, neden köpek gibi hileyle kör avlamadasin? Onlara yaban eşegi avliyorlar dedim... fakat yaban eşegi de nedir ki? Onlar sevgiliden başkasini avlamazlar... hepsi de aslandir, aslan avcisidir, nur sarhoşudur!
Avi ve padişahin avciligini seyrederken hepsi de avlanmayi birakmişlar, hayran olup can vermişlerdir! O cinsten olan kuşlari avlamak için avcilar nasil ellerine ölü bir kuş alirlarsa sevgili de onlari eline almiştir.
O ölü kuş vuslat ve firkat arasinda ihtiyarsiz bir haldedir. “ Kalp, Tanrı’nın iki parmağı arasındadır” hadisini okumadın mı? Ölü kuşa avlanan dikkat ederse görür ki padişaha avlanmıştır. Bu ölü kuştan baş çeken, asla avcının elini bulamaz!
Ölü kuş der ki: benim murdarlığıma bakma padişahın bana olan aşkına bak... bak da beni nasıl görüp gözetmekte, bir gör! Ben pis değilim... beni padişah öldürdü; suretim, ölüye benzedi. Bundan önce kanadımla uçuyordu; şimdiyse hareketim, padişahın elinden. Fani hareketim, derimden çıktı gitti... şimdiki hareketim baki, çünkü ondan!
Benim hareketime karşı eğri harekette bulunanı, simurg bile olsa perişan eder, ağlatır, inletir, öldürürüm! Diriysen aklını başına topla da beni ölü görme... kulsan benim padişah elinde olduğumu gör!
İsa, keremiyle ölüyü diriltti... halbuki ben, İsa’yı yaratanın elindeyim. Tanrı elinde oldukça hiç ölü kalır mıyım? İsa’nın elinde bile olsam buna imkan yok! İsa’yım ama nefesimden can bulan bir daha ölmez, ebediyen diri kalır.
İsa’nın nefesiyle dirilen, tekrar öldü... fakat bu İsa’ya can verene ne mutlu! Ben, Musa’mın elindeki asayım... Musa’m gizli de ben, önünde görünüp durmaktayım. Müslümanlara deniz üstündeki köprü kesilir, sonra da Firavun’a ejderha olurum!
Oğul, yalnız bu asayı görme... Tanrı elinde olmasa asa, bu işleri yapamaz! Tufan dalgası da asa kesildi... o dertte büyücülere tapanların şatafatlarını sömürüp yedi! Tanrı asalarını saymaya kalkışsam şu Firavun’a mensup olanların hilelerini yutarım ya...
Fakat bırak, bu zehirli tatlı otu birkaç günceğiz otlasınlar hele! Firavun’un mesnedi ve başlik, başbugluk, olmasaydi cehennem nereden beslenecekti ki? A kasap, önce semirt de sonra kes... çünkü cehennemdeki köpekler aziksiz! Dünyada düşmanlar olmasaydi halktaki kizginlik yatişir, geçer giderdi!
Cehennem dedigin o kizginliktir... düşmanlik gerek ki yaşasin. Yoksa merhamet, onu söndürüverirdi! O vakit kahirsiz ve kötülüksüz lutuf kalirdi; bu takdirde padişahligin kemali nasil zahir olurdu ki?
O münkirler, ögütçülerin sözlerine, getirdikleri misallere aldiriş etmediler, onlarin sakallarina güldüler! Istersen sen de gül... fakat a murdar, ne vakte dek yaşayacaksin, ne vakte dek? Ey sevenler, niyaza başlayin, şad olun, bu kapida yalvarin... çünkü bu kapi, bugün açilacak!
Bahçede sogan, sarimsak vesaire gibi sebzelerin her birine ayri bir evlek vardir. Her biri, kendi cinsiyledir, kendi evlegindedir...yetişip olmak için orada rutubetten gidalanir durur! Sen safran evlegisin, safran olur... başka sebzelerle karişip uzlaşma!
Ey safran, sudan gidani al da safran ol, zerdeye gir! Şalgam evlegine girip agzini açma da onunla ayni tabiatta, ayni huya sahip olma! Sen bir evlege konmuşsun, o bir evlege... çünkü “Tanrı’nın olan yeryüzü pek geniş!”
Hele o yeryüzü yok mu? O kadar geniş ki sefere çikan devler, periler bile orada kaybolmada!
O denizde, o ovada, o daglarda vehim ve hayal bile yol alamaz; kaybolur gider! Şu ova, o yeryüzündeki ovada uçsuz bucaksiz denizdeki bir kara kil gibi kalir!
Orada öyle durgun sular var ki akmalari gizlidir... hepsi de akarsulardan daha taze, daha hoştur! Içten içe can ve ruh gibi gizli gizli akarlar, akip giden ayaklari vardir!dinleyen uyudu, sözü kisa kes ey hatip... su üstüne yazi yazmayi birak gayri! Kalk ey Belkis, alişveriş pazari kizişti...şu kesatçi hasislerden kaç!
Kalk ey Belkis, ölüm gelip çatmadan şimdi ihtiyarinla kalk! Sonra ölüm, kulagini öyle bir çeker ki hirsiz gibi can çekişe sahneye gelir, teslim olursun! Bu eşeklerden ne vakte dek nal çalip duracaksin? Eger bir şey çalacaksan bari gel de laal çal!
Kiz kardeşlerin ebedilik mülkünü elde ettiler, sense bu yasli yurtta kalakaldin! Ne mutlu ona ki bu yurttan siçradi, çikti...çünkü ecel, bu yurdu nihayet yikar, viran eder! Kalk, gel ey Belkis de bir kerecik olsun din padişahlariyla din sultanlarinin yurdunu gör!
Onlar, görünüşte dostlar arasinda nagmelerle deve sürüyorlar ama iç aleminde gül bahçesinde oturmuşlar, zevki safa ediyorlar. Bahçe, onlar nereye giderse beraber gitmekte...fakat bu halktan gizli! Meyveler, beni topla, beni devşir diye yalvarmada... abihayat, benden iç diye niyaz etmede!
Gel de güneş gibi, dolunay gibi, hilal gibi kolsuz ve kanatsiz gökyüzünde dön dolaş!.. yürümeye başladin mi ruh gibi ayaksiz yürürsün... çigneme zahmetine ugramadan yüzlerce yemekler yersin! Ne gemime gam timsahi çarpar...ne ölümden kötüleşirsin!
Sen hem padişahsin, hem asker, hem taht... sen hem iyi bir bahta nail olursun, hem bizzat baht ve talih kesilirsin! Fakat zahirde bahtin iyi olursa, yüce bir sultan olursa ne fayda... bu baht başkasinindir, bir gün gelir olur, bahtin döner!
Sen de yoksullar gibi muhtaç bir hale düşersin... ey seçilmiş kişi, sen baht ol, sen devlet kesil! Ey manevi er, kendin baht olur da bu bahti, bu talihi kaybedersin? Ey güzel huylu, bizzat sen, kendine mal, mülk olursan bunlari nasil olur da kaybedersin... imkan mi var buna?