Ölüm kapısından geçmek/
//Ölümden ne korkarsı korkma ebedî varsın
Yunus Emre//
/Kadim şairlerimizden Ahmed Fakih, ölümü, mutlaka geçilmesi gereken bir
kapı olarak tanımlar. Bu kapının önünde, sultan ile çoban eşittir. Çünkü
ne doğunun bilge hekîmi Lokman, ne de batılı hekîm-i meşhur Hipokrat
ölüme çare bulmuştur. Dolayısıyla doğan her şey, ister sultan olsun,
isterse çoban; ölümlüdür ve herhangi bir ayrıma tabi tutulmadan bu
kapıdan geçecektir. (Nitekim Kur'an'da birçok yerde yaratılan her nefsin
ölümü tadacağı ifade edilir. Bkz: Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ, 21/35;
Ankebût, 29/57.)/
//Ölüm bir kapudur geçmek gerekdür
Beraber anda sultan ile çoban/ /
/Divan şiirinde ölüm fikri, her şeyden evvel, insanın hayat tasavvuru ve
varlık anlayışıyla ilişkili olarak ele alınması gereken bir konudur.
Divan şairinin hayat tasavvurunda, adeta üçgeni andıran bir üçlemenin
olduğu söylenebilir. Bu onun varlık tasavvuruna da yansır. Nedir bu üç
hayat? İlkin, "ol!" emriyle oluş âlemine intikal eden insana ilâhî
nefhanın üflenmesiyle birlikte başlayan hayat. Bu hayat, sufi
düşüncedeki âlem tasavvurunun ilk evresini oluşturan ruhlar âlemidir.
Şiirimizde bezm-i elest tabiriyle sıkça gündeme gelen, aslî vatanda
cereyan eden hayattır. Bu hayat, ikinci hayata intikalle birlikte,
irfânî açıdan aydınlanmış yetkin insanlar tarafından daima özlenecektir.
Çünkü ikinci hayat, dünya hayatı da denilen, içinde yaşanılan
gerçeklikler âlemine ait olan hayattır. Burası, vatan-ı ikamettir; ömür
denilen bir zamanla(ecel) sınırları çizilmiş, sonlu ve meşakkatli bir
gurbet hayatıdır. Buraya konulur ve göçülür. Üçgenin üçüncü ucunda ise,
ölümle birlikte ulaşılacak ebedî hayat vardır. Bu hayat, Bâkî'nin bekâ
semti olarak tavsif ettiği ahiret hayatıdır. /
//Gam degül Bâkî bekâ semtine kılsa irtihâl
Nice şehler bu fenâ mülkinde bâkî kalmadı//
/Divan şairi, ister sufi olsun, isterse olmasın, Bâkî'de olduğu gibi
ölümü bekâ semtine irtihal olarak görmüştür. Bu sebeple de zaman zaman
ölüm endişesi (endîşe-i mevt) taşısa da ölüm olgusunu kabullenmiştir.
Çünkü "bekâ semti" ifadesi ölümsüzlük fikrini ve ebedî hayatı akla
getirmenin yanında, insanın varoluşsal gerçekliğine yani aidiyetine de
işaret eder. Daha açık bir ifadeyle, Kur'an'ın "insanın Allah'a ait
olduğu ve yine O'na döneceği" (Bakara, 2/156.) beyanını hatırlatır.
Mamafih insan Allah'a aitse, ölümle birlikte ait olduğu yere geri
dönecektir. Allah da baki olduğu cihetle, insan ölüm kapısından geçerek
ölümsüzlüğe ulaşmış olur. Esasen sufi şairlerin ölümü vuslat olarak
nitelendirmelerindeki temel saik de bu ilâhî beyandır. Yunus Emre'nin
"Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın" mısraı ile formel bir mahiyet
kazanan ölümle birlikte ebedilik fikrinin (immortalite) kaynağı da bu
ayet olsa gerektir.
Fakat burada şu soru karşımıza çıkıyor: Her ölüm bir "bekâ semtine" göç
müdür? Diğer bir ifadeyle, ölen herkes ölümsüzlüğe erer mi?
Ölüm düşüncesi, zamanlı bir varlık olan dervişi kendi farkındalığına
ulaştırarak zaman ve mekân üstü aşkın varlığı idrak etmesini ve gerçek
anlamda tevhidin anlaşılmasına da imkân verir. Esasen sufinin ölüm
kavramı karşısındaki tutumu, içsel tecrübenin yansıması olan tasavvufi
şiirler ve anlatıla gelen menkabelerden yola çıkılarak ayrıntılı bir
şekilde ele alınması gerekir. Ancak burada onun ölüme yüklediği anlamın
sadece bir boyutu, "yaşarken ölümü idrak" yahut "ölmeden önce ölmek"
gibi mefhumlarla ifade edilen bir ölüm tecrübesi ele alınacaktır. Diğer
bir ifadeyle sufi doktrinin devr (kutsal daire), ölüm tefekkürü
(rabıta-ı mevt) ve fenâ (yokluk bilinci) nazariyelerinden hareketle ölüm
düşüncesinin sufinin ahlak ve bilgi açısından derûnî (içsel)
yükselmesine katkısı tartışma konusu edilecektir.
Adile Sultan'ın bu göçün Hakk'a olduğunu şu beyitle anlatmıştır: Çare
yoktur, göçmem gerek; Celal sahibi Allah'a kavuşmaya yönelsem gerek:/
//Çâre yokdur irtihâl itsem gerek
'Azm-i vasl-ı Zü'l-Celâl etsem gerek//
/Ölüm ve din, her dönemde filozoflar, bilim adamları, şairler, yazarlar
ve din adamları başta olmak üzere, tüm insanların ilgilerinin üzerinde
odaklaştığı iki kavram olmuştur (Yıldız, 1999).
Ölüm söz konusu olduğunda, ünlü sufilerin "sanki ölüm yokmuş", "sanki
ölüm onlar için geçerli değilmiş" gibi bir tutum sergilemiş olduklarını
ilgili kaynaklardan öğrenmekteyiz. Onlar ölümü "uykudan uyanmak,
sevgiliye kavuşma, ten kafesinden kurtuluş, mekan değiştirme, dosta
ulaşmayı sağlayan bir köprü" olarak değerlendirmişlerdir. Sufiler, her
zaman ölümün kaçınılmazlığının farkındadırlar. Fakat onlar, ölümden
korkmak veya kaçmak yerine onu, amaçlarına ulaştıran bir araç olarak
değerlendirirler, yani bir köprü olarak, Allah'a ulaştıran bir geçit
olarak kabul ederler. Bunun yanı sıra, hayatın bir rüya hali, ölümün ise
uykudan uyanma hali olduğu sufiler tarafından sık sık dile
getirilmiştir. Gazali'ye göre, insan uykuda iken rüyada görülen bir
takım şeylerin varlığına inanır. Rüya esnasında onlardan şüphe etmez.
Sonra uyanınca rüyada gördüklerinin hiçbirinin aslının olmadığını anlar.
Dünya hayatı ahirete nisbetle bir uyku hali sayılabilir. Öyleyse içinde
bulunduğumuz hayat, bir rüyadan başka bir şey değildir, ölünce uyanacağız./
//Ölümden ne korkarsı korkma ebedî varsın
Yunus Emre//
/Kadim şairlerimizden Ahmed Fakih, ölümü, mutlaka geçilmesi gereken bir
kapı olarak tanımlar. Bu kapının önünde, sultan ile çoban eşittir. Çünkü
ne doğunun bilge hekîmi Lokman, ne de batılı hekîm-i meşhur Hipokrat
ölüme çare bulmuştur. Dolayısıyla doğan her şey, ister sultan olsun,
isterse çoban; ölümlüdür ve herhangi bir ayrıma tabi tutulmadan bu
kapıdan geçecektir. (Nitekim Kur'an'da birçok yerde yaratılan her nefsin
ölümü tadacağı ifade edilir. Bkz: Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ, 21/35;
Ankebût, 29/57.)/
//Ölüm bir kapudur geçmek gerekdür
Beraber anda sultan ile çoban/ /
/Divan şiirinde ölüm fikri, her şeyden evvel, insanın hayat tasavvuru ve
varlık anlayışıyla ilişkili olarak ele alınması gereken bir konudur.
Divan şairinin hayat tasavvurunda, adeta üçgeni andıran bir üçlemenin
olduğu söylenebilir. Bu onun varlık tasavvuruna da yansır. Nedir bu üç
hayat? İlkin, "ol!" emriyle oluş âlemine intikal eden insana ilâhî
nefhanın üflenmesiyle birlikte başlayan hayat. Bu hayat, sufi
düşüncedeki âlem tasavvurunun ilk evresini oluşturan ruhlar âlemidir.
Şiirimizde bezm-i elest tabiriyle sıkça gündeme gelen, aslî vatanda
cereyan eden hayattır. Bu hayat, ikinci hayata intikalle birlikte,
irfânî açıdan aydınlanmış yetkin insanlar tarafından daima özlenecektir.
Çünkü ikinci hayat, dünya hayatı da denilen, içinde yaşanılan
gerçeklikler âlemine ait olan hayattır. Burası, vatan-ı ikamettir; ömür
denilen bir zamanla(ecel) sınırları çizilmiş, sonlu ve meşakkatli bir
gurbet hayatıdır. Buraya konulur ve göçülür. Üçgenin üçüncü ucunda ise,
ölümle birlikte ulaşılacak ebedî hayat vardır. Bu hayat, Bâkî'nin bekâ
semti olarak tavsif ettiği ahiret hayatıdır. /
//Gam degül Bâkî bekâ semtine kılsa irtihâl
Nice şehler bu fenâ mülkinde bâkî kalmadı//
/Divan şairi, ister sufi olsun, isterse olmasın, Bâkî'de olduğu gibi
ölümü bekâ semtine irtihal olarak görmüştür. Bu sebeple de zaman zaman
ölüm endişesi (endîşe-i mevt) taşısa da ölüm olgusunu kabullenmiştir.
Çünkü "bekâ semti" ifadesi ölümsüzlük fikrini ve ebedî hayatı akla
getirmenin yanında, insanın varoluşsal gerçekliğine yani aidiyetine de
işaret eder. Daha açık bir ifadeyle, Kur'an'ın "insanın Allah'a ait
olduğu ve yine O'na döneceği" (Bakara, 2/156.) beyanını hatırlatır.
Mamafih insan Allah'a aitse, ölümle birlikte ait olduğu yere geri
dönecektir. Allah da baki olduğu cihetle, insan ölüm kapısından geçerek
ölümsüzlüğe ulaşmış olur. Esasen sufi şairlerin ölümü vuslat olarak
nitelendirmelerindeki temel saik de bu ilâhî beyandır. Yunus Emre'nin
"Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın" mısraı ile formel bir mahiyet
kazanan ölümle birlikte ebedilik fikrinin (immortalite) kaynağı da bu
ayet olsa gerektir.
Fakat burada şu soru karşımıza çıkıyor: Her ölüm bir "bekâ semtine" göç
müdür? Diğer bir ifadeyle, ölen herkes ölümsüzlüğe erer mi?
Ölüm düşüncesi, zamanlı bir varlık olan dervişi kendi farkındalığına
ulaştırarak zaman ve mekân üstü aşkın varlığı idrak etmesini ve gerçek
anlamda tevhidin anlaşılmasına da imkân verir. Esasen sufinin ölüm
kavramı karşısındaki tutumu, içsel tecrübenin yansıması olan tasavvufi
şiirler ve anlatıla gelen menkabelerden yola çıkılarak ayrıntılı bir
şekilde ele alınması gerekir. Ancak burada onun ölüme yüklediği anlamın
sadece bir boyutu, "yaşarken ölümü idrak" yahut "ölmeden önce ölmek"
gibi mefhumlarla ifade edilen bir ölüm tecrübesi ele alınacaktır. Diğer
bir ifadeyle sufi doktrinin devr (kutsal daire), ölüm tefekkürü
(rabıta-ı mevt) ve fenâ (yokluk bilinci) nazariyelerinden hareketle ölüm
düşüncesinin sufinin ahlak ve bilgi açısından derûnî (içsel)
yükselmesine katkısı tartışma konusu edilecektir.
Adile Sultan'ın bu göçün Hakk'a olduğunu şu beyitle anlatmıştır: Çare
yoktur, göçmem gerek; Celal sahibi Allah'a kavuşmaya yönelsem gerek:/
//Çâre yokdur irtihâl itsem gerek
'Azm-i vasl-ı Zü'l-Celâl etsem gerek//
/Ölüm ve din, her dönemde filozoflar, bilim adamları, şairler, yazarlar
ve din adamları başta olmak üzere, tüm insanların ilgilerinin üzerinde
odaklaştığı iki kavram olmuştur (Yıldız, 1999).
Ölüm söz konusu olduğunda, ünlü sufilerin "sanki ölüm yokmuş", "sanki
ölüm onlar için geçerli değilmiş" gibi bir tutum sergilemiş olduklarını
ilgili kaynaklardan öğrenmekteyiz. Onlar ölümü "uykudan uyanmak,
sevgiliye kavuşma, ten kafesinden kurtuluş, mekan değiştirme, dosta
ulaşmayı sağlayan bir köprü" olarak değerlendirmişlerdir. Sufiler, her
zaman ölümün kaçınılmazlığının farkındadırlar. Fakat onlar, ölümden
korkmak veya kaçmak yerine onu, amaçlarına ulaştıran bir araç olarak
değerlendirirler, yani bir köprü olarak, Allah'a ulaştıran bir geçit
olarak kabul ederler. Bunun yanı sıra, hayatın bir rüya hali, ölümün ise
uykudan uyanma hali olduğu sufiler tarafından sık sık dile
getirilmiştir. Gazali'ye göre, insan uykuda iken rüyada görülen bir
takım şeylerin varlığına inanır. Rüya esnasında onlardan şüphe etmez.
Sonra uyanınca rüyada gördüklerinin hiçbirinin aslının olmadığını anlar.
Dünya hayatı ahirete nisbetle bir uyku hali sayılabilir. Öyleyse içinde
bulunduğumuz hayat, bir rüyadan başka bir şey değildir, ölünce uyanacağız./