Tecrübe konuşuyordu.
Doğruydu dedikleri.
Kaç kere tövbe etmiştim günahlarımdan.
Bir daha işlemeyeceğim diye.
Ama ne olmuştu her seferinde?
Haklıydı!
Kaç kere hastalık geçirmiş, ciddi kazalar atlatmıştım...
Bunların hepsi birer haberdi aslında.
İkazdı!
Ama üzerimdeki etkisi çoğu zaman 2 gün bile sürmemişti...
Şimdi kafamı taşlara vurmaya bile vaktim yoktu artık!...
…
Bu arada cep telefonum çaldı.
Başmüdür arıyordu.
5 oda öteden.
Bizim oradaki en etkili ve yetkili kişidir O!
Önemli bir arıza varmış, trafiği durduran.
Acil gitmemi istedi.
Deminden beri odamdaki telefonu çaldırıyormuş fakat ben açmıyormuşum.
Telefonun sesini hiç duymadım desem inanır mısınız?
Nasıl duyayım ki?
Azrail gelmiş yanıma!
Telefon benim neyime?
Zaten cep telefonuna da gayri ihtiyari baktım.
Onu da sanırım titreşiminden fark ettim.
Yoksa onun da sesini duymadım inanın.
Her şey önemini kaybetmişti ki benim için:
Para, pul, mevki, kadın, nefs...
Her şey sıfırla çarpılmıştı.
Can derdindeydim ben.
Bunun üzerine bir de…
baş da olsa arka da olsa müdürle veya başka bir şeyle falan uğraşacak durumda değildim.
“Bırak bu fani işleri” deyip kapadım telefonu suratına en büyük müdürün...
Eğer yaşamaya devam edersem bunun hesabını veremezdim.
Savunma üstüne savunma, soruşturma üstüne soruşturma…
Kim bilir soluğu nerde alırdım?
Ama şimdi hiç birinin zerre kadar bile önemi yok artık!
…
Baktım gülümsüyordu Azrail.
Demek alışkındı benim gibi jetonu iş işten geçtikten sonra düşenlerin panik hallerine.
Ben de güldüm gayri ihtiyari...
Neye güldüysem?
Ağlamayı bile beğenmemem lazımken!...
“En iyi savunma saldırıdır” taktiğine geçtim hemen!
Sanki binlerce yıldır milyarlarca görevi yüzünün akıyla tamamlamış Azrail’i kandıracağım?
”Hem sen, Azrail de olsan, can almakla da görevli olsan, nihayetinde bir melek değil misin?
Ne bu surat?
Korku filmindeki yaratıklar gibi!
Allah seni nurdan yaratmamış mıydı?”
Ben Azrail olsam da, canını alacağım sıradaki kişi bana böyle dese…
elimin tersiyle bir vururdum ona, görürdü gününü.
Sana ne oğlum meleğin yakışıklılığından çirkinliğinden?
İstemeye mi gitceksin?
Tövbe estağfurullah!
Melek değil mi nihayetinde!
Olgun davrandı gene.
Hiçbir mecburiyeti olmamasına rağmen bana açıklamalarda bulundu.
Belki de son arzumu yerine getiriyordu idamlık mahkumlar gibi.
“Nurdan yaratılmasına nurdan yaratıldım.
Bu arada laf aramızda, güzelliğim dillere destandır.” dedi gülümseyerek…
“Hiç de öyle görünmüyorsun ama!” dedim.
Notr Damın Kamburu bile sana on beş çeker.”
”Orası öyle!” dedi çirkinliğini kabul ederek.
Haklı çıkmanın gururunu yaşıyordum…
Bana ne faydası olacaksa!
“Ben de surat çok!” dedi.
“Ama sor bakalım senin yanına neden bu suratımla geldim?
Utanma sor, sor!”
”Neden bu suratla geldin yanıma?” diye sordum biraz mahcup bir tavırla.
“İnsanın ameli güzelse ona güzel görünürüm ben.
Hayatını Allah’ın rızasına göre dizayn etmeyenlere de çirkin görünürüm.
Şimdi sana göründüğüm gibi!
Ben senin aynanım şu anda.
Kalp gözü açık olanlar, yüzüne baksalardı seni böyle görürlerdi!“
O anda içimde bulunduğum durumu nasıl ifade edebilirim?
Ne bir kelime, ne bir tamlama, ne bir deyim ne de bir ata sözü…
Hiç bir şey bulamadım halimi özetleyecek.
”Desene EYVAH!” diye geçirdim içimden.
Kafasını salladı.
Anladığı belliydi ne demek istediğimi.
Belki de düşüncelerimi okuyabiliyordu.
Ne de olsa bir melek değil miydi?
“Eyvah ki ne eyvah!” dedi bana üst dişleriyle alt dudağını ısırarak.
“Birazdan kabirde başına neler gelecek biliyor musun?
Karşılama mahiyetinde?
Ön sıcaklardan!”
…
Sıcak mı dedi?
Acaba cehennem anlamında mı kullanmıştı sıcak kelimesini?
Vücudumun komple titrediğini hissettim.
Hiçbir hücrem nasipsiz kalmadı bu sarsıntıdan!
”Pek hayra alamet değil şu anki verilerim.” dedim.
Görünen köyün kılavuz istemesini hiç bu kadar istediğimi hatırlamıyorum.
Başladı bana artık uygulama imkanım kalmayan tavsiyelerine.
“Okusaydın Allah’ın kitabından!
Resulünün sünnetinden!...
İşin ciddiyetini kavrasaydın, uykuyu haram ederdin gözlerine!...
Neden okumadın?...
Bir arkadaşından geldiği halde yılardır hiç okumadığın bir mektubun var mı?
Ya da açmadığın bir dost maili?
Madem Allah’ın kitabının kapağını açmadın…
Bük boynunu ve sus!”
“Dünya meşgalesi...” deyiverdim.
“Geçim derdi...
Para, mevki, nefs, kadın...
Çepeçevre kuşattılar beni, kıramadım çemberi, hapsoldum balonların içine!”
“Halbuki dünyada kalma süren ne kadar azdı oran olarak!” dedi bana.
“Bunu da biliyordun üstelik!
Birazdan gideceğin hayat ise ebedi!
Nasıl olur da senin gibi akıllı geçinen bir adam okyanusu unutur da…
Bir bardak suya kanar ve orada boğulur?
…
(Haşa) Allah’ın yerine koy kendini!
Senin gibi bir kula müstehak değil mi azap?
Bunca akıl vermiş ilim vermiş sana!
Dininden seni haberdar etmiş...”
”Haklısın!
Dünya gözle görülüyor ama öbür dünya göz önünde değil!“ dedim.
”Merak etme!
Biraz sonra ölünce, gaybın önündeki perdeler kalkacak!...
Kuran’da ve hadislerde anlatılıyor bunlar.
Sen de okudun hem!
Üstelik başkalarını uyaran yazılar da yazdın.
Muhtelif yerlerde anlattın bile!
Neden o zaman bu gafletteki ısrarın?”
Evet, haklıydı!
Başkalarına nasihat verirken kendimi unutmuştum...
”Allah da din günü seni unutur o zaman!” dedi kulağımı çınlatırcasına.
“Bir yandan ele öğüt verirken diğer yandan da kırmadık söğüt bırakmadın ortalıkta!”
Maalesef bu konuda da haklıydı.
Kendim düşmüştüm ve ağlamaya hakkım yoktu.
Birden deminden beri sabit durduğu yerden hareket ederek bana doğru yöneldi.
Kalbim daha da fazla atmaya başladı.
“Kendin ettin kendin buldun!” dedi.
Sonun da sonuna gelmişti film artık.
“Hadi artık gidiyoruz!
Fazla oyalama beni.
Senden sonra çok gafil var sırada!
Yalnız değilsin!”
…
Çoktan gelmişti bile yanıma.
Kolumdan yakalaması zor olmadı.
Kurtulmak için çırpındım ama sadece ben yoruldum.
Onun haberi bile olmadı benim zorlamalarımdan.
”Bırak çekiştirmeyi ya!
Nereye gidiyoruz?” dedim panik içinde.
…
Pikniğe gitmiyorduk herhalde.
Bu aslında bir soru değildi.
Bırak beni anlamındaydı…
Ama önemi yoktu ki hiç.
“Allah’ın sana hazırladığı azabı tatmaya gidiyoruz.” dedi.
Azap mı?
Hani Kur’an’da bahsi geçen azap!
Ad kavminin, Semud kavminin başına gelen türden hani.
Kendimi azaba yakın hissetmek, ölüme yakın hissetmekten daha zormuş meğer.
Hiçbir fidyecinin, hiçbir torpilin, çekin, senedin geçmediği bir yere gidiyordum.
Mutlak adalet vardı orda.
“Doğru adrese geldiğinden emin misin?” dedim.
Sanki meleğin hata yapması gibi bir ihtimal varmış gibi.
“Benim adımda çok insan var da, hani o bakımdan!” diye de açıklama yaptım aklımca.
“Adın gibi eminim.“ dedi.
“Zaten nokta tarifler var elimde.
Iskalamam mümkün değil!”
…
”Son bir şey daha soracağım:” dedim.
Zaman kazanmaktı sanırım amacım.
“Allah’ın rızasına uygun olsaydı yaşamım, nasıl olacaktı ölümüm?
Nasıl bir diyalog geçecekti aramızda?”
…
Gülümsedi ve şöyle dedi:
“Ben senin canını almaya gelince yüzümdeki güzelliği görünce hayrete düşecektin.
Aman Allah’ım! Bu ne güzellik, diyecektin.
Rüyada mıyım ben diye düşünecektin.
Çünkü o zaman cennet müjdecisi olacaktım sana.
Şimdiki gibi cehennem habercisi değil!
Seni Rabbine götürmeye geldiğimi söyleyecektim.
Sen korkuyla karışık:
Rabbim benden razı değilse, diyecektin.
Ben de yüzümdeki güzelliği hatırlatıp korkmana gerek olmadığını söyleyecektim.
İçini bir huzur kaplayacaktı.”
…
İçim öyle bir burkuldu ki…
İçimdeki boşluk öylesine büyüdü ki…
Sonuncusu olmamasını temenni ederek derin bir nefes aldım ve:
“Keşke hayatımı yeniden yaşayabilme imkanım olsaydı...” dedim boynu bükük bir şekilde.
“Geçmiş olsun!...” dedi.
Sür eşeğini Niğde’ye demedi ama ben duymuş gibi oldum.
“İş işten geçti.
Harç bitti, yapı paydos oldu.” dedi bana.
“Neyse!” diyerek devam etti anlatmaya:
“Ailen ve sevdiklerin aklına gelecekti bir bir...
Ama onların da zamanı gelince dünyadaki rollerinin bir gün son bulacağını ve…
Yanına geleceklerini hatırlayınca rahatlayacaktın...
Tereyağından kıl çeker gibi ayrılacaktı ruhun bedeninden...
Bulutların üstünde gibi, yumuşacık....
Haberin bile olmayacaktı.
Gül bahçesine girer gibi...
Tüm hücrelerinde hissedecektin mutluluğu...
Sanki ölmüyor da doğuyor gibi olacaktın.”
…
Üzüntümü ve pişmanlığımı tarif etmemi istemeyin benden sakın?
Kelimelerin dar anlamlarıyla olmaz bu iş.
Yaşamak lazım o anı.
Dünyanın bütün dillerindeki ilgili kelime ve deyimleri toplayıp art arda yazsanız da yetmez.
Kaybedilen şey ebedi mutluluktu.
Maddi değeri de yoktu… sonu da.
Ama şimdi ne haldeydim?
…
Devam etti anlatmaya ve şöyle dedi sert bir ifadeyle:
“Ama şimdi çığlık atmayı bile beğenmeyeceksin çekeceğin acıdan!...
Saat de tam 08:57 oldu.
Bak konuşmaktan kelime-i şehadet bile getirmeyi unuttun...”
...
Sonrasını hatırlamıyorum.
Belki de hatırlamak istiyorum.
Azrail’in görevini yapmak için harekete geçtiğini hatırlıyorum sadece.
Gözümün önündeki perdeler açılmaya başlamıştı yavaş yavaş…
Gayb meğer ne yakınmış...
Keşke iş işten geçmiş olmasaydı...
Neler yapmazdım ki!
Artık hiçbir değeri yok “keşke”lerimin...
ÇARP SIFIRLA!
….
İşte böyle.
Bu olayın üzerinden bir ay geçti.
Bakın aranızdayım.
Ben anlatıyorum siz de dinliyorsunuz.
Hani konuşmamın başında ne demiştim?
Birkaç cümlenin altını çizmenizi söylemiştim.
Hatırlayanlarınız parmak kaldırsın.
Ne yani, kimse hatırlamıyor mu?
Son kez tekrar edeceğim.
Vaktim de doldu zaten.
Ne demiştim ben hikayemi anlatmaya başlarken?
“Siz şu anda beni dinleyebildiğinize göre benimle aynı yerde olmalısınız.
Yani ahirette!
Yani sizler de birer ölüsünüz benim gibi.
Öbür dünyadasınız!
Şayet benimle aynı yerde değilseniz…
Yani hala dünyadaysanız hemen gerekeni yapmaya başlayın.
Tedbirinizi iş işten geçmeden alın.
Geçmiş yağmura kepenek tutmanın faydası olmuyor.
Ben kendimden biliyorum…
Azrail’in size en güzel yüzüyle gelmesi temennisiyle…”