fetih
New member
- Katılım
- 16 Şub 2007
- Mesajlar
- 1,994
- Tepkime puanı
- 355
- Puanları
- 0
- Yaş
- 45
Özellikle şerî bir denetim mekanizmasına sahip olmadığımız şu dönemlerde tasavvuf ve tarikat konularında kafaları karıştıran, içinden çıkılması müşkil bir çok problem baş göstermiştir. Tefrikalar ve fitneler zihinleri teşviş etmiş, yaşla-kuru birbirine karışmış, dine saldıranlar bu alanı boş bulmuş, insanları dinden soğutmak için her türlü desise ve hileleri kullanan küfr, nifak ve fitne çevreleri en tesirli malzemeyi bu sahada bulmuştur
İşte bu düşüncelerle bu konuyu ilmî tetkikler merceğine almaya çalıştım.
Mefhumlarını Kur’an’dan alan zikr, fikr, marifetullah, nefs, kalp, ruh ve sofî ıstılahında kullanılan seyr, tarikat, tasavvuf, mürşid-i kâmil, intisab, fena, vecd, makamat gibi konularda binlerce cilt eserler kaleme alınmıştır.
Selef-i salihin döneminde tasavvuf ,temel kaynakları zühd, takva, nefsi tezkiye, kalbi selim, ihlas kavramlarıyla hayatın her alanında kendisini gösteriyordu. Bu konuda İmam Gazali der ki: “İlk asırda fakih denilince ahiret yolunu, nefsin afetlerindeki incelikleri, davranışların mefsedetlere götürenlerini, kalpte korkunun yerleşmesini bilen kimseler kastedilirdi. Yoksa Arapçanın furûunu ve fetva hükümlerini bilenler değil.”(1)
Nasıl ki her ilim dalında yüzyıllar geçerken kendine has ıstılahlar neşv-ü nemâ bulmuşsa aynen marifet ilimlerinde de ıstılahlar gelişmiş(2), mukarrebûndan olan Allah dostları zühd, ihlas, tevekkül, marifet gibi konularda fıkıh âlimlerinin fıkhî konularda ictihadı gibi ictihad etmişlerdir. Allah’a yaklaşma yolunda vacip olan ve müstehap olan durumlar vardır. Hepsi kitap ve sünnetten alınmıştır. Süluk yolları ve usûlleri akaid meseleleri gibi kitap ve sünnette mevcuttur.(3)
İslam’ın ilk asırlarında fakihler, muhaddisler ve sûfîler arasında bir dostluk, sevgi ve bilgi alışverişi vardı. İbn-i Teymiyye ki tasavvufa dair bir çok eserin sahibidir. Evliyaullah adlı eserinde, tabiinden sonra sûfî şeyhlerini sayar ve onların yoluna uymaya çağırır.(4)
Kendine has literatürle gelişen tasavvufu Hasan el-Benna İslam’ın özü diye nitelendirerek der ki: “Seyr-u sülûk denilen bu terbiye metodu İslam’ın özüdür. Ruhun tedavi ve terbiyesinde onun katettiği mesafeyi hiçbir hareket katetmemiştir. Çünkü mutasavvıflar şeriatı uygulamada, Allah’a yönelmede insanları planlı bir pratik uygulamaya sevketmişlerdir. Bu
sülûk yolu şüphesiz kalplere, nefislere en büyük etkiyi yapmıştır. İlk devirlerden sonra tarikat dediğimiz bu düşüncenin fiilî teşkilatlanma dönemine girilmiştir. Bunların kendilerine has usülleri oldu. Şüphesiz bu ekollerin İslam’ın Asya, Afrika (ve Avrupa-Amerika) da yayılmasında müstesna bir yeri olmuştur. Eğer yanlış düşünce ve hareketler bu yollara karışmışsa bilinsin ki düzelmeye, hataları terketmeye en yakın olanlar bunlardır. Yapılacak iş şudur: İhlaslı âlimler bu toplulukları inceleyip, sağlamlığına katkıda bulunsun, uyarıcı olsunlar.(5)
Merhum Said Havva da bu babta şu güzel açıklamaları yapar: “Çok denedim, çok gördüm. Ama İslam esaslarına uygun temiz bir tasavvufî terbiye almış kişiler dışında nefiste kemâl, sülûkta ihsan ve akıllıca muamele gücüne sahip nadir kimseler görebildim. Tasavvufî tecrübeden faydalanmadan hayat seyrini ve asrın hastalıklarının çoğunu tedavi etmemiz mümkün değildir.”(6)
Bu durumda tasavvuf olayını tek kalemde ve tek boyutta alıp hemen bir tek fıkhî hükmün içerisine sokmanın mümkün olmadığını görüyoruz. Ebu’l-Hasan en-Nedevi’nin dediği gibi keşke buna tasavvuf yerine zühd, fıkh-ı batın yahut rabbani hayat, gibi terimler kullanılsaydı kafaların karışmaması için belkide daha sağlam bir yol olurdu. Fıkhî hükmünü açıklamakta bu durumda daha çok tafsilata ihtiyaç duyduk. Evvela tasavvuf ile tarikatın hükümlerini ayırmamız gerekiyor. Çünkü birincisinin sahası daha geniş fıkhî mülahazalara konu olurken, bir çok farz, sünnet, haram konularına mahal olurken, ikincisinde daha dar bir fıkhî alan sözkonusudur.
Farz ciheti:
Tasavvufun ehem konularından olan ihlas, zühd, takva, sadakat, ahde vefa gibi güzel huylarla nefsin bezenmesi ve riya, kibr, ucb, hased, gıybet, dünya sevgisi, şehvet gibi kötü huylardan nefsin arındırılması ve kalbin zikrullah ve marifeti ilahî ile temizlenmesi gibi hususlarda her müslüman için kapalı bir fıkhî hüküm yoktur. Yani bunların farz olup, her müslümanın selamet-i diniyyesindeki önemi tartışma götürmez bir gerçektir.
Bu meyanda Said Havva der ki: “Nefsani hastalıklardan ancak bu seyr-i ilallah ile ve güzel ahlakla kurtulunur. Buna göre bu seyr, kabiliyetlerin değişikliğine göre vaciptir. (Ancak her müslüman için asgari manada düşünülmesi gerektiğinden) bunun illa tarikat vasıtasıyla olmasına farz diyemeyiz. Şüphesiz tasavvuf ve fıkıh birbirini tamamlayan iki ilimdir. Bütün insanlar için asgari ölçülerde zarurîdir (farzdır). Fakat her ikisinde derinleşmek ümmet için farz-ı kifaye her müslüman için ise mendubtur.7
İbn-i Teymiye de bu hususta: “Bazı sufilerin haller ve makamlarla açıkladıkları kalbin amellerinin bir kısmı Allah ve Rasulünün farz kıldığı iman gibi hususlardandır. Bazıları da müstehab cinsindendir. Birincisi her mü’mine gerekli olan iman cinsindendir. Kim bununla yetinirse iyilerdendir. İkincisi ise tarikat tâlimini kasdetse gerek sabikûn ve mukarrebûn için gerekli olup genele müstehab hükmündedir.” diyor.8
İmam Rabbani de: “Şeriat ve tarikatten her biri diğerinin aynıdır. Ancak icmal ve tafsil, istidlali olan yakînî keşfe ulaştırma, itikada yakîni artırma ve fıkhın gereklerini yerine getirmeyi nefse kolaylaştırmak için tarikat yoluna süluk edilir. Başka değil.”(9)
Sofiyye yoluna sülukun vücubu istihsanî olmuştur.Yani itikad ve fıkıh gibi iki asla bağlı olarak. Bu iki asıl esastır. Sofiyye yolu ise İslam’ın esasına değil kemâline dahildir.(10)
Şu halde tarikatte olsun olmasın hiçbir müslümanın bu farzı ayn olan nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi gereklerinden müstağni kalması düşünülemez.
Öte yandan “Allah’ı çokca zikredin”, “sadıklarla beraber olun” gibi mü’minlere emir sigasıyla gelen ayetleri de gözönüne alırsak her müslümanın bu vazifelerini asgari sınırlarda da olsa ifa edebilmesi için bu husustaki ilmihalini bilmesi zaruridir.
Müstehap ve lüzum ciheti
İmam Rabbani, öncelikli meselenin ve farz olma cihetinden zaruri olanın şeriat olduğunu şöyle belirtir: “Peygamberler kainatın en faziletlisi olarak, insanları ancak şer’î işlere davet etmişlerdir. Hayırların en büyüğü şeriatın tevchine çalışmaktır. Bilhassa İslam esaslarının yıkılmaya yüztuttuğu şu zamanda (1600’lü yıllar Y.H.) Allah yolunda binlerce sadaka verilse şer’î meselelerden birini yerine getirmeye eşit olmaz. Zira bunda Peygamberlere uyma ve onlarla bir ortaklık kurma vardır. İlim talibi nefsinin esiri bile olsa yaratılışların necatının sebebidir. Şer’î tebliğ onun vasıtasıyladır. Sofî ise yalnız kendini kurtarır. (Bu yüzden ilim talibi sofinin önüne alındı.) Ancak kişi hem sofi olup hem de davet vazifesini deruhte ederse zahirî ve batınî şeriatle süslenip masivadan temizlenirse bu paha biçilmez bir saadettir.”
İmam Rabbani sözün devamında muhlis ile muhlas’ı ayırır. Herkesin muhlis olabileceğini yani umum manada avama da ihlasın tahakkuk edeceğini ancak ihlasa erdirilen zümre anlamında muhlas olmanın ancak sofiye tarikine bağlılıkla mümkün olacağını belirtir.(11) Şöyle der: “İlim ve amelden sonra Yüca Sultan Allah’a yakınlık derecelerini katetmek için kamil ve mükemmil şeyhin teveccühü (terbiyesi) gerekir. Onun nazarı kalbe şifadır.”(12)
Aliyyu’l-Havass da şeriatin kemâli açısından mürşide bağlılığın gereğini şöyle belirtir: “İlim talibi, bir mürşide bağlanmadıkça kemale eremez. Çünkü ilim onu mağrur eder. Mürşid ise onu nefsin tuzağından
kurtarır.”
İmam Şa’ranî de bu hususta: “Ehl-i tarik, insanı Allah’ın huzuruna kalp huzuruyla çıkmaktan meneden kötü sıfatlardan temizlenmeye irşad edecek bir müşid-i kamile intisabın zarurî olduğunda icma etmiştir.” der. Ancak mürşidin âlim, kâmil ve mükemlil olması gerekir. Bu terbiyeye girmeyen kişi kin, hased, ucb, kibr, dünya sevgisi, nifak gibi hallerden (tam anlamıyla) kurtulamaz.
Şeyhul İslam Zekeriyya el-Ensari de der ki: “Ehlullah ile bir araya gelmeyen fakih, katıksız kuru ekmek gibidir.”
Cenab-ı Hakk’ı taleb eden her şeyi kendi mürşidi bilir. Bütün eşyadan dersini almaya çalışır. Uyanık olur. Eğer sadık olursa Allah’a vasıl olur. Yoksa bin mürşid bir araya gelse bile bu adamı vuslata erdiremez. Görmezmisin ki Rasulullah (s.a.v.) ekmel-i mürşidin olduğu halde bir kısım ona sadakatle bağlandı, diğer kısım münafık oldu veya yüz çevirip helak oldu.(13)
Şah-ı Nakşibend der ki: “Tarikat şeriatın hadimidir. Abdest, temizlik, taharet namaza hazırlık olduğu gibi, tarikatte kalbi temizleyip huzura hazırlar.”
Tarik ikidir.
Tarik-i ibadet ki şeriattır (İmam Rabbani buna şeriatın zahiri der) ibadet, taat, zikir, fikir vs.
Tarik-i terakki ise tarikattır (İmam Rabbani bunu da şeriatın batını der)
Şeriat ile yakınlık ve muhabbet hazır olur. Tarikat ile fena makamları.
(Birincisinde olmasa da) ikincisinde tefeyyüz için sahih bir icazetle Efendimiz (s.a.v.)’e ulaşan bir mürşid-i kamile ihtiyaç vardır. Naib-i Rasul olan bir zat bulmak elzemdir. Şeriatın müctehidleri oluduğu gibi tarikatın müctehidleri de gelmiş. Nakşibendî, Kadirî, Bedevî, Rifaî hazeratı gibi müctehidleri zikir icra etmişeldir. (Daha sonra) tarikatleri kendilerine izafe edilmiş. Hepsi haktır, hedef birdir.(14)
‘Kimi, Allah dalalete sevkederse onun için veli (yardımcı) bir mürşid bulamazsın’ (Kehf s.) ayetiyle ilgili olarak Said Havva şu değerlendirmeyi yapar: “Ayetten anlıyoruz ki hidayete erdirme de en son güç veli bir mürşiddir. İnsan elini bir mürşid-i kamile verirse hidayet konusunda en iyisi açığa çıkar. Onlar Peygamber varisidir. Ancak zevki ve (keşfî) olmasa da ilmi bir marifetle Allah hakkında bilgiye ulaşmak zaruretin sınırıdır. Yani herkesi özel bir şeyhle ilzam etmek milyonlarca müslümanı Allah’ı tanımadan ölmüş sayacaktır. şu halde fetva zamana ve şahsa göre değişir. Endülüs müctehidleri fakihlerin kitaplarla yetinmesi hususunda 3 görüş serdeder.
1) Durumuna bakılır, becerikli, akıllı, tâlim işini bilen kitaplarla yetinir. Dindar insanın nasihatı şeyhin yerini tutabilir. Ama bu azında azı için geçerlidir. En iyisi bir şeyhten almaktır.
2) Talibin haline bakılır. Aptal ve tembel kişilerin terbiyesi için şeyh gereklidir.
3) Takva için şeyhe ihtiyaç şart değil. Ancak istikameti tam göstermede keşf ve terakki için mücahede de şeyh zaruridir.
Şu halde şeyh insana intisab ettiği yolu kısaltır. Kâmil şeyh bu yolda salikin düşeceği hatalardan onu kurtarır. İnsanın belli farzları yapması ve haramlardan kaçması belli yerlere devamıyla mümkünse onu yapması vacip olur. Şeyhi kamilden istifade nasların işaret
ettiği bir husustur. Bir şeyhin etrafında toplanmak ilim, zikir, halkalarına katılmak bu atmosferde özel kardeşliği(ihvan) teşkil etmek dünya ve ahirette yararlı bir çok maslahatın oluşmasını sağlar.(15)
Bediüzzaman, Mektubat’ında tarikat konusunu akıllara çok güzel takrib eder, der ki: “Kalbi işletmenin en büyük vasıtası velayet mertebelerinde zikr-i ilahi ile tarikat yolunda iman hakikatlerine yönelmektir. Velayet ve tarikat şeriatın hücceti ve delilidir.(16)
Tarikat ve hakikatın en yüksek mertebeleri şeriatın hükümleridir. Yoksa şeriat kışır olup tarikat öz demek doğru değildir. Bu yüzden İmam Gazali ve İmam Rabbani der ki: “Bir tek sünneti seniyyeye uymanın derecesi, yüz adab ve nafile ile elde edilemez. Bir farz bin sünnete tercih edildiği gibi, bir sünnette bin adaba tercih edilir.”(17)