alptraum
New member
- Katılım
- 1 Ocak 2005
- Mesajlar
- 2,908
- Tepkime puanı
- 166
- Puanları
- 0
- Yaş
- 39
- Konum
- Aþk`dan
- Web sitesi
- www.muhakeme.net
İnsana Allah'tan başka kimse yardım edemez. Yardım medet, inayet Allah'tan gelir. Veli de Allah'ın dostu demektir. Herkes derecesine göre Allah'ın dostudur; bilhassa müminler... Fakat dostluğu ileri götürerek tam kurbiyet kazanmış bir kısım kimseler vardır ki, hadis-i şerifin ifadesiyle, nafile ibadetlere gönül vererek, Allah'a yaklaşırlar.. yaklaşırlar da, Allah,gören gözleri, işiten kulakları, söyleyen ağızlan olur. Yani Cenab-ı Hak onlara basiret verir. Onlar da artık doğruyu görür, doğru değerlendirir ve doğru konuşurlar. Onların gönülleri "mehbet-i ilham-ı ilâhi" olur ve Allah (cc), ilhamlarıyla bunlar serfirâz kılar. Bu insanlar, Allah'a biraz daha yaklaşıp, kurbiyet kazanınca, tam hak dostluğuna erer. Onun inayet ve desteğine mazhar olurlar. "Bu, Allah'ın, inananların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince onların yardımcıları yoktur. " Evet müminlerin mevlası yani velisi Allah'tır. Müminler de, Allah nazarında Velidirler. Kâfirlere gelince, onlarda velâyet yoktur. Allah (cc) onların ne gören gözleri, ne işiten kulaktan, ne de söyleyen ağızları olur. Onlar hızlân ve hüsrândadırlar.
Öyleyse velilik için bir sınır tespit edemeyiz. Veliliğin müminlerin en küçüğünden, Rasul-ü Ekrem'e (sav) kadar mertebeleri vardır. Birisi gözünü yumduğunda kabirlerin altında neler oluyor onu müşahede eder. Bu veliliğin en basit mertebesidir. Evet kabirlerin ve mezarda yatan kimselerin durumunun keşfedilmesi, velâyetin en basit mertebelerinden biri. İnsanın içinin bir kitap gibi okunması, daha ileri derecesi, başına gelecek şeyleri, Allah'ın ona bildirmesiyle bilmesi, farkında olarak veya olmayarak onları başkalarına anlatması, ayrı bir kademesidir. Çünkü Allah, onun konuşan dili olmuştur. Bunlar, velayetin bir kısım tezahürleri. Sonra veli öyle bir noktaya gelir ki, bunları da, işin fâkihesi olarak görür ve bu çerezlerle meşgul olmayı nakise bilir ve Yunus'un dediği gibi "Bana seni gerek, seni" diyecek bir makama yükselir. Artık keşif keramet yoktur ve işte sahabinin veliliği budur. Bazı kimseleri Allah (cc) velayetin bir kısım sıkıntılı yollarından geçirmeden de sahabinin veliliğine getirebilir.
Ben şu yirminci asırda, din-i mübin-i İslâm'a sahip çıkan delikanlıları sahabinin velayetine mazhar görüyorum. Keşifleri, kerametleri, kabirleri müşahedeleri, hatta kalbî müşahadeleri olmayabilir ama, makamlarının büyük olduğu muhakkak. Çünkü Allah onları çok kudsi işlerde istihdam ediyor. Büyük kimselere, bu işin paşalarına mareşallerine yaptırdığı işi, bunlara yaptırıyor. Yani dinini onlarla ihya ediyor... İnşaallah, bunlar da, velidirler.
Fakat ister öyle veli olsun, ister böyle, Allah'ı hatıra getirmeden, "İnayet; medet" diye velinin kapısına gitmek, hatalıdır. İmam-ı Birgivi, bir insanın "Medet yâ Resulallah!" demesi dahi tehlikelidir der; vakıa biz bunu biraz yumuşatarak diyoruz ki: "İnsan hiç olmazsa Resul-ü Ekrem'e (sav) bunu diyebilmelidir. Çünkü, Hak sarayının söz götürmez sultanıdır O. Allah indinde yaratılmışların en eşrefidir. " İmam Birgivi'nin büyük bir insan olduğu muhakkak ve müsellem. Bununla beraber Efendimiz (sav) Allah'ın kendisine büyük salahiyetler bahşettiğini, bizzat kendileri anlatır.
Evet, O zat (sav) Hak sarayının kapısına vurmadan içeriye giren mahremlerdendir. O'na kaç defa nazla gitmiş, niyazla dönmüştür. Evet O, bir insanın varamayacağı noktalara varmış, imkân ve vücub alemiyle dudak dudağa gelmiş, sonra da niyazla geri dönmüştür.
Sadede dönelim: Efendimiz gibi, Onun ümmetinden bazı kimselerin insanlara inayeti, el uzatması, teveccühü olabilir. Fakat bunların hepsi vesile ve vasıtadır. Esas her şeyi yaratan Allah'tır. Ehl-i Sünnet akidesi böyledir. Allah bir kısım kimseleri affedecektir de, Resul-ü Ekrem'in (sav) şefaatini ona vesile yapar. Evet Mümin, inayet ehlinin inayetini düşünürken böyle düşünmeli, böyle inanmalıdır.
Burada kendi mülâhazamı da şöyle anlatayım. Hiç bir zaman nefsimin muhasebesini yaparken, doğrudan doğruya Mevlâ'nın huzuruna kendi kendime gitmeyi düşünmedim. Kademe kademe önce, Resul-ü Ekrem'e (sav) kendisiyle bağlı bulunduğum Zatın arkasına düştüm. Yani, Resul-ü Ekrem'in (sav) ümmetine getirdiği nuru, feyzi, esrarı bana intikal ettiren, doğruyu gösteren, Kuran'ın ayetlerini gökteki yıldızlar gibi tanıtan, içimde izân hasıl olmasına yardımcı olan, Resul-ü Ekrem'i (sav) göklerde kanat çırpıp uçan bir tavus gibi bana gösteren ve bir hurma ağacı gibi en tatlı, en leziz meyvelerini kalbimin dudaklarıyla vicdanıma duyuran, evet bütün bunları bana iş'ar ve işaret eden hangi zat ise, evvelâ onun vesayası altına giriverir, sonra onunla Huzur-u Resulullah'a (sav) varırız. Orada beni mahcup etmemek için "Bu da bizdendir, yâ Resûlullah" dediğini tahayyül etmeye duymağa çalışır ve Resul-ü Ekrem'e dehâlet etmiş olurum. Ama nazarı daha ilerilerde olanlar bu sefer Resulullah'ın (sav) peşine düşer ve Resulü Ekrem (sav) de "Bu da bizdendir yâ Rabbi!" der, gönlüm ve gönüller huzur ve itminana kavuşur.
Evet çoğumuz muhasebemizi yapıp, Huzur-u Hazret-i Kibriya'ya sığınırken hep böyle bir rabıta, bir ittisal ile gideriz. Böyle bir ittisalde de şirk ve şirki işmam eden şeyler yoktur. Çünkü neticede her şey fıllah'a dayanıyor. İşin esası, tek başımıza, kendimizi bu kapıları çalmaya, kapı tokmaklarına dokunmaya liyakatli görmüyor, hatta utanıyor ve birinin arkasına takılıyoruz.
Bu asrın âfâkında, büyük feyizler, büyük nur ve sırlarla tûlû' eden zât dahi, kendi muhasebesini yaparken: "Günahlarım beni mahcup etti. İsyanlar altında eziliyorum. Senin kapına geldim, ama, Efendim Abdülkadir Geylâni'nin sesiyle senin kapının tokmağına dokunuyorum" diyor ve Onun söylediği sözlerle müracaat ediyor; adeta yukarıya gidecek dilekçesinin altına imzayı, o salâhiyetli zâta attırıyor. Böyle bir dehâlet, bir sığınma, şirk işmam eden tavırlardan uzak olduğu gibi, aynı zamanda cüret ve su-i edepten de uzaktır. Abdülkadir Geylâni kendisine dehalet eden bu zat Resul-ü Ekrem'e (sav) takdim edecektir. Abdülkadir Geylani ki, velayet dünyasının zirvesini tutmuş çok yukarlarda bir velidir. "Benim ayağım kıyamete kadar gelecek bütün velilerin omuzundadır" demiştir. Resul-ü Ekrem'e (sav) iki yönle bağlıdır; hem Hasanî, hem Hüseynî. Sâhib-i salâhiyet büyük bir imamdır ve Onun vesileliği, yolda kalmışlara Hakk'ın büyük bir rahmeti ve inayetidir.
Öyleyse velilik için bir sınır tespit edemeyiz. Veliliğin müminlerin en küçüğünden, Rasul-ü Ekrem'e (sav) kadar mertebeleri vardır. Birisi gözünü yumduğunda kabirlerin altında neler oluyor onu müşahede eder. Bu veliliğin en basit mertebesidir. Evet kabirlerin ve mezarda yatan kimselerin durumunun keşfedilmesi, velâyetin en basit mertebelerinden biri. İnsanın içinin bir kitap gibi okunması, daha ileri derecesi, başına gelecek şeyleri, Allah'ın ona bildirmesiyle bilmesi, farkında olarak veya olmayarak onları başkalarına anlatması, ayrı bir kademesidir. Çünkü Allah, onun konuşan dili olmuştur. Bunlar, velayetin bir kısım tezahürleri. Sonra veli öyle bir noktaya gelir ki, bunları da, işin fâkihesi olarak görür ve bu çerezlerle meşgul olmayı nakise bilir ve Yunus'un dediği gibi "Bana seni gerek, seni" diyecek bir makama yükselir. Artık keşif keramet yoktur ve işte sahabinin veliliği budur. Bazı kimseleri Allah (cc) velayetin bir kısım sıkıntılı yollarından geçirmeden de sahabinin veliliğine getirebilir.
Ben şu yirminci asırda, din-i mübin-i İslâm'a sahip çıkan delikanlıları sahabinin velayetine mazhar görüyorum. Keşifleri, kerametleri, kabirleri müşahedeleri, hatta kalbî müşahadeleri olmayabilir ama, makamlarının büyük olduğu muhakkak. Çünkü Allah onları çok kudsi işlerde istihdam ediyor. Büyük kimselere, bu işin paşalarına mareşallerine yaptırdığı işi, bunlara yaptırıyor. Yani dinini onlarla ihya ediyor... İnşaallah, bunlar da, velidirler.
Fakat ister öyle veli olsun, ister böyle, Allah'ı hatıra getirmeden, "İnayet; medet" diye velinin kapısına gitmek, hatalıdır. İmam-ı Birgivi, bir insanın "Medet yâ Resulallah!" demesi dahi tehlikelidir der; vakıa biz bunu biraz yumuşatarak diyoruz ki: "İnsan hiç olmazsa Resul-ü Ekrem'e (sav) bunu diyebilmelidir. Çünkü, Hak sarayının söz götürmez sultanıdır O. Allah indinde yaratılmışların en eşrefidir. " İmam Birgivi'nin büyük bir insan olduğu muhakkak ve müsellem. Bununla beraber Efendimiz (sav) Allah'ın kendisine büyük salahiyetler bahşettiğini, bizzat kendileri anlatır.
Evet, O zat (sav) Hak sarayının kapısına vurmadan içeriye giren mahremlerdendir. O'na kaç defa nazla gitmiş, niyazla dönmüştür. Evet O, bir insanın varamayacağı noktalara varmış, imkân ve vücub alemiyle dudak dudağa gelmiş, sonra da niyazla geri dönmüştür.
Sadede dönelim: Efendimiz gibi, Onun ümmetinden bazı kimselerin insanlara inayeti, el uzatması, teveccühü olabilir. Fakat bunların hepsi vesile ve vasıtadır. Esas her şeyi yaratan Allah'tır. Ehl-i Sünnet akidesi böyledir. Allah bir kısım kimseleri affedecektir de, Resul-ü Ekrem'in (sav) şefaatini ona vesile yapar. Evet Mümin, inayet ehlinin inayetini düşünürken böyle düşünmeli, böyle inanmalıdır.
Burada kendi mülâhazamı da şöyle anlatayım. Hiç bir zaman nefsimin muhasebesini yaparken, doğrudan doğruya Mevlâ'nın huzuruna kendi kendime gitmeyi düşünmedim. Kademe kademe önce, Resul-ü Ekrem'e (sav) kendisiyle bağlı bulunduğum Zatın arkasına düştüm. Yani, Resul-ü Ekrem'in (sav) ümmetine getirdiği nuru, feyzi, esrarı bana intikal ettiren, doğruyu gösteren, Kuran'ın ayetlerini gökteki yıldızlar gibi tanıtan, içimde izân hasıl olmasına yardımcı olan, Resul-ü Ekrem'i (sav) göklerde kanat çırpıp uçan bir tavus gibi bana gösteren ve bir hurma ağacı gibi en tatlı, en leziz meyvelerini kalbimin dudaklarıyla vicdanıma duyuran, evet bütün bunları bana iş'ar ve işaret eden hangi zat ise, evvelâ onun vesayası altına giriverir, sonra onunla Huzur-u Resulullah'a (sav) varırız. Orada beni mahcup etmemek için "Bu da bizdendir, yâ Resûlullah" dediğini tahayyül etmeye duymağa çalışır ve Resul-ü Ekrem'e dehâlet etmiş olurum. Ama nazarı daha ilerilerde olanlar bu sefer Resulullah'ın (sav) peşine düşer ve Resulü Ekrem (sav) de "Bu da bizdendir yâ Rabbi!" der, gönlüm ve gönüller huzur ve itminana kavuşur.
Evet çoğumuz muhasebemizi yapıp, Huzur-u Hazret-i Kibriya'ya sığınırken hep böyle bir rabıta, bir ittisal ile gideriz. Böyle bir ittisalde de şirk ve şirki işmam eden şeyler yoktur. Çünkü neticede her şey fıllah'a dayanıyor. İşin esası, tek başımıza, kendimizi bu kapıları çalmaya, kapı tokmaklarına dokunmaya liyakatli görmüyor, hatta utanıyor ve birinin arkasına takılıyoruz.
Bu asrın âfâkında, büyük feyizler, büyük nur ve sırlarla tûlû' eden zât dahi, kendi muhasebesini yaparken: "Günahlarım beni mahcup etti. İsyanlar altında eziliyorum. Senin kapına geldim, ama, Efendim Abdülkadir Geylâni'nin sesiyle senin kapının tokmağına dokunuyorum" diyor ve Onun söylediği sözlerle müracaat ediyor; adeta yukarıya gidecek dilekçesinin altına imzayı, o salâhiyetli zâta attırıyor. Böyle bir dehâlet, bir sığınma, şirk işmam eden tavırlardan uzak olduğu gibi, aynı zamanda cüret ve su-i edepten de uzaktır. Abdülkadir Geylâni kendisine dehalet eden bu zat Resul-ü Ekrem'e (sav) takdim edecektir. Abdülkadir Geylani ki, velayet dünyasının zirvesini tutmuş çok yukarlarda bir velidir. "Benim ayağım kıyamete kadar gelecek bütün velilerin omuzundadır" demiştir. Resul-ü Ekrem'e (sav) iki yönle bağlıdır; hem Hasanî, hem Hüseynî. Sâhib-i salâhiyet büyük bir imamdır ve Onun vesileliği, yolda kalmışlara Hakk'ın büyük bir rahmeti ve inayetidir.