hasan demir
New member
- Katılım
- 6 Ara 2006
- Mesajlar
- 92
- Tepkime puanı
- 2
- Puanları
- 0
- Yaş
- 71
GENÇ YAŞTAKİ BİR yakınını kaybetmenin neticesinde içerisine girdiği sorgulamalarla İslâm ile yüzleşen biri olarak, "musibetlerin insandan istediği nedir" diye sorulan soruları, "gayba açılan pencereler" olarak tanımlamış ve bu tanımın izdüşümleriyle cevaplamışımdır yakın bir zamana kadar.
Depremler, savaşlar, düşmanlıklar, düşen uçaklar, ellerinizin altından kayıp giderek arkalarından bakakaldığınız hayatlar, kazalar, geçim dertleri, gelecek kaygıları, yardıma muhtaç olanlar, yetişememeler, hastalıklar ve nihayet hiç bir şeyi gerçekten halledemeden çekip gitmeler, ölüm.. Kuşatılmışsınızdır çepeçevre. Çare diyerek ellerinizi attığınız sebepler kısırdır. Yarmaya çalıştığınız çember her adımda biraz daha daralır. Sığınmaya çalıştığınız korunaklar beş para etmez musibetlerin karşısında. Her baş kaldırışınız cesaretinizdeki kırılmalarla sonuçlanır. Onlar yapmaları gerekeni yapıp kendileri çekip gidinceye kadar beklemek zorundasınızdır.
Peki, nedir anlatılmak istenen şey ve nedendir? İnsanın dünyasına indirilmek istenen o gerçek neredendir? Musibetlerin insana göstermek istediği önemli bir mesele olmak zorundadır. Olmalıdır çünkü, görünüşte tamamen yokluklarla ve yok oluşlarla kuşatılmış bile olsa, cevabı olmayan bir soru sorulmamıştır. Karşılığı olmayan bir tek istek verilmemiştir insana.
...
Yakın bir zamana kadar ruhumu saran bu derin sorgulamayı her defasında; musibetlerin, şu fenâ ve fâni sebepler dünyasının içerisinde sebeplerle, maddeyle hemhal olarak yetinmeye çalışan insanı dürterek bir uyandırma, bu diyarın bir imtihan diyarı olduğunu hatırlatma olduğunu fark etmem bir nebze olsun rahatlatmıştır. Evet gerçekten de öyledir. İnsan günlük uğraşıların içerisinde uyuşup uykulara dalmaktadır. Küçük büyük musibetlerle yeniden uyandırılıp duygularıyla gerçeğin farkına varması sağlanmaktadır. İşte böylece insanın ihtiyaçlar nedeniyle dünyaya ve gelip geçici olan şeylere, fenâya çevrilmiş olan yüzü; gerçeğin kendisi olan bekâya ve tüm gerçeklerin kaynağı olan Rabbine, hakkın tâ kendisi olan Cenâb-ı Hakka çevrilmektedir. Başına gelen musibetlerin karşısında arayışa giren ve İslâm'la tanışan insanların çokluğu bu nedenledir. İnancının gereğini yaşamazken musibetlerin uyandırmasıyla inancının, İslâm'ın gereklerini yerine getirir bir hale gelen insanların çokluğu da.
Musibet bir ayna gibidir insanın karşısında. Karanlığın içerisindeki aydınlıktır insan için. Arkası karanlık camların sizin silûetinizi daha güzel göstermesi bu nedenledir. Ayna ise camın arkasının kararmasının son raddesidir. Musibetlerle karanlığın aydınlığında insanın kendini seyretmesi istenmektedir. Lezzetlerin ve varlığın gözleri kamaştıran, gerçeği göremez hale getiren aydınlığında yolunu şaşıran insana gitmekte olduğu asıl yönü ve niteliklerini hatırlatır. Kesretin dağınıklığında kendini, varoluşunun nedenini unutan insan için; varlığının nedenlerini anlatan, aydınlatan bir aynadır musibet. Lekesiz ve tertemiz.
Daha çok ihtiyacınız olan erdemin, rüştün niteliklerini okursunuz her bir musibetin içerisinde, bir bir. Karşısında paranın beş para etmediği bir musibetle cimriliğiniz vurulur yüzünüze. Nefsinizin hasisliği ile yapamadığınız yardımlar, kırdığınız gönüllerle yüzleşirsiniz. Makamların altında harcadığınız insanlar gelir aklınıza. Oysa musibet makam mevki dinlemez. Bir savcı gibi dikilir karşınıza! Ellerinizin yaptığı işlerin değersizliği ve çirkinliği nispetinde musibetin önünde suçlu hissedersiniz kendinizi. Vicdan yargıcının önünde makamsız ve mevkisiz aynı derecede eşitsinizdir zulmünüzü bulaştırdığınız ve hakkını gasp ettiğiniz her bir fert için. Kendinizle, hiç istemeden yüzleşir ve yargılarsınız. Kaçınılmaz pişmanlıklara düşersiniz. Pişmanlıklar ise istiğfarların önsözleridir gerçekte.
Vazifeli bir memur gibi gelir musibet. Anlatması gerekenleri bir bir anlatır. İstiğfarların gelmesiyle vazifesini tamamlar. Sonra da genellikle geldiği gibi sessiz sedasız çeker ve gider. Geriye eskisine oranla daha olgun, daha merhametli ve gerçeklerin daha bir farkında olan insanlar bırakır. Pahalı ve aynı oranda değerli kazanımlarla çıkar insan musibetlerin içerisinden. Yeter ki, şu kainatın her bir şeyinde ve her bir işlevinde okunan rahmet ve adâlet görmezden gelinip unutularak isyanlarla kapatılmasın o kazanımların önü.
Öyledir! Her bir musibet gaipten gönderilmiş bir elçi, bir nebi gibidir. Odanın kararmasıyla tül perde arkasında kainatın görünmesi gibi, perdeler aradan çekilince görünür hale gelir görünmez sanılan âlemler. Şu görünür varlıkların bir perde gibi örterek görünmez kıldıkları gayb âlemlerini; sebepler ve sonuçlar dünyasını karartarak gözler önüne serer. Kainat perdesi arkasında cenneti ve cehennemi, bekâyı ve bâki âlemleri; bunların tek ve gerçek Sultanını celâlli bir tarzda gösterir. Gayba doğru açılan kapılardır onlar. Musibetlerin o celâlli yüzüne hafif bir tebessümle bakıp arkalarına doğru başınızı uzatabilirseniz, kapılar zorlanmaksızın aralanıverir. Ardınızda bıraktığınız geçici, fani bir dünyaya bedel, ölümsüz, bâki ve rahmetin perdesiz tecelli ettiği diyarlarla karşılaşıverirsiniz bir anda… Sanki musibetler gayba seferler yapan Burak'lardır insan için. Gaybın gerçekliğine ve yaşanır ama görülmez olan Zât'ın varlığına dair olan inancınızda bir artış olmasa bile; emniyetin daha yakın hissedildiği mertebelere doğru yol almadasınızdır. İmanınız yakîn mertebelerinde seyr-ü sefer halindedir artık.
II.
İkinci Bir Yönüyle Musibet
İslâmiyet'le muhatap olduktan bir süre sonra musibetlerle insanın önünün açılmasından farklı olarak, ikinci ve ciddi bir kazanımı fark edecektim. Hz. Adem ile Havva'nın cennetten indirilişlerine sebep olan şey dikkatimi çekecekti. Hz. Adem kalitesiz biri değildi. En azından benden binlerce kez kaliteliydi. Peygamber olabilecek kadar ciddi bir potansiyele sahipti. Oysa ben bile işlemezdim o hatayı. O kadar güzelliğin ortasında gidip de o bir tek yasağa yapışmazdım. Öyleyse yanlışı görmesini engelleyen kaçınılmaz bir durum vardı orada. Cennetteki Adem'e oranla, dünyada yaşıyor olmanın beni avantajlı konuma getirdiği bir gerçek olmalıydı. İşte bu sorgulama ikinci bir açılımla sonuçlanacaktı:
Cennette yaratılan Hz. Adem ile Havva'nın cennetin ortasında işledikleri hatayı dikkate alacak olursak, yanlışın olmadığı bir ortamda işlemişlerdir o hatayı. Böylece yanlışın olmadığı bir ortamda insanın doğruyu keşfetmesinin mümkün olamadığını anlarız. Bunun nedeni ise, insanın elinde birbirine zıt verilerin olmaması onu muhakeme gücünün kaynağı olan kıyastan mahrum bırakmasıdır. İnsan ancak kıyas yaparak görmediği ve bilmediğini aydınlatabilir. Kıyas ise ancak zıtların buluştuğu bir zihinde gerçekleşebilir. Böyle bir zihin ise ancak hayır ile şerrin, doğru ile yanlışın, gölge ile ışığın, sıcak ile soğuğun... Yani zıtların buluştuğu bir ortamda beslenebilir. Bu verilerden, dolayısıyla beslenmeden mahrum bir zihin, yani tamamen hayrın olduğu —cennet gibi— bir ortamda bulunan bir zihin sahibi insan, bu kıyası gerçekleştiremediği için de hayrın hayır olduğunu fark edemeyecektir. Yanlışın olmadığı bir ortamda da doğrunun keşfi imkansızlaşacaktır. Dolayısı ile hata kaçınılmaz olacaktır. İşte Adem ile Havva'yı o acayip hatanın içerisine atan cennette bu verilerden ve kıyastan mahrum oluşlarıdır. Beni, onların cennetteki konumlarına oranla avantajlı bir duruma getiren de zıtların buluştuğu bir ortamda —yani dünyada— oluşumdur.
Yasak olan şeyi işleyen Hz. Adem için o yasak gerçek bir musibete dönüşmüştür. Çünkü bu hatanın sonrasında şerrin ve huzur bozucu şeylerin hiç bir çeşidinin olmadığı cennetten indirilmiştir. Böylece hatanın hata olduğunu anlamış ve istiğfarlara ve sorgulamalara girişmiştir. Neticede cennette elde etmesi mümkün olmayan bir şeyi elde etmiştir dünya hayatında: Kıyas edebilmeyi, farkın farkında olabilmeyi...
Bu çıkarımlarla bakılırsa, sıkıntının hiç olmadığı bir ortamda huzurun nimet olduğunun keşfedilmesinin insan için pek mümkün olamayacağı görülecektir. İnsandaki sıkıntıların ana kaynağı olan musibetler, insanın huzur nimetini duyumsayabilmesi için kesin kes gereklidir. Yani, insanın cennetteki huzurun farkına varabilmesi için sıkıntılar yaşayarak kıyas yapabilir hale gelmesine ihtiyacı vardır. Bu da ancak musibetlerin varlığı ile olabilir. Musibetler ise hayrın ve şerrin varlığını gerektirir. Yani hayır ve şer ortamı olan dünyanın ve dünya hayatının varlığını.
Ne ilginçtir ki, insanın varlığı hissedebilmesi için yokluğu hissederek yaşamasına ihtiyaç vardır. İnsana aczi, yokluğu hissettiren musibetlerin insana önemli katkısı işte bu kıyas imkanı ile olmaktadır.
III.
Musibetlerin kuşatmasında...
"İnsanalar iman ettik dedidikleri için terk edileceklerini ve fitneye düşürülmeyeceklerini mi hesap ediyorlar"(Ankebut 2)
Musibetlerin insana kazandırdıklarını 11 Ağustos olayları sonrasında yeniden sorgularken musibetin farklı yönleri ile karşılaşacaktım. Öncelikle mü'minleri ayırt etmiyordu musibetler. İmanî mertebe falan da dinlemiyorlardı. Yukarıda anlattıklarım ve beni yakın bir zamana kadar tatmin eden cevaplar işte bu yakın zaman sorgulamalarının içerisinde yitip gidiyorlardı. Anlatılanlar, verdiğim cevaplar kesinlikle doğruydu ama bu çapı geniş ve aynı oranda derinlere uzanan sorgulamalar için yetersiz kalmaya başlamışlardı.
Hadi imanın kıyısında olanlar için musibetleri cennete doğru bir iteleme olarak görelim. Ki, gerçekten bu böyledir. İnancını doğru dürüst yaşamayanlar için ise bir yüzleşmedir. İman eden ve bulunduğu imânî mertebeyi yeterli görme gafletine düşenler içinse daha yüksek imânî mertebelere doğru bir binektir. Ama adeta bir ömür boyu kuşatma altında yaşatılmaya gerçekten nasıl bir gerekçe vardır? Oysa kainatı yaratmakta olan ve idare eden kudrete baktığınızda sizin içerisinde boğulmaya yüz tuttuğunuz şeylerin onun için bir hiç hükmünde olduğunu şaşırarak göreceksinizdir. İşte bu yüzleşme karşısında itiraza yeltenen duygularınızı tutmak gerçekten zordur, ama tutmak zorundasınızdır. Çünkü, kudretinden daha aşkın bir rahmeti olduğunu bin bir olayla yaşamışsınızdır. Kim bilir o güne kadar kaç tane daralan çemberi siz o çemberin içerisinde henüz boğulmadan açmıştır.
SALİH ÖZAYTÜRK
KARAKALEM DERGİSİ
Depremler, savaşlar, düşmanlıklar, düşen uçaklar, ellerinizin altından kayıp giderek arkalarından bakakaldığınız hayatlar, kazalar, geçim dertleri, gelecek kaygıları, yardıma muhtaç olanlar, yetişememeler, hastalıklar ve nihayet hiç bir şeyi gerçekten halledemeden çekip gitmeler, ölüm.. Kuşatılmışsınızdır çepeçevre. Çare diyerek ellerinizi attığınız sebepler kısırdır. Yarmaya çalıştığınız çember her adımda biraz daha daralır. Sığınmaya çalıştığınız korunaklar beş para etmez musibetlerin karşısında. Her baş kaldırışınız cesaretinizdeki kırılmalarla sonuçlanır. Onlar yapmaları gerekeni yapıp kendileri çekip gidinceye kadar beklemek zorundasınızdır.
Peki, nedir anlatılmak istenen şey ve nedendir? İnsanın dünyasına indirilmek istenen o gerçek neredendir? Musibetlerin insana göstermek istediği önemli bir mesele olmak zorundadır. Olmalıdır çünkü, görünüşte tamamen yokluklarla ve yok oluşlarla kuşatılmış bile olsa, cevabı olmayan bir soru sorulmamıştır. Karşılığı olmayan bir tek istek verilmemiştir insana.
...
Yakın bir zamana kadar ruhumu saran bu derin sorgulamayı her defasında; musibetlerin, şu fenâ ve fâni sebepler dünyasının içerisinde sebeplerle, maddeyle hemhal olarak yetinmeye çalışan insanı dürterek bir uyandırma, bu diyarın bir imtihan diyarı olduğunu hatırlatma olduğunu fark etmem bir nebze olsun rahatlatmıştır. Evet gerçekten de öyledir. İnsan günlük uğraşıların içerisinde uyuşup uykulara dalmaktadır. Küçük büyük musibetlerle yeniden uyandırılıp duygularıyla gerçeğin farkına varması sağlanmaktadır. İşte böylece insanın ihtiyaçlar nedeniyle dünyaya ve gelip geçici olan şeylere, fenâya çevrilmiş olan yüzü; gerçeğin kendisi olan bekâya ve tüm gerçeklerin kaynağı olan Rabbine, hakkın tâ kendisi olan Cenâb-ı Hakka çevrilmektedir. Başına gelen musibetlerin karşısında arayışa giren ve İslâm'la tanışan insanların çokluğu bu nedenledir. İnancının gereğini yaşamazken musibetlerin uyandırmasıyla inancının, İslâm'ın gereklerini yerine getirir bir hale gelen insanların çokluğu da.
Musibet bir ayna gibidir insanın karşısında. Karanlığın içerisindeki aydınlıktır insan için. Arkası karanlık camların sizin silûetinizi daha güzel göstermesi bu nedenledir. Ayna ise camın arkasının kararmasının son raddesidir. Musibetlerle karanlığın aydınlığında insanın kendini seyretmesi istenmektedir. Lezzetlerin ve varlığın gözleri kamaştıran, gerçeği göremez hale getiren aydınlığında yolunu şaşıran insana gitmekte olduğu asıl yönü ve niteliklerini hatırlatır. Kesretin dağınıklığında kendini, varoluşunun nedenini unutan insan için; varlığının nedenlerini anlatan, aydınlatan bir aynadır musibet. Lekesiz ve tertemiz.
Daha çok ihtiyacınız olan erdemin, rüştün niteliklerini okursunuz her bir musibetin içerisinde, bir bir. Karşısında paranın beş para etmediği bir musibetle cimriliğiniz vurulur yüzünüze. Nefsinizin hasisliği ile yapamadığınız yardımlar, kırdığınız gönüllerle yüzleşirsiniz. Makamların altında harcadığınız insanlar gelir aklınıza. Oysa musibet makam mevki dinlemez. Bir savcı gibi dikilir karşınıza! Ellerinizin yaptığı işlerin değersizliği ve çirkinliği nispetinde musibetin önünde suçlu hissedersiniz kendinizi. Vicdan yargıcının önünde makamsız ve mevkisiz aynı derecede eşitsinizdir zulmünüzü bulaştırdığınız ve hakkını gasp ettiğiniz her bir fert için. Kendinizle, hiç istemeden yüzleşir ve yargılarsınız. Kaçınılmaz pişmanlıklara düşersiniz. Pişmanlıklar ise istiğfarların önsözleridir gerçekte.
Vazifeli bir memur gibi gelir musibet. Anlatması gerekenleri bir bir anlatır. İstiğfarların gelmesiyle vazifesini tamamlar. Sonra da genellikle geldiği gibi sessiz sedasız çeker ve gider. Geriye eskisine oranla daha olgun, daha merhametli ve gerçeklerin daha bir farkında olan insanlar bırakır. Pahalı ve aynı oranda değerli kazanımlarla çıkar insan musibetlerin içerisinden. Yeter ki, şu kainatın her bir şeyinde ve her bir işlevinde okunan rahmet ve adâlet görmezden gelinip unutularak isyanlarla kapatılmasın o kazanımların önü.
Öyledir! Her bir musibet gaipten gönderilmiş bir elçi, bir nebi gibidir. Odanın kararmasıyla tül perde arkasında kainatın görünmesi gibi, perdeler aradan çekilince görünür hale gelir görünmez sanılan âlemler. Şu görünür varlıkların bir perde gibi örterek görünmez kıldıkları gayb âlemlerini; sebepler ve sonuçlar dünyasını karartarak gözler önüne serer. Kainat perdesi arkasında cenneti ve cehennemi, bekâyı ve bâki âlemleri; bunların tek ve gerçek Sultanını celâlli bir tarzda gösterir. Gayba doğru açılan kapılardır onlar. Musibetlerin o celâlli yüzüne hafif bir tebessümle bakıp arkalarına doğru başınızı uzatabilirseniz, kapılar zorlanmaksızın aralanıverir. Ardınızda bıraktığınız geçici, fani bir dünyaya bedel, ölümsüz, bâki ve rahmetin perdesiz tecelli ettiği diyarlarla karşılaşıverirsiniz bir anda… Sanki musibetler gayba seferler yapan Burak'lardır insan için. Gaybın gerçekliğine ve yaşanır ama görülmez olan Zât'ın varlığına dair olan inancınızda bir artış olmasa bile; emniyetin daha yakın hissedildiği mertebelere doğru yol almadasınızdır. İmanınız yakîn mertebelerinde seyr-ü sefer halindedir artık.
II.
İkinci Bir Yönüyle Musibet
İslâmiyet'le muhatap olduktan bir süre sonra musibetlerle insanın önünün açılmasından farklı olarak, ikinci ve ciddi bir kazanımı fark edecektim. Hz. Adem ile Havva'nın cennetten indirilişlerine sebep olan şey dikkatimi çekecekti. Hz. Adem kalitesiz biri değildi. En azından benden binlerce kez kaliteliydi. Peygamber olabilecek kadar ciddi bir potansiyele sahipti. Oysa ben bile işlemezdim o hatayı. O kadar güzelliğin ortasında gidip de o bir tek yasağa yapışmazdım. Öyleyse yanlışı görmesini engelleyen kaçınılmaz bir durum vardı orada. Cennetteki Adem'e oranla, dünyada yaşıyor olmanın beni avantajlı konuma getirdiği bir gerçek olmalıydı. İşte bu sorgulama ikinci bir açılımla sonuçlanacaktı:
Cennette yaratılan Hz. Adem ile Havva'nın cennetin ortasında işledikleri hatayı dikkate alacak olursak, yanlışın olmadığı bir ortamda işlemişlerdir o hatayı. Böylece yanlışın olmadığı bir ortamda insanın doğruyu keşfetmesinin mümkün olamadığını anlarız. Bunun nedeni ise, insanın elinde birbirine zıt verilerin olmaması onu muhakeme gücünün kaynağı olan kıyastan mahrum bırakmasıdır. İnsan ancak kıyas yaparak görmediği ve bilmediğini aydınlatabilir. Kıyas ise ancak zıtların buluştuğu bir zihinde gerçekleşebilir. Böyle bir zihin ise ancak hayır ile şerrin, doğru ile yanlışın, gölge ile ışığın, sıcak ile soğuğun... Yani zıtların buluştuğu bir ortamda beslenebilir. Bu verilerden, dolayısıyla beslenmeden mahrum bir zihin, yani tamamen hayrın olduğu —cennet gibi— bir ortamda bulunan bir zihin sahibi insan, bu kıyası gerçekleştiremediği için de hayrın hayır olduğunu fark edemeyecektir. Yanlışın olmadığı bir ortamda da doğrunun keşfi imkansızlaşacaktır. Dolayısı ile hata kaçınılmaz olacaktır. İşte Adem ile Havva'yı o acayip hatanın içerisine atan cennette bu verilerden ve kıyastan mahrum oluşlarıdır. Beni, onların cennetteki konumlarına oranla avantajlı bir duruma getiren de zıtların buluştuğu bir ortamda —yani dünyada— oluşumdur.
Yasak olan şeyi işleyen Hz. Adem için o yasak gerçek bir musibete dönüşmüştür. Çünkü bu hatanın sonrasında şerrin ve huzur bozucu şeylerin hiç bir çeşidinin olmadığı cennetten indirilmiştir. Böylece hatanın hata olduğunu anlamış ve istiğfarlara ve sorgulamalara girişmiştir. Neticede cennette elde etmesi mümkün olmayan bir şeyi elde etmiştir dünya hayatında: Kıyas edebilmeyi, farkın farkında olabilmeyi...
Bu çıkarımlarla bakılırsa, sıkıntının hiç olmadığı bir ortamda huzurun nimet olduğunun keşfedilmesinin insan için pek mümkün olamayacağı görülecektir. İnsandaki sıkıntıların ana kaynağı olan musibetler, insanın huzur nimetini duyumsayabilmesi için kesin kes gereklidir. Yani, insanın cennetteki huzurun farkına varabilmesi için sıkıntılar yaşayarak kıyas yapabilir hale gelmesine ihtiyacı vardır. Bu da ancak musibetlerin varlığı ile olabilir. Musibetler ise hayrın ve şerrin varlığını gerektirir. Yani hayır ve şer ortamı olan dünyanın ve dünya hayatının varlığını.
Ne ilginçtir ki, insanın varlığı hissedebilmesi için yokluğu hissederek yaşamasına ihtiyaç vardır. İnsana aczi, yokluğu hissettiren musibetlerin insana önemli katkısı işte bu kıyas imkanı ile olmaktadır.
III.
Musibetlerin kuşatmasında...
"İnsanalar iman ettik dedidikleri için terk edileceklerini ve fitneye düşürülmeyeceklerini mi hesap ediyorlar"(Ankebut 2)
Musibetlerin insana kazandırdıklarını 11 Ağustos olayları sonrasında yeniden sorgularken musibetin farklı yönleri ile karşılaşacaktım. Öncelikle mü'minleri ayırt etmiyordu musibetler. İmanî mertebe falan da dinlemiyorlardı. Yukarıda anlattıklarım ve beni yakın bir zamana kadar tatmin eden cevaplar işte bu yakın zaman sorgulamalarının içerisinde yitip gidiyorlardı. Anlatılanlar, verdiğim cevaplar kesinlikle doğruydu ama bu çapı geniş ve aynı oranda derinlere uzanan sorgulamalar için yetersiz kalmaya başlamışlardı.
Hadi imanın kıyısında olanlar için musibetleri cennete doğru bir iteleme olarak görelim. Ki, gerçekten bu böyledir. İnancını doğru dürüst yaşamayanlar için ise bir yüzleşmedir. İman eden ve bulunduğu imânî mertebeyi yeterli görme gafletine düşenler içinse daha yüksek imânî mertebelere doğru bir binektir. Ama adeta bir ömür boyu kuşatma altında yaşatılmaya gerçekten nasıl bir gerekçe vardır? Oysa kainatı yaratmakta olan ve idare eden kudrete baktığınızda sizin içerisinde boğulmaya yüz tuttuğunuz şeylerin onun için bir hiç hükmünde olduğunu şaşırarak göreceksinizdir. İşte bu yüzleşme karşısında itiraza yeltenen duygularınızı tutmak gerçekten zordur, ama tutmak zorundasınızdır. Çünkü, kudretinden daha aşkın bir rahmeti olduğunu bin bir olayla yaşamışsınızdır. Kim bilir o güne kadar kaç tane daralan çemberi siz o çemberin içerisinde henüz boğulmadan açmıştır.
SALİH ÖZAYTÜRK
KARAKALEM DERGİSİ