Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Miraç Gecesi

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         


MİRAÇ GECESİ


سُبْحَانَ الَّذى اَسْرى بِعَبْدِه لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَاالَّذى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ ايَاتِنَا اِنَّهُ هُوَالسَّميعُ الْبَصيرُ
İsra / 1. Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.


 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         



MİRAÇ GECESİ
Miraç, Efendimiz’in (sav) müberek cismaniyeti ile yaptığı ve netice itibariyle mucize olan kutlu bir seyahattır. Bu kutlu seyahat. O’nun için de bizim için de her zaman bir iftihar vesilesidir.
Daha önce, Rahmet Peygamberi’nin (sav) yolculuğu ölçüsünde ve seviyesinde, hiç kimseye böyle bir yolculuk müyesser olmamıştır. Evrensel bir nübüvvetle gönderilen nebiler Serveri (sav), bütün enbiyâ-i izâmın cihetü’l-vahdetini câmi olması itibarıyla bu kutlu seyahatinde farklı farklı sema tabakalarında bulunan enbiyanın hemen hepsinin bulunduğu makamdan geçerek onlarla görüşmesi vb. gibi karakteristlik bir çizgi takip etmesi yönüyle, böyle bir seyahat, hem ilktir hem de son. Böyle olduğu içindir ki Hz. Cebrail ayrı ayrı her sema kapısını çaldığında vazifeli melek, O’ndan evvel kimseye açmamakla emrolunduğunu söylemiş ve “Bu kapılar şimdiye kadar hiç kimseye açılmadı” demiştir.
Burada bahis mevzuu edilen “gök kapısı”, “açılma” ve “yol verme” gibi ifadeler, elbette ki bizim anladığımızdan farkı şeylerdir. Dolayısıyla Cebrail’in (as) gök kapılarını Efendimiz’e (sav) açmasını yukarıya doğru yükselirken karşılarına çıkan bazı kapıların açılması şeklinde anlamak avamca bir yaklaşımdır.
Evet, Hâtemu’l-Enbiya olan Efendimiz’den (sav) önce, hiç kimseye açılmayan kapılar, ilk defa O’na açılmıştır. Buradan hareketle, o kapıların Nebiler Serveri’nden (sav) sonra da bazılarına açılabileceği söylenebilir. Ne var ki burada akla, “Acaba ümmet-i Muhammed diğer peygamberlerden daha mı faziletli ki, kapılar kimseye açılmadığı hâlde onlara açılıyor?” şeklinde bir soru gelebilir. Hemen şunu belirtmeliyim ki, peygamberin fazilet, üstünlük ve hususiyeti onun peygamberliğine mahsustur ve herkes kendi miracı ile diğerlerinden farklıdır; yani her peygamber; hissi, duyusu, anlayışı ve şuuru ile mazhar olduğu mertebenin eridir. Onun arkasındakiler ise, bu yolculuğu velâyet kanatları ile gerçekleştirirler. Önemli olan, bu kutlu seyahati Hak’la münasebet içinde ve halkla beraber bulunma esprisi içinde gerçekleştirmektir. Önemli olan, bu kutlu seyahati Hak’la münasebet içinde ve halkla beraber bulunma esprisi içinde gerçekleştirmektir. İşte bu yönüyle, zatında diğer insanlar enbiya-ı izama müsavi olmadıkları gibi onların yolculukları da peygamberlerin yolculuklarına müsavi olamaz. Ne var ki İmam-ı Gazâlî, Muhyiddin İbn Arabî, İman-ı Rabbânî ve Üstad Bediüzzaman gibi bazı yüce ruh ve selim fıtratların, Efendimiz’in (sav) açtığı kapıdan, O’nun arkasında yürüyerek hakikat-ı Ahmediyenin zilline ve cüz’iyyetine ulaşmaları mümkün olur.


 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         


Mi'racın sırr-ı lüzûmu:
Meselâ, deniliyor ki, "Cenâb-ı Hak, herşeye herşeyden daha yakındır, cisimden, mekândan münezzehtir. Her velî, kalbi içinde Onunla görüşebilir. Neden dolayı velâyet-i Ahmediye (a.s.m.), Mi'rac gibi uzun bir seyahatin neticesinden sonra, her velînin kendi kalbinde muvaffak olduğu münâcâta muvaffak oluyor?
Elcevap: Şu sırr-ı gàmızı iki temsil ile fehme takrîb ediyoruz. On İkinci Sözün sırr-ı i'câz-ı Kur'ân ve sırr-ı Mi'rac hakkında olan şu iki temsili dinle:
• Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır; iki tarzda hitâbı, iltifatı vardır.
Birisi, âmî bir raiyyetiyle cüz'î bir iş için, hususi bir hâcete dâir, has bir telefonla sohbet etmektir.
Diğeri, saltanat-ı uzmâ ünvânı ile ve hilâfet-i kübrâ nâmiyle ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evâmir ile münâsebettar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir ve haşmetini izhâr eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir.
İşte, şu kâinat Hàlıkının ve Mâlikü'l-Mülk ve'l-Melekûtun ve Hâkim-i Ezel ve Ebedin iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır. Birisi cüz'î ve has, diğeri küllî ve âmm. İşte Mi'rac, velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bütün velâyâtın fevkınde bir külliyet, bir ulviyet sûretinde bir tezâhürüdür ki, bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudâtın Hàlıkı ünvânıyla Cenâb-ı Hakkın sohbetine ve münâcâtına müşerrefiyettir.

• İkinci Temsil: Bir adam, elindeki bir aynayı güneşe karşı tutar. O ayna, kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi bir ziyâyı, bir aksi, şemsten alır; onun nisbetinde güneşle münâsebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı aynayı karanlıklı hânesine veya dam altındaki küçük, hususi bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o aynanın kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.
Diğeri ise, aynayı bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şâşaa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hânesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakiki güneşin dâimî ziyâsı ile sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnettarâne bir sohbet edebilir ve diyebilir: "Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nâzenin güneş! Onlar gibi benim hâneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın-bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi." Halbuki, evvelki ayna sahibi böyle diyemez. O ayna kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir.


İşte, Şems-i Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Ehad ve Samedin tecellîsi mahiyet-i insaniyeye hadsiz merâtibi tazammun eden iki sûretle tezâhür eder:



Birincisi: âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbâniye ile bir tezâhürdür ki; herkes istidadına ve tayy-ı merâtibde seyr ü sülûkuna esmâ ve sıfâtın tecelliyâtına nisbeten cüz'î ve küllî o Şems-i Ezelînin nuruna ve sohbetine ve münâcâtına mazhariyeti var. Gàlib-i esmâ ve sıfâtın zılâlinde giden velâyetlerin derecâtı bu kısımdan ileri gelir.
İkincisi: İnsanın, câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezâhür eden Esmâ-i Hüsnâyı birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle, Cenâb-ı Hak, tecellî-i Zâtıyla ve Esmâ-i Hüsnânın âzamî mertebede nev-i insanın mânen en âzam bir ferdine tecellî-i âzam tezâhür eder ki; bu tezâhür ve tecellî Mi'rac-ı Ahmedî (a.s.m.) sırrıdır ki, onun velâyeti risâletine mebde' olur.
Velâyet ki, zıllden geçer; ikinci temsilin birinci adamına benzer. Risâlette zıll yoktur. Doğrudan doğruya Zât-ı Zülcelâlin Ehadiyetine bakar; ikinci temsilin ikinci adamına benzer. Mi'rac ise, velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) kerâmet-i kübrâsı, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risâlet mertebesine inkılâb etmiş. Mi'racın bâtını, velâyettir; halktan Hakka gitmiş. Zâhir-i Mi'rac, risâlettir; Hak'tan halka geliyor. Velâyet, kurbiyet merâtibinde sülûktur; çok merâtibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u âzam olan risâlet ise, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyâle kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: "Bir anda dönmüş, gelmiş."
Şimdi, makam-ı istimâda bulunan mülhide deriz ki: Mâdem bu kâinat gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir; elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır.
Mâdem, böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelâl, bir Hâkim-i Zülkemâl, bir Sâni-i Zülcemâl vardır; hem mâdem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o saraya alâkadarlık gösteren ve havâs ve duygularıyla umumuna münâsebettar ve nazarı küllî olan bir insan vardır; elbette, o Sâni-i Muhteşem, o küllî nazarlı ve umumi şuurlu olan insan ile ulvî, âzamî bir münâsebeti bulunacaktır ve ona kudsî bir hitâbı ve âlî bir teveccühü olacaktır.
Hem, mâdem Adem Aleyhisselâmdan şimdiye kadar şu münâsebete mazhar olanların içinde, âsârının şehâdetiyle, yani Küre-i Arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu daire-i tasarrufuna aldığı ve kâinatın şekl-i mânevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi, en âzamî bir mertebede, o münâsebeti Muammed-i Arabî Sallâllahü Aleyhi Vesellem göstermiştir. Öyle ise, o münâsebetin en âzamî bir mertebesinden ibâret olan Mi'rac, ona elyak ve ona evfaktır.


 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         



KANDİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Bütün kandil gecelerinde yapılabilecek ve yapılması gereken önemli bir takım afv ü mağfirete nail olma, ecr ü sevap kazanma, manevî terakki kaydetme, bela ve musibetlerden kurtulma ve rıza-i İlâhiye ulaşma vesileleri vardır ki, bunlardan bazılarını maddeler hâlinde kısaca ve toplu olarak yeniden hatırlamakta yarar var:
1. Kur'ân-ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekânlarda Kur'ân ziyafetleri verilmeli; Kelamullah'a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli.
2. Peygamber Efendimiz (sas)'e salât ü selâmlar getirilmeli; O'nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli.
3. Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar,111 onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli.
4. Tefekkürde bulunulmalı; "Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah'ın benden istekleri nelerdir" gibi konular başta olmak üzere hayatî meselelerde derin düşüncelere girmeli.
5. Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı; ve şimdinin ve geleceğin plân ve programı çizilmeli.
6. Günahlara samimi olarak tevbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede bulunulmalı.
7. Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı.
8. Mü'minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı.
9. Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli.
10. Kişi kendine ve diğer Mü'min kardeşlerine hattâ isim zikrederek dualar etmeli.
11. Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlâkı yerine getirilmeli.
12. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip, sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli.
13. O gece ile ilgili âyetler, hadîsler ve bunların yorumları ilgili kitaplardan ferden veya cemaaten okunmalı.
14. Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va'z ü nasihat dinlenmeli; şiirler okunmalı; ilâhî ve ezgilerle gönüllerde ayrı bir dalgalanma oluşturmalı.
15. Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınmalı.
16. Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevî iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk'a niyazda bulunulmalı.
17. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli.
18. Hayattaki manevî büyüklerimizin, üstadlarımızın, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın kandilleri bizzat giderek veya telefon, faks yahut e-mail çekerek tebrik edilmeli; duaları istenmeli.
19. Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.


 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         


TEFSİR

سُبْحَانَ الَّذى اَسْرى بِعَبْدِه لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَاالَّذى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ ايَاتِنَا اِنَّهُ هُوَالسَّميعُ الْبَصيرُ
...Hazreti Peygamberden rivayet edilen bir hadiste "O'nun yüzünün sübuhatı yaktı" (1) diye geçmiştir ki, bunu bazıları Allah Teâlâ'nın yüzünün nurları, güzelliği; bazıları da Allah'ın yüceliği ve ululuğu ile tefsir etmişlerdir. Bununla birlikte bunda da açık olan mânâ "Allah'ın noksan vasıflardan uzak olma tecellileri" demek olmasıdır. Konumuzla ilgili olan bu hadis, İbnü'l-Esir'in "en-Nihâye fî Garibi'l-Hadis"de naklettiğine göre şöyledir: "Yani Cibril (a.s) dedi ki, Allah'ın arşı önünde yetmiş perdesi vardır. Biz bu perdelerden birine yaklaşsak Rabbimizin yüzünün nurları bizi hemen yakardı."
Diğer bir hadiste "Yani, nur veya ateş perdesi vardır. Onu açsa yüzünün sübühâtı gözü ilişen her şeyi hemen yakardı. Nitekim "Rabbi o dağa tecelli edince, onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü." (A'râf, 7/143). Sonra bu sûrenin böyle mükemmel ve yüksek bir tesbih ve tenzih ile başlaması, daha sonra zikredilecek hayret verici işlerin önemi ile ilgilidir. Bunda birinci olarak, akıllara hayret veren imkanların üstünde olan İsrâ hadisesini yüceltmek ve onu doğrulamak için, kalblerin temizlenmesini hazırlamak ve makamın nezaketi dolayısıyla benzetme kuruntularından genellikle korunmayı hatırlatma vardır. İkinci olarak, onu mümkün görmeyen dinsizlere karşı yüce Allah'ın noksan vasıflardan beri bulunduğunu ve dolayısıyla acizlik ve yalan gibi kusurlardan uzak olduğunu açıklamakta, kudret ve bağışlamasının yücelik ve büyüklüğünü ilan etmek vardır. Üçüncü olarak, aşağıda anılan Mescid-i Aksâ'nın yıkılması dolayısıyla da bu tenzihin özel bir önemi vardır. Dördüncü olarak, genel bir şekilde bu sûrenin mânâsının Allah'ın temiz ve kusursuz olması ile ilgisine işaret vardır.
Evet O, öyle bir Sübhandır ki kulunu ona ibadet etmekle seçkin olan, bilinen özel kulunu, yani Muhammed Mustafa (s.a.v)'yı geceleyin, yani bir gecenin az bir kısmında Mescîd-i Haram'dan, -Mescid-i haram, Ka'beyi kuşatan ve Harem-i Şerif denilen camidir. Bunun etrafını kuşatan yer de özel ve belirli sınırlara kadar Harem'dir.- O Harem-i Şerif içinden veya etrafından Mescid-i Aksâ'ya -ki beytü'l-makdis'tir- geceleyin götürdü. O Mescid-i Aksâ ki, etrafını mübarek kıldık, yani çevresini din ve dünya bereketleriyle bereketlendirdik. Çünkü Musa (a.s.) dan İsa (a.s)'ya kadar vahyin iniş yeri ve peygamberlerin ibadetgâhı olmuş, hem de nehirler ve ağaçlar, çiçekler ve meyvelerle donanmış idi. Bu defa da İsrâ şerefi ile bereketli kılındı.
MESCİD-İ AKSÂ: Kudüs'deki "Beytü'l-Makdis"dir. Nitekim İsrâ hadisinde de "Burak'a bindim Beytü'l-Makdis'e vardım" diye geçmiştir. Bunun etrafı da, Kudüs ve civarı demek olur. Şifâ-i Şerif şerhinde Aliyyü'l-Kârî, Dülcî'den naklederek şöyle bir hadis rivayet eder: "Allah, Ariş ile Fırat arasını mübarek (bereketli) kılmış ve özellikle Filistini mukaddes kılmıştır."
Görülüyor ki âyetin bu bölümünde üçüncü şahıstan birinci şahısa geçme sanatı meydana gelmiş ve bu iltifat (hitabın yönünü değiştirme sanatı) ile İsrâ hikmeti şöyle açıklanmıştır:
Gece yolculuğuna çıkarttık ki, ona bazı âyetlerimizi göstermek için, yani büyük acaib şeylerimizden göstereceğimizi göstermek; Mirac'a çıkarmak için. "Gerçekten Rabbinin varlığının en büyük âyetlerini görmüştür." (Necm, 53/18). Buharî ve diğer hadis kitaplarında sahih rivayetlerle rivayet edildiği üzere, Hz. Peygamber (s.a.v) Burak ile Beytü'l Makdis'e vardıktan sonra oradaki büyük ve sert kayadan göğe çıkarıldı. Her bir gökte peygamberlerden biriyle görüştü, nice nice melekler gördü. Cennet ve cehennemin durumlarını gördü, Sidre-i Müntehâ'ya geçti, Allah'ın melekût âleminden bir çok acaib şeyler gördü. (Necm Sûresi'nin baştarafındaki âyetlerin tefsirine bkz.). Nihayet beş vakit namazın farz kılınması emri ile aynı gecede geri döndü. Sabahleyin Mescid-i Haram'a çıkıp Kureyş'e haber verdi. Hayret etmek ve kabul etmemekten kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu. İman etmiş olanlardan bazıları dönüp irtidâd etti (dinden çıktı).
Birtakım erkekler Ebû Bekir'e koştular.
Ebu Bekir; "Eğer o, bunu söylediyse şüphesiz doğrudur" dedi.
Onlar: "Onu bu konuda da mı tasdik ediyorsun?" dediler.
O da: "Ben onu bundan daha ötesinde tasdik ediyorum, sabah akşam gökten getirdiği haberleri yani peygamberliğini tasdik ediyorum" dedi. Bunun üzerine kendisine Sıddık unvanı verildi. Kureyşliler içinde Beytü'l-Makdis'i o zamanki haliyle bilenler vardı. Bunlar, onun vasıfları ve durumuyla ilgili sorular sordular, tanımlamasını istediler. Derhal Hz. Peygambere Beytü'l-Makdis gösterildi. Bunun üzerine ona bakıp anlatıyordu. "Gerçi Beytül-Makdis'i tanımlamada isabet etti." dediler. Sonra: "Haydi bakalım bizim kervandan haber ver, o bizce daha önemlidir, onlardan bir şeyle karşılaştın mı?" dediler. Peygamber (s.a.v) "Evet, falancanın kervanlarıyla karşılaştım, Revhâ'da idi. Bir deve kaybetmişler arıyorlardı. Yüklerinde bir su kadehi vardı. Susadım onu alıp su içtim ve yine eskiden olduğu gibi yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar mı?" buyurdu. "Bu da diğer bir alâmettir" dediler. Sonra sayıların, yüklerini ve görünüşlerini sordular. Bu defa da kervan olduğu gibi Hz. Peygambere gösterildi ve sorduklarının hepsine cevap verdi ve buyurdu ki: "İçlerinde falan ve falan önde, boz renkte bir deve üzerinde dikilmiş iki harar olduğu halde falan gün güneşin doğması ile beraber gelirler". Bunun üzerine: "Bu da diğer bir âyettir" dediler ve o gün hızla Seniyye'ye doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı çıkaracağız diye bakıyorlardı. Derken içlerinden birisi: "Güneş doğdu!" diye haykırdı. Diğer birisi de: "İşte kervan geliyor, önünde boz bir deve ve içlerinde falan ve falan da var, tıpkı (Hz. Muhammed'in) dediği gibi" dedi. Böyle olduğu halde yine iman etmediler de: "Bu apaçık bir büyüdür." (Neml, 27/13; Saff, 61/6) dediler. (Miracın etraflıca açıklaması için hadis kitaplarına müracaat edilmelidir.)
Bazıları göğe yükselmenin de "Burak" üzerinde meydana geldiğini söylemişler ise de gerçek olan şudur: Mescid-i Aksâ'ya kadar İsrâ (gece yolculuğu) Burak ile olmuş. Ondan sonra Mirac, asansör kurulmuştur. Ebu Sa'îd-i Hudrî'den rivayet olunduğu üzere Resulullah buyurmuştur ki: "Beytü'l-Mak-dis'te olanları bitirdiğim zaman Mirac getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. Ve o, odur ki, ölünüz can çekişme vaktinde gözlerini ona diker. Arkadaşım, beni, onun içinde kapılardan bir kapıya ulaşıncaya kadar çıkardı ki, ona "Koruyucu melekler kapısı" denir. Koruyucular kapısı, gök koruyucularının beklediği dünya göğü kapısıdır. Nitekim bu konuda "Ve onu, her kovulmuş şeytandan koruduk" (Hicr, 15/17) buyurulmuştu. Ve Ebu Sa'îd-i Hüdrî'nin diğer bir rivayetinde şu detaylı açıklama vardır: "Sonra Mirac getirildi -ki insanların ruhu onda göğe yükselir Baktım ki, gördüğüm şeylerin en güzeli; görmez misin ölmek üzere olan kimse, ona nasıl gözünü diker? Bunun üzerine dünya göğü kapısına kadar yükseltildik. Cebrail kapının açılmasını istedi."O kimdir?" denildi. "Cibril" dedi. "Yanındaki kim?" denildi. "Muhammed" dedi. "Öyle mi? O Peygamber olarak gönderildi mi?" denildi. O, "evet" dedi. Hemen kapıyı açtılar ve beni selamladılar. Bir de ne bakayım görevli bir melek gördüm ki göğü koruyor ve ona İsmail deniliyor, emrinde yetmişbin melek ve her birinin emrinde yüzbin melek var. "Burada Resulullah (s.a.v) şu âyeti okudu: "Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir" (Müddessir, 74/31) ve buyurdu ki: Derken bir adam ile beraberim ki, şekli Allah'ın yarattığı günkü gibi, ondan hiçbir şey değişmemiş, kendisine soyundan olan insanların ruhu arzediliyor: "Mümin ruhu, hoş ruh, hoş kokuludur. Bunun kitabını (iyilerin defterin)de kılın" diyor. "Kâfir ruhu ise; kötü ruh, kötü kokuludur. Bunun kitabını (kötülerin defterin) de kılın" diyor. "Ey Cibril! bu kim?" dedim. "Baban Âdem" dedi. Ve o, bana selam verdi, gönlümü aldı, hayır ile dua etti.
"Hoş geldin salih peygamber ve salih evlad" dedi. Sonra baktım bir toplum gördüm ki, dudakları deve dudağı gibiydi. Onlara bir takım memurlar görevlendirilmişti, dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir taş koyuyorlar, bu taşlar makadlarından çıkıyordu. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim. O: "Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir" dedi. Sonra baktım bir toplum vardı ki, derilerinden sırım kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor. Ve yediğiniz gibi yiyiniz deniliyor. Ve bu onlara en iğrenç bir şey oluyor. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim. "Bunlar o koğucular, fitnecilerdir ki, insanların etlerini yerler ve sövmek ile ırz ve namuslarına saldırırlar." dedi. Sonra baktım bir toplum var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin en güzellerinden kebaplar var, etraflarında da leşler var. Onlar, o güzel etleri bırakıp bu leşlerden yemeğe başladılar. "Bunlar kim? Ey Cebrail!" dedim. O: "Bunlar zinakarlar" dedi. "Allah'ın helal kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler." Sonra baktım bir toplum var ki, karınları evler gibidir. Bunlar Firavun ailesinin yolu üzerinde bulunuyor. Firavun ailesi sabah ve akşam ateşe atılırken bunlara uğruyor, uğradı mı bunlar bir fırlıyorlar, fırlayınca her biri karnının ağır basması ile düşüyor ve bunun üzerine Firavun ailesi bunları ayaklarıyla çiğniyorlar. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim... Dedi ki: "Bunlar, karınlarında faiz yiyenlerdir. "onların misali kendisini şeytan çarpmış olan kimse gibidir". Sonra birtakım kadınlar memelerinden asılmış ve birtakım kadınlar, baş aşağı ayaklarından asılmış. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim. O: "Bunlar zina eden ve çocuklarını öldüren kadınlardır" dedi. Sonra ikinci göğe çıktık. Orada Yusuf ile buluştum.
Ümmetinden kendine tabi olanlar da etrafında idi. Yüzü, ayın ondördündeki dolunay gibiydi. Bana selam verdi, hoş geldin dedi. Sonra üçüncü göğe geçtik. Orada iki teyzeoğlu; Yahya ve İsa ile buluştum. Giyimleri ve saç sakalları birbirine benziyordu. Bana selam verdiler. Hoş geldin dediler. Sonra dördüncü göğe geçtik. İdris ile buluştum. Bana selam verdi, hoşgeldin dedi. Nitekim yüce Allah: "Biz onu yüce bir yere yükselttik" (Meryem, 19/57) buyurmuştur. Sonra beşinci göğe geçtik. Orada milletine sevdirilmiş olan Harun ile buluştum. Etrafında ümmetinden birçok tabileri vardı, uzun sakallı idi. Sakalı hemen hemen göbeğine değecekti. Beni selamladı, hoşgeldin dedi. Sonra altıncı göğe çıktık, Orada Musa b. İmran ile buluştum. Çok kıllı idi. Üzerinde iki gömlek olsaydı kılları onlardan çıkardı. Musa dedi ki: "İnsanlar beni "Allah katında en şerefli olan yaratık" diye iddia ederler. Bu ise Allah katında benden yalnız daha şerefli olsaydı aldırış etmezdim. Fakat her peygamber ümmetinden kendine uyanlarla beraberdir. "Sonra yedinci göğe geçtik. Ben, orada İbrahim ile buluştum. Sırtını Beyt-i Ma'mur'a dayamıştı. Beni selamladı "Salih Peygamber ve Salih evlad hoş geldin" dedi. Bunun üzerine bana denildi ki: "İşte senin yerin ve ümmetinin yeri." Sonra Resulullah "Gerçekten İbrahim'e insanların en yakını, zamanında ona tabi olanlarla şu Peygamber (Hz. Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah müminlerin yardımcısıdır." (Al-i İmran, 3/68) âyetini tilavet etti ve buyurdu ki: "Sonra Beyt-i Ma'mur'a girdim, içinde namaz kıldım. Ona her gün yetmişbin melek girer, Kıyamete kadar geri de dönmezler. Sonra baktım bir ağaç var ki bir yaprağı bu ümmeti bürür. Bunun kökünde bir kaynak akıyor, iki kola ayrılıyordu. "Ey Cibril! Bu nedir?" dedim. O: "Şu rahmet nehri, şu da Allah'ın sana verdiği Kevser'dir" dedi. Bunun üzerine rahmet nehrinde yıkandım, geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlandı. Sonra Kevser'in akış istikametini tuttum ve nihayet cennete girdim. Bir de ne bakayım orada hiçbir gözün görmediği, kulağın işitmediği, insan kalbine gelmeyen şeyler var. Sonra yüce Allah bana emrini emretti ve elli namaz farz kıldı. Ondan sonra Musa'ya uğradım. "Rabbin ne emretti?" dedi. "Üzerime elli namaz farz kıldı" dedim. O: "Dön, azaltması için Rabbine yalvar. Çünkü ümmetin bunun altından kalkamaz" dedi. Rabbime döndüm, azaltması için yalvardım. O benden on vakit namaz indirdi. Sonra Musa'ya döndüm. Bu şekilde Musa'ya uğradıkça Rabbime dönüyordum. Sonunda beş vakit namaz farz kıldı. Musa, yine: "Rabbine dön, azaltmasını iste" dedi. Ben: "Çok müracaat ettim, artık utandım." dedim. Bunun üzerine bana denildi ki: Sana bu beş vakit namaz, elli namazdır. Bir iyilik on katı iledir. Her kim iyilik yapmaya gayret eder de onu işlemezse, onu bir iyilik yazılır, işleyene de on iyilik yazılır. Her kim de bir günah yapmaya teşebbüs eder de işlemezse bir şey yazılmaz, işlerse bir günah yazılır."
Kütüb-i sitte (Alt hadis kitabı) ve diğer hadis kitaplarında Mirac hadislerinin birçok rivayetleri vardır. Bu naklettiğimiz hadisin senedleri de İbnü Cerir tefsirinde zikredilmiştir. Görülüyor ki, bunda dünya göğüne kadar yükselmenin Mirac ile ilgili olduğu açıkça belirtilmiş, daha ilerisinde ise muhtemeldir. Fakat Alâî Tefsiri'nden Âlûsî'nin naklettiğine göre, Resulullah'ın İsra gecesi biniti beş tane idi. Birincisi Beytü'l-Makdis'e kadar Burak. İkincisi dünya göğüne kadar Mi'rac; üçüncüsü yedinci göğe kadar meleklerin kanatları; dördüncüsü Sidre-i Münteha'ya kadar Cibril'in kanadı; beşincisi Kâbe Kavseyn'e (Mirac gecesi iki yay arası kadar Allah'a yaklaşmasına) kadar Refref (manevî bir binek)
Gerçi Allah'ın kudretine göre bu vasıtalara gerek yoktur. Yüce Allah'ın dilediğini bir anda herhangi bir yere ulaştırmaya gücü yeter. Fakat bütün bunlar, âyetlerini göstermek ve ikramını ortaya koymak cümlesinden sayılır. Çünkü "Ona âyetlerimizden gösterelim diye" ifadesi gereğince İsrâ'nın hikmeti âyetleri (alâmetleri) göstermektedir. Tefsircilerden bazıları gök cisimlerinin hareketlerinin süratlerinden bilimsel misaller getirerek İsrâ ve Mirac'daki süratli yürüyüşü akıllara yaklaştırmaya çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğruya ilâhî âyetlerden olan bir harika, tabiî bir görüş açısı ile açıklanabilmekten uzaktır. Tabiî bir tasarı, benzerlerine göre düşünmek demektir. Halbuki benzeri görülmemiş bir olayı benzerleri ile düşünmeye kalkışmak çelişki olur. O, ancak müşahede veya haber ile bilinir. Gerçi İsrâ'yı iyice tetkik edebilmek için Burak hadisi bize bir düşünce prensibini vermiyor değildir. Çünkü Burak kelimesinin berk (yıldırım) maddesinden türemiş olduğu apaçıktır. Peygamberimizin hadisinde onun tanımlanması şu şekildedir: "Boyu merkebden büyük, katırdan küçük bir hayvandır ki, ayağını gözünün (gördüğü yerin) son noktasına basar". Bu ise şimşek ve elektrik süratini anlatır. Biz bu prensiple İsrâ'nın süratini bir dereceye kadar düşünmek ve böyle bir nakliye vasıtası üzerine binenin elektrikten etkilenmeyerek hiç sarsılmaksızın tam sükunet ve huzur içinde mesafeyi katlayabileceğini düşünebiliriz. Ve bu şekilde Burak ve Mirac vasıtalarının özel olarak tahsisine bir hikmet yönü de düşünebiliriz. Fakat bütün bunlar, en fazla noksan akıldan tam akla yaklaştıracak iman delilleri olabilir. Yoksa yer, zaman, hareket, ruh nitelikleri meselelerinin mahiyetiyle ilgili bulunan ve yüce Allah'ın kudretinin en büyük âyetlerinden olan Mirac mucizesi üzerinde düşünmek, aklın anlayış ölçüsünden çok yüksektir. Onun için demişlerdir ki o Mirac nitelendirilemeyecek kadar yücedir. Bu konuda şundan başka ne söylenebilir? O, her şeye gücü yeten ve sevendir. Hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz. Nurundan yarattığı dostunu (Hz. Muhammed'i) ziyaretine davet etmiş, meleklerinin ileri gelenlerinden gönderdiklerini göndermiş. Cibril, binitinin özengisini, Mikail de yularını tutmuş. Nihayet bir sınıra kadar varmış, sonra da noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce Allah, dilediği şekilde o işi kendisi üslenmiş. Şimdø O Allah'ın dostuna uzun gelecek hangi mesafe ve nurlu cesedine engel olacak hangi cisim düşünülebilir?
"Huzvâ'yı geç, orada latîf bir âlem vardır ki
Ruhlar onun cesetlerinin kalıntılarındandır."
Onu, yani Muhammed (s.a.v.)'i âyetlerimizden göstermemiz için geceleyin yürüttük. Bu şekilde Mirac, Peygambere âyet göstermekten ibaret değil, Peygamberin kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur. Gerçekten Necm Sûresi'nin inişi daha önce olduğuna göre, Peygamber hakkında; "Andolsun, O, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü" (Necm, 53/18) anlamı daha önce gerçekleşmiştir. Ve o, kendisi Allah'ın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Ve İsrâ'nın hikmeti de ona göstermeden çok, onu göstermeye daha uygundur.
Muhakkak ki, ancak o, herşeyi işiten ve herşeyi görendir. Tefsircilerin çoğu, bu zamiri yüce Allah'a işaret etmek üzere tefsir etmişler ve meâlini şöyle açıklamışlardır: O noksan sıfatlardan münezzeh zattır ki, ancak o, kulunun gizli ve açık bütün hallerini gerçek anlamda gören ve haberdar olan ve bundan dolayı, bu yüksek makama ehil ve layık olduğunu bilendir. Onun için bu makamı ona tahsis etmiş ve ona bu şekilde ikramda bulunmuştur. Bu şekilde âyet, gıyabdan (üçüncü şahıstan) birinci şahısa iltifat (çevirme) ile başlamış ve birinci şahıstan üçüncü şahısa iltifat ile son bulmuş olur. Aynı zamanda kâfirlere karşı bir tehdid mânâsını da gerektirir. Ebu'l-Bekâ'nın naklettiğine göre, bazı tefsirciler de zamirin Peygambere işaret ettiğini söylemiş ve âyetin meâlinde demiştir ki: "Gerçekten sözümüzü işiten ve zatımızı gören yalnız o kuldur". Bu şekilde üçüncü şahısa iltifat yoktur. Ve âyet, zahirine göre yorumlanmıştır. Ancak "zatımızı gören" diye tefsir etmek için açık bir ipucu yoktur. "O gösterdiğimiz âyetleri gören" demek daha açıktır. Bununla birlikte Tıybî demiştir ki: "Zamirin böyle iki ayrı yoruma muhtemel olarak gelmesinin sırrı, Hz. Peygamberin yüce Allah'ı görmesi ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın sözünü işitmesi ve ancak, "Benim yardımımla işitir ve benim yardımımla görür." Hadisi şerifin mânâsı üzere olduğuna işaret olsa gerektir. (Yunus Sûresi'ndeki "Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir?" (âyetin tefsirine bkz. 10/31)


 
Üst Alt