Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet kademelerine sızan ve hatta yüksek makamlara kadar ulaşan misyonerler mevcuttur. Bu gayeye yönelik olarak seçilen bu ajan-misyonerler küçük yaşlarda Osmanlı topraklarına gönderilmişler ve burada îfâ edecekleri vazifeye göre özel olarak yetiştirilmişlerdir. İngiliz misyonerlerinin hepsi Londra’da Protestan Misyoner Merkezi tarafından yönetiliyordu. Sultan Abdülhamid zamanında bahriye kaymakamı olan Kaptan Mustafa Bey “Sergüzeşt” isimli romanında bu konuya ayrıntılı olarak yer vermektedir. Mustafa Bey bir İngiliz ajan-misyoner olan Mr John’la tanışmış ve bu zât kendisine şunları nakletmiştir:
“Misyonerler çocuk iken hizmete alınır ve îfâ edecekleri vazifeye göre ilmen, ahlâken, fikren yetiştirilirler. Misyon Cemiyeti her sene bütün Rüştiye Mektepleri çocuklarının zekilerinden 30-40 talebe ayırarak himayesine alır; onları kâbiliyetlerine göre üçere-beşere ayırarak dünya ülkelerinin kendilerince lüzum hissedilen mıntıkalarına gönderirler. Mesela ikisini Türkiye’ye, üçünü Tibet’e, beşini Rusya’ya serpiştirirler. Bu çocuklar o memleketlerdeki sefaret ve konsolosluklara tevdî edilirler. Bilumum İngiliz sefaretlerinde Misyon Cemiyeti’nin mükemmel talimatı vardır. Bu talimata göre bu çocuklar büyütülür, yetiştirilir, okutulur ve öğretilirler.
Ben ve arkadaşım Herbert on yaşındayken Misyon Cemiyeti tarafından İstanbul’a gönderilmiştik. Doğruca sefarethanemize gittik. Sefir beni sefaret kavvası Cihangir’de sakin Ali Ağa’ya teslim etti. Ve şu tenbihatta bulundu: “Ali Ağa bu çocuğun ismi İbrahim’dir. Ve senin oğlundur. Herkese öyle söyleyeceksin. Aylık olarak sana on lira vereceğiz. Bu para ile çocuğu mahallenin mektebinde okutacaksın. Ve tıpkı kendi soyundan olmuş çocuğun gibi yedirecek, içirecek ve giydireceksin. Adetiniz nasılsa öyle terbiye edeceksin. Ayda bir kere geceleyin sefarethaneye getirip bana göstereceksin” dedi. Kavvas Ali Ağa da kolumdan tutarak beni hanesine götürdü ve zevcesi Gülsüm hanıma teslim ederek: “İşte sana evlat getirdim, bunu büyüteceksin” dedi. Don, gömlek ve entari yapıp giydirdiler. İki takunya alarak ayağıma geçirdiler. Ve bir gün elime on paralık kağıt helvası sıkıştırarak mahalle çocukları arasına salıverdiler. Birkaç ay kadar sıkıntı çektim, Türkçe bilmediğim için kimse bana ehemmiyet vermiyor, dilsiz diyorlardı. Evde daima Türkçe görüşüldüğü gibi devam ettiğim dilde konuşan olamadığından yavaş yavaş kulak dolgunluğuyla Türkçe’yi öğrenmeye başladım. Akşam üzeri evimizin önünde toplanan çocuklarla top oynamaya başladım. Bir sene sonra çocukların elebaşı olmuştum. Mektepte de hocaefendi teveccüh göstermeye başladı. Sesim iyi ve gür olduğundan Amme cüzünü güzelce okuyordum. Hatta ezberledim.
Elhasıl bu şekilde İptidai ve Rüşti derslerini gördükten sonra Beyazıt Camii Şerifinde müderris Pala Bıyık Ali Efendi’nin ders halkasına dahil oldum. Cübbem, pabuçlarım, sarığım pek hoş, muntazam ve temizdi. Yolda tesadüf edenlerin hiç biri bir kere olsun bana yobaz demedi. Daima çelebi çocuk derlerdi. Tespihim elimde, kitabım koltuğumda evden medreseye ve camii şerife ve dershaneden eve gider gelir, geceleri derslerime çalışırdım. Küçücük ve sarı sakalımı taramak için şimşir tarağım ve pak dişlerim için küçük misvakım cebimde ve divitim belimden eksik değildi. Validem Gülsüm hanım beni yatırıncaya kadar uyumaz, daima zihin açıklığı için dua ederdi. Ali Ağa’nın çocuğu olmadığından ben Gülsüm hanımın öz evladı daha doğrusu gözünün nuru idim. Sarf, Nahiv, Ayamil, Kafiye, Mantık, Tasavvurat, Tasdikat, Kelam, Fıkıh, Tefsir ve İla ahire gibi bir çok kitapları sırası ile okudum ve öğrendim. Arkadaşlarımdan okuyanlar pek çoktu. Ancak öğrenenler birkaç kişiden ibaretti. Fransızca öğrenme hevesine düştüm. Bir müddet aradıktan sonra Dellâl oğlu Dikrar isimli bir Ermeni buldum. Bu zat iyi Türkçe ve Fransızca biliyordu.
Bu zâtın evine gitmeye ve ders almaya başladım. Ders verişi o kadar mükemmeldi ki az bir zaman zarfında Fransızca konuşmaya da muvaffak oldum. Arapça dersinde arkadaşlarım içinde birinciydim. Hocama öyle sualler yöneltiyordum ki bazen onu bile düşündürüyordum. Sonunda ismime bir de zekilik ilavesiyle çalışmalarım takdir edildi. Ve bu isim ile ödüllendirildim. Cami dersini ikmal ederek icazet aldım yani Sünni bir müderris oldum. Yaşım da otuzu buldu. Dersaadet’e (yani İstanbul’a) gelişimden icazet alıncaya kadar her ay bir kere geceleyin sefarethaneye gider ve sefirin iltifatına mazhar olurdum. İngilizce, Fransızca, Türkçe ve Arapça okur yazar olduğumdan Bâb-ı Âli’ye devama başladım. Hariciye Nezareti Tercüme Kalemi’ne memur edildim. Maaşım 500 kuruş oldu. Bir gün İngiltere Sefiri, Sadrazam Reşit Paşa’yı ziyarete gelir. Söz arasında “sefaret kavvası Ali Ağa’nın mahdumu İbrahim Zeki Efendi’nin 500 kuruş maaşla Bâb-ı Âli’ye çırağ buyrulduğunu tebriş ettiler memnun oldum, teşekkür ederim” der. Sadrazam da: “Tercüme odasına birkaç katip almışlar hangisi olduğunu bilemiyorum çağıralım da bir görelim” buyurur. Beni huzurlarına çıkardılar. Reşit Paşa iltifat etti ve o günden itibaren siyasi ve harici işlerde beni çalıştırdı. İngiltere sefarethanesine ben gönderilirdim. Az zamanda maaşım 2000 kuruş oldu. Ve hariciyede tercüme odası baş halife oldum. Misyon Cemiyeti’nden gelen bir emir üzerine Londra’ya gelişim lazım geldiğinden sakal ve bıyıklarımı tıraş ettirdikten sonra tam bir Avrupalı kıyafetine bürünüp değerli arkadaşlarıma veda ederek İngiltere’ye döndüm. Yeni şeklim beni tanıyanları hayrete düşürdü.”
Buradan da anlaşılacağı üzere misyoner ajanlar pek büyük bir titizlikle yetiştirilmekte ve yapacakları vazifeler istikametinde eğitilmektedirler. Mr. John’un çocuk yaşta bir Türk’ün himayesine verilip tamamen bir Osmanlı Türk’ü olarak yetiştirilmesi, Türkçe’yi, Arapça’yı, Kur’an-ı ve bütün İslamî ilimleri inceliklerine varıncaya kadar öğrenmesi, kendisinin hadis, sünnet ve İslam’ın diğer pek çok temel esası üzerinde ihtilaf, fitne çıkartma, şüphe uyandırma ve tefrika yaratma vazifesini mükemmel bir şekilde îfâ edebilmesi içindir.
“Misyonerler çocuk iken hizmete alınır ve îfâ edecekleri vazifeye göre ilmen, ahlâken, fikren yetiştirilirler. Misyon Cemiyeti her sene bütün Rüştiye Mektepleri çocuklarının zekilerinden 30-40 talebe ayırarak himayesine alır; onları kâbiliyetlerine göre üçere-beşere ayırarak dünya ülkelerinin kendilerince lüzum hissedilen mıntıkalarına gönderirler. Mesela ikisini Türkiye’ye, üçünü Tibet’e, beşini Rusya’ya serpiştirirler. Bu çocuklar o memleketlerdeki sefaret ve konsolosluklara tevdî edilirler. Bilumum İngiliz sefaretlerinde Misyon Cemiyeti’nin mükemmel talimatı vardır. Bu talimata göre bu çocuklar büyütülür, yetiştirilir, okutulur ve öğretilirler.
Ben ve arkadaşım Herbert on yaşındayken Misyon Cemiyeti tarafından İstanbul’a gönderilmiştik. Doğruca sefarethanemize gittik. Sefir beni sefaret kavvası Cihangir’de sakin Ali Ağa’ya teslim etti. Ve şu tenbihatta bulundu: “Ali Ağa bu çocuğun ismi İbrahim’dir. Ve senin oğlundur. Herkese öyle söyleyeceksin. Aylık olarak sana on lira vereceğiz. Bu para ile çocuğu mahallenin mektebinde okutacaksın. Ve tıpkı kendi soyundan olmuş çocuğun gibi yedirecek, içirecek ve giydireceksin. Adetiniz nasılsa öyle terbiye edeceksin. Ayda bir kere geceleyin sefarethaneye getirip bana göstereceksin” dedi. Kavvas Ali Ağa da kolumdan tutarak beni hanesine götürdü ve zevcesi Gülsüm hanıma teslim ederek: “İşte sana evlat getirdim, bunu büyüteceksin” dedi. Don, gömlek ve entari yapıp giydirdiler. İki takunya alarak ayağıma geçirdiler. Ve bir gün elime on paralık kağıt helvası sıkıştırarak mahalle çocukları arasına salıverdiler. Birkaç ay kadar sıkıntı çektim, Türkçe bilmediğim için kimse bana ehemmiyet vermiyor, dilsiz diyorlardı. Evde daima Türkçe görüşüldüğü gibi devam ettiğim dilde konuşan olamadığından yavaş yavaş kulak dolgunluğuyla Türkçe’yi öğrenmeye başladım. Akşam üzeri evimizin önünde toplanan çocuklarla top oynamaya başladım. Bir sene sonra çocukların elebaşı olmuştum. Mektepte de hocaefendi teveccüh göstermeye başladı. Sesim iyi ve gür olduğundan Amme cüzünü güzelce okuyordum. Hatta ezberledim.
Elhasıl bu şekilde İptidai ve Rüşti derslerini gördükten sonra Beyazıt Camii Şerifinde müderris Pala Bıyık Ali Efendi’nin ders halkasına dahil oldum. Cübbem, pabuçlarım, sarığım pek hoş, muntazam ve temizdi. Yolda tesadüf edenlerin hiç biri bir kere olsun bana yobaz demedi. Daima çelebi çocuk derlerdi. Tespihim elimde, kitabım koltuğumda evden medreseye ve camii şerife ve dershaneden eve gider gelir, geceleri derslerime çalışırdım. Küçücük ve sarı sakalımı taramak için şimşir tarağım ve pak dişlerim için küçük misvakım cebimde ve divitim belimden eksik değildi. Validem Gülsüm hanım beni yatırıncaya kadar uyumaz, daima zihin açıklığı için dua ederdi. Ali Ağa’nın çocuğu olmadığından ben Gülsüm hanımın öz evladı daha doğrusu gözünün nuru idim. Sarf, Nahiv, Ayamil, Kafiye, Mantık, Tasavvurat, Tasdikat, Kelam, Fıkıh, Tefsir ve İla ahire gibi bir çok kitapları sırası ile okudum ve öğrendim. Arkadaşlarımdan okuyanlar pek çoktu. Ancak öğrenenler birkaç kişiden ibaretti. Fransızca öğrenme hevesine düştüm. Bir müddet aradıktan sonra Dellâl oğlu Dikrar isimli bir Ermeni buldum. Bu zat iyi Türkçe ve Fransızca biliyordu.
Bu zâtın evine gitmeye ve ders almaya başladım. Ders verişi o kadar mükemmeldi ki az bir zaman zarfında Fransızca konuşmaya da muvaffak oldum. Arapça dersinde arkadaşlarım içinde birinciydim. Hocama öyle sualler yöneltiyordum ki bazen onu bile düşündürüyordum. Sonunda ismime bir de zekilik ilavesiyle çalışmalarım takdir edildi. Ve bu isim ile ödüllendirildim. Cami dersini ikmal ederek icazet aldım yani Sünni bir müderris oldum. Yaşım da otuzu buldu. Dersaadet’e (yani İstanbul’a) gelişimden icazet alıncaya kadar her ay bir kere geceleyin sefarethaneye gider ve sefirin iltifatına mazhar olurdum. İngilizce, Fransızca, Türkçe ve Arapça okur yazar olduğumdan Bâb-ı Âli’ye devama başladım. Hariciye Nezareti Tercüme Kalemi’ne memur edildim. Maaşım 500 kuruş oldu. Bir gün İngiltere Sefiri, Sadrazam Reşit Paşa’yı ziyarete gelir. Söz arasında “sefaret kavvası Ali Ağa’nın mahdumu İbrahim Zeki Efendi’nin 500 kuruş maaşla Bâb-ı Âli’ye çırağ buyrulduğunu tebriş ettiler memnun oldum, teşekkür ederim” der. Sadrazam da: “Tercüme odasına birkaç katip almışlar hangisi olduğunu bilemiyorum çağıralım da bir görelim” buyurur. Beni huzurlarına çıkardılar. Reşit Paşa iltifat etti ve o günden itibaren siyasi ve harici işlerde beni çalıştırdı. İngiltere sefarethanesine ben gönderilirdim. Az zamanda maaşım 2000 kuruş oldu. Ve hariciyede tercüme odası baş halife oldum. Misyon Cemiyeti’nden gelen bir emir üzerine Londra’ya gelişim lazım geldiğinden sakal ve bıyıklarımı tıraş ettirdikten sonra tam bir Avrupalı kıyafetine bürünüp değerli arkadaşlarıma veda ederek İngiltere’ye döndüm. Yeni şeklim beni tanıyanları hayrete düşürdü.”
Buradan da anlaşılacağı üzere misyoner ajanlar pek büyük bir titizlikle yetiştirilmekte ve yapacakları vazifeler istikametinde eğitilmektedirler. Mr. John’un çocuk yaşta bir Türk’ün himayesine verilip tamamen bir Osmanlı Türk’ü olarak yetiştirilmesi, Türkçe’yi, Arapça’yı, Kur’an-ı ve bütün İslamî ilimleri inceliklerine varıncaya kadar öğrenmesi, kendisinin hadis, sünnet ve İslam’ın diğer pek çok temel esası üzerinde ihtilaf, fitne çıkartma, şüphe uyandırma ve tefrika yaratma vazifesini mükemmel bir şekilde îfâ edebilmesi içindir.