Bir kutup ayısı öyküsü vardır, iyi anlatamam ama şöyle:
Yavru kutup ayısı annesine sokulur ve sorar:
- Anne, senin annen de kutup ayısı mıydı?
- Evet yavrucuğum.
- Peki onun annesi?
- Evet yavrucuğum.
- Peki anne, babamın annesi babası da kutup ayısı mıydı?
- Evet yavrum.
- Peki onların anne babası da mı?
- Evet yavrum. Nedir bu merak, niye soruyorsun? Bizim sülalemiz binlerce yıldır kutup ayısıdır.
Yavru kutup ayısı biraz daha sokulur annesine ve der ki:
- Ama anne, üşüyorum!
İklimden, üşümekten, mevsimden, “mevsimlerin insana yaptığı fenalıklardan” ne zaman söz açılsa, yavru kutup ayısı sorularıyla, “ama anne...” deyişiyle, “üşüyorum” vurgusuyla gelir oturur karşıma.
Her fırsatta, herkese bu sevimli öyküden söz etmekten kendimi alamam.
Üşüyoruz ve sebepsiz sanıyoruz üşümelerimizi.
Vakt-i evvelde yalnız üşürdük. Şimdi, topluca üşüyoruz. Bahara rağmen üşüyoruz. Nisan bile üşütüyor.
Ellerimiz, eldivenlerimiz, kar başlıklarımız bile üşüyor.
Paylaşsaydık mevsimleri, iklimleri, kalın bir çizgi çekmeseydik “öteki”yle aramıza, üşümezdik.
Kalın bir duvar örmeseydik, soluğumuz yeterdi hepimizi ısıtmaya.
Lakin, ötekinden kendimizi sorumlu saymadık.
Canımız yanıncaya kadar feryat etmedik, etmiyoruz.
Çığlıklar, şikayetler, itirazlar çoğaldı, bakın. Hem üşüdük hem oksijensiz kaldık birlikte.
Birlikte; yani ben, sen, öteki...
Peki ama, kendi evimizde, kendi yurdumuzda, kendi yuvamızda niye üşüyoruz.
Belki de yanlış sorular üşütüyor, kim bilir.
Yanlış sorulara bulduğumuz yanlış cevaplar üşütüyor olmasın.
Doğru soru, “niye üşüyoruz?” olmalıydı.
Oysa yanlış soru yanlış cevaba bizi mecbur bırakıyor.
Doğru cevap doğru sorunun içinde. Doğru soru ise yanıbaşımızda.
Ama, yitiğimizi yitirdiğimiz yerde aramıyoruz; insanız işte!
İnsanız, unutuyoruz. Teşekkür etmiyoruz, kendi hakkımız görüyoruz iyiliği.
Şükretmiyoruz, tabii hakkımız görüyoruz nimeti.
Padişahın ziyafetinde garsona teşekkür ediyoruz da, padişaha teşekkür etmiyoruz.
Yavru kutup ayısı annesine sokulur ve sorar:
- Anne, senin annen de kutup ayısı mıydı?
- Evet yavrucuğum.
- Peki onun annesi?
- Evet yavrucuğum.
- Peki anne, babamın annesi babası da kutup ayısı mıydı?
- Evet yavrum.
- Peki onların anne babası da mı?
- Evet yavrum. Nedir bu merak, niye soruyorsun? Bizim sülalemiz binlerce yıldır kutup ayısıdır.
Yavru kutup ayısı biraz daha sokulur annesine ve der ki:
- Ama anne, üşüyorum!
İklimden, üşümekten, mevsimden, “mevsimlerin insana yaptığı fenalıklardan” ne zaman söz açılsa, yavru kutup ayısı sorularıyla, “ama anne...” deyişiyle, “üşüyorum” vurgusuyla gelir oturur karşıma.
Her fırsatta, herkese bu sevimli öyküden söz etmekten kendimi alamam.
Üşüyoruz ve sebepsiz sanıyoruz üşümelerimizi.
Vakt-i evvelde yalnız üşürdük. Şimdi, topluca üşüyoruz. Bahara rağmen üşüyoruz. Nisan bile üşütüyor.
Ellerimiz, eldivenlerimiz, kar başlıklarımız bile üşüyor.
Paylaşsaydık mevsimleri, iklimleri, kalın bir çizgi çekmeseydik “öteki”yle aramıza, üşümezdik.
Kalın bir duvar örmeseydik, soluğumuz yeterdi hepimizi ısıtmaya.
Lakin, ötekinden kendimizi sorumlu saymadık.
Canımız yanıncaya kadar feryat etmedik, etmiyoruz.
Çığlıklar, şikayetler, itirazlar çoğaldı, bakın. Hem üşüdük hem oksijensiz kaldık birlikte.
Birlikte; yani ben, sen, öteki...
Peki ama, kendi evimizde, kendi yurdumuzda, kendi yuvamızda niye üşüyoruz.
Belki de yanlış sorular üşütüyor, kim bilir.
Yanlış sorulara bulduğumuz yanlış cevaplar üşütüyor olmasın.
Doğru soru, “niye üşüyoruz?” olmalıydı.
Oysa yanlış soru yanlış cevaba bizi mecbur bırakıyor.
Doğru cevap doğru sorunun içinde. Doğru soru ise yanıbaşımızda.
Ama, yitiğimizi yitirdiğimiz yerde aramıyoruz; insanız işte!
İnsanız, unutuyoruz. Teşekkür etmiyoruz, kendi hakkımız görüyoruz iyiliği.
Şükretmiyoruz, tabii hakkımız görüyoruz nimeti.
Padişahın ziyafetinde garsona teşekkür ediyoruz da, padişaha teşekkür etmiyoruz.