sinang
New member
Birkaç gün önce Lahor’daki Luyu la Hall Genel Başkanı Dr. R. A. Butler vasıtası ile sizin değerli mektubunuz bana ulaştı. Bu mesajınızda siz, Katolik Kilisesi’ne bağlı insanlarla birlikte tüm dünyanın büyük dinlerinin takipçileri ve bütün iyi dileklere sahip insanlardan yeni yılın başlangıcının "Dünya Barış Günü" olarak kutlanmasını rica ediyorsunuz. Bu mesaj hakkındaki düşüncelerimi acilen size ulaştırmak istiyordum. Fakat Ramazan ve Ramazan bayramının araya girmesi buna engel oldu. Şimdi ilk fırsatımda size bu mektubu yazıyorum. Öncelikle herkesin ortak amacı olan iyi bir maksat için dünyadaki tüm insanları davet ettiğiniz ve bununla birlikte bu amacı elde etmek için de önemli yollara işaret buyurduğunuz için sizi tebrik ederim.
Hakikaten barış insanoğlunun mutluluk ve gelişmesini sağlayan en temel ihtiyaçlar arasındadır. Fakat bunun isteği ve ihtiyacını idrak etmesine rağmen insan çoğu zaman hatta bugün bile bundan mahrumdur. Bunun sebepleri ise sizin de çoğuna tüm dünyadaki insanların dikkatini çektiğiniz sebeplerdir. Benim fikrime göre, fiilen bu sebepleri kaldırmak için bir şey yapılmazsa sadece iyi niyetli ve temiz dileklerde bulunmak ile dünya barışı sağlanamaz. Bu yüzden bana göre bizden herkesin, milletler, toplumlar ve bütün dinlerin takipçileri tam ihlâs ve doğrulukla kendi muhasebesini yapmalıdır. İnsanoğlu sonuçta kendisini barıştan mahrum eden sebepleri eksikleri ve hataları belirlemeli ve mümkün olduğu kadar da bunları yok etmek için çalışmalıdır. Bununla birlikte her birimizin tam olarak gerçekçi şekilde, tatsızlık doğurmak ve çoğaltmak için değil de ıslah etme niyeti ile diğer güruhun iyi niyetli insanlarıyla, onların hangi tavırlarından kendi güruhunun rahatsızlık duyduğunu da belirterek bunları düzeltmeye çalışsın.
İşte bu amaçla, ben, Müslümanların siz Hıristiyanlardan şikâyetçi olduğu bazı sorunlarına dikkatinizi çekmek istiyorum. Böylece Katolik Kilise’nin lider olma hesabıyla Hıristiyan âlemi arasında sahip olduğunuz olağanüstü etki ve saygıdan yararlanarak sizin onların ıslahı için çaba sarf edeceğinizi umuyorum. Ve ben de, Hıristiyan kardeşlerimizin eğer makul sebeple bizim davranışlarımızdan bir şikâyeti varsa bize söylemesini istiyorum. Biz inşallah onu mutlaka ortadan kaldırmak için hiçbir zaman vakit kaybetmeyiz. Dünyada barış ve huzur ortamını sağlama yolunda biz birbirimize adaletle davranarak yardımcı olabiliriz. Ayrıca, bu yolda diğerlerine açık gönülle davranmak için geniş kalbimiz olmazsa bile en azından diğerlerine haksızlık etmemeli veya onlara sıkıntı vermemeye çalışmalıyız. Hıristiyan kardeşlerin davranışlarında bir ülke veya bir milletin değil de bütün dünya Müslümanları için şikâyet sebebi olan konuları ben hiç laf kalabalığı yapmadan size kısaca anlatayım.
Barış ve Karşılıklı Nefret
Uzun bir süreden beri Hıristiyan ilim sahiplerinin ve liderlerinin, yazı ve konuşmalarında Efendimiz Hz. Muhammed (sav), Kur’an-ı Kerim ve İslam üzerine yaptığı ve bugün de devam eden saldırıları Müslümanlar için çok inciticidir. Siz şikâyetimizin makul ilmi eleştirilere karşı olduğunu düşünerek yanlış anlamayasınız diye ben "saldırı" kelimesini bilerek kullanıyorum. İlmi tenkit eğer delil ile birlikte saygılı ve uygun şekilde olursa ne kadar ağır itirazlar yapılsa da alınmayız, bilakis iyi karşılarız. Ve delilin cevabını delil ile vermeye hazırız. Fakat biz haklı olarak o yalan ve yanlış suçlamalar şeklinde ortaya atılan ve çok kalp kırıcı bir dil ile işlenen ve hâlâ da devam eden saldırılardan şikâyetçiyiz. Müslümanlar ise Hz. Meryem (as) ve Hz. İsa (as)’ya çok ciddi bir şekilde saygı gösterirler. Ve onlara karşı saygısızlık ifade eden her hangi bir kelime sarf etmek inancımıza göre küfürdür. Siz her hangi bir Müslüman’ın Hz. İsa (as) veya saygıdeğer annesine saygısızlık ettiği hiçbir örneği bulamazsınız. Gerçi biz Hz. İsa (a.s)’nın ulûhiyetine inanmıyoruz fakat onun nebilik (peygamberlik) üzerine bizim imanımız aynı Hz. Muhammed (s.a.v)’in nebiliği üzerine olduğu gibidir. Ve hiç kimse Muhammed (sav) üzerine ve Onunla birlikte diğer enbiya üzerine iman getirmedikçe Müslüman olamaz. Bununla birlikte biz yalnızca Kur’an-ı Kerim’i değil Tevrat ve İncile de Allah’ın kitapları olarak kabul ediyoruz. Ve hiçbir Müslüman bu kutsal kitaplara hakaret etmeyi düşünemez bile. Bizim tarafımızdan eğer bir bahis mevzuu varsa, o da İncil’in şu anki mevcut şekliyle ne kadar müstened olduğu konusudur. Ve bu bahsi Hıristiyan âlimler bile kendi aralarında yapmaktadırlar. Fakat Müslümanlardan Hz. Musa (as) ve Hz. İsa (as) ile İncil’deki diğer peygamberlere Allah’ın kelamının indiğini inkâr eden hiçbir kimse çıkmamıştır.
Müslümanlar mevcut İncil’in tamamıyla Allah’ın kelamı olduğunu kabul etmezlerse bile bunun içinde Allah’ın kelamı olduğuna mutlaka inanırlar. Bu yüzden bizim Hıristiyan kardeşlerimiz tarafından bize "onların peygamberleri veya kutsal kitaplarına hakaret ediyoruz" şeklinde hiçbir zaman şikâyet vaki olmamıştır. Bunun aksine bizler, gün geçmiyor ki onlardan bir hakaret işitmeyelim ve üzülmeyelim. Ve asırlardan beri bu kalp kırmalar sürüp gitmektedir. Onların yazar ve konuşmacıları Peygamberimiz (sav), kutsal kitabımız ile dinimize şiddetli saldırılarda bulunuyorlar. Dünyadaki Müslüman ve Hıristiyan toplumları arasında ilişkilerin bozulmasının en önemli sebeplerinden birisi budur. Böylece aralarında şiddetli nefret doğmaktadır. Üstelik bu haksız propagandanın mutlak sonucu olarak Hıristiyan halkın kalplerinde Müslümanlara karşı nefret ve hakaret duygusu oluşmaktadır. Eğer, Hıristiyanlık mensuplarının bu davranışlarının Müslümanların kalbini kırma ve onlardan nefret etme boyutuna kadar ulaşmaması için nasihatte bulunabilirseniz dünya barışına oldukça büyük katkıda bulunmuş olacaksınız.
Barış ve Sömürgecilik
Misyoner hareketlerinin uzun bir süredir İslam ülkelerinde Hıristiyanlığı yaymak için kullandığı ve halen kullanmakta olduğu metodlar da dünyadaki Müslümanlar için büyük bir şikayet nedeni olagelmiştir. Diğer ülkeler ve toplumlarda ne tür metodlar kullandıkları bizi fazla ilgilendirmiyor ama Müslüman ülke ve toplumlarda bizim deneyimimiz ve gözlemimiz odur ki misyonerler sadece "tebliğ" ile iktifa etmemişlerdir. Bilakis tebliğ sınırlarını aşarak çok çeşitli yollar benimsemişlerdir. Bunlar tebliğden daha çok siyasi baskı, ekonomik tamah ve hırs, ahlâki ve itikâdî yıpratma tanımı içerisinde yer almaktadır ve bu metodları herhangi makul düşünen birisinin dini yaymanın meşru aracı olarak kabul etmesi çok zordur.
Afrika’nın büyük bir bölümünde misyonerler sömürgeci güçlerin yardımı ile Müslümanları eğitimden mahrum bırakmışlar ve Hıristiyanlığı kabul etmeyen veya en azından kendi Müslüman ismini bırakıp Hıristiyan ismini benimsemeyen her bir kişinin yüzüne okullarının kapılarını kapatmışlardır. Bu yolla meydana getirilen nüfuzlu Hıristiyan azınlık, özgürlük çağının gelmesinin ardından, bugün, Müslümanların çoğunlukta olduğu birçok Afrika ülkesinde siyasi, askeri ve ekonomik yönden üstün duruma gelmiştir. Bu Müslüman çoğunluğa sahip Afrika ülkelerine yapılmış bulunan açık bir haksızlık idi. Sudan’da İngiliz sömürge yönetimi yardımıyla misyonerler güney bölgesini kendileri için "güvenli bölge"ye çevirdiler. Bu bölgede eğitim ve tebliğ hakkı sadece Hıristiyan misyonerlere tahsis edildi ve Müslümanlar için tebliğ faaliyeti şurada dursun, başka amaçlarla bile bu bölgeye gitmeleri yasaklandı. Ben bütün bunların hangi delille dinin meşru ve makul yollarla yayılmasını ispat edebileceğini bilemiyorum. Bizim kendi ülkemizdeki misyoner hastaneleri ve okullarında bilinen yöntem şudur: Bunlar Müslüman hastalar ve öğrencilerden akıl almaz ücretler talep etmektedirler. Ancak herhangi fakir birisi Hıristiyanlığı kabul etmeye görsün, ona tedavi ve eğitimde kolaylık sağlanmakta; ya bedava veya göstermelik bir ücret alınmaktadır. Bunun tebliğ olmadığı, bilakis insanların şahsiyeti ve inancının satın alınması olduğu açıktır. Buna ilave olarak, misyoner okulları bizim ülkemizde öyle bir nesil yetiştirmektedir ki bunlar ne Hıristiyanlığı benimsemekte, ne de Müslüman olarak kalmaktadır. Bilakis, kendi ahlâk ve davranışları, dil ve hayat tarzı itibariyle yabancı biri olup çıkmaktadır. Veya dini yönden onun içinde Hıristiyanlık veya İslâm yerine ateistlik ve dinsizlik eğilimleri oluşmaktadır. Acaba makul düşünen birisinin Hıristiyan misyonerlerin bütün bu yapmakta olduklarının dine bir hizmet olduğunu kabul etmesi mümkün olabilir mi? İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, İslâm ülkelerinde genelde bu misyonerlerin yaptıkları dini tebliğ yerine İslam ve Müslüman toplum aleyhine bir tuzak olarak algılanmaktadır. Ben sizden, bütün bu faaliyetlerin akıbeti üzerinde düşünmenizi ve kendi etki ve nüfuzunuzu kullanarak misyoner teşkilatların tebliğ metodunun düzeltilmesi noktasında gayret göstermenizi rica ediyorum.
Barış ve İsrail
Hıristiyan dünyası ile ilgili olarak Müslümanlar genelde, Hıristiyanların İslâm ve Müslümanlar aleyhine şiddetli bir inatlaşma hissine sahip oldukları kanısını taşımaktadırlar. Ve gün geçmemektedir ki bizim bu kanımızı pekiştirecek tecrübeler yaşamamış olalım. Bununla ilgili yaşadığımız en taze tecrübe Arap-İsrail savaşı sürecinde olan hadiselerdir. Bu savaşta İsrail’in elde ettiği başarılar üzerine Avrupa ve Amerika’daki misyoner ülkelerde yapılan kutlamalar tüm dünya Müslümanlarını derinden yaralamıştır. Dolayısıyla, Arapların yenilgisi ve İsrail’in zaferler kazanması üzerine Hıristiyan dünyasında açıktan açığa sevinç gösterileri ve kutlamalar yapılması ve İsrail’in gizleyip saklanmadan himaye edildiğini gören hiç bir Müslüman gösteremezsiniz ki bütün bu yapılanların İslâm ve Müslümanlar aleyhine Hıristiyanların taşıdığı derin inatlaşmanın bir göstergesi olduğunu düşünmeden durabilsin.
Filistin’de İsrail devletinin nasıl kurulduğu, hatta kurdurulduğu, tarihi kimseye gizli değildir. İki bin yıldır Filistin, Arap nüfusun vatanı idi. Bu yüzyılın başında oradaki Yahudi nüfus % 8’den daha fazla değildi. Buna rağmen İngiltere hükümeti burasını Yahudilerin ulusal vatanı olarak kurma kararı verdi ve Cemiyet-i Akvam (Birleşmiş Milletler) bu kararı onamakla kalmayıp, aynı zamanda, İngiltere hükümetine Filistin’in himayesini vererek, İngiltere’ye Yahudi temsilciliğini hükümete düzenli bir şekilde ortak etme direktifini verdi ve böylece bu kararın pratiğe dönüştürülmesine yardımcı oldu. Bundan sonra, tüm dünyadaki Yahudileri getire getire mümkün olan her tür tedbiri alarak onların Filistin’de yaşama süreçlerini başlattı. Öyle ki, 30 sene içerisinde bölgedeki Yahudi nüfusu yüzde otuz üçe kadar ulaştı. Bu öyle aleni bir zulüm idi ki, bu yolla bir ulusun vatanında zorla diğer yabancı bir ulusa vatan kurduruldu. Dahası, bundan daha zalimce bir adım atıldı ve Amerika açıkça baskı yaparak, Yahudilerin bu yapay ulusal vatanının bir Yahudi devletine dönüştürülme kararını Birleşmiş Milletler’den geçirdi. Bu karar uyarınca yüzde 33’lük Yahudi nüfusuna Filistin’in yüzde 55’i, Arapların yüzde 67’lik nüfusuna ise yüzde 45 yüzölçümü tahsis ediliyordu, ancak Yahudiler savaşarak ve zor kullanarak Filistin’in yüzde 77’sine sahip oldular; vurarak, kırarak, öldürüp yağmalayarak yüz binlerce Arabı kendi vatanlarında evsiz bıraktılar. İşte İsrail gerçeği budur. Acaba dünya yüzünde adalet ve iman sahibi bir kimse bu ülkenin tabii ve insaf çerçevesinde kurulmuş meşru bir devlet olduğunu iddia edebilir mi? İsrail’in varlığı en kötü tarafından bir insafsızlıktır. Bundan daha ileri zulüm ise, Yahudilerin Filistin’de sırf zorbalık ve şiddetle elde etmiş oldukları bu sınırlarla kendilerini sınırlı görmemeleridir. Bilakis onlar yıllardır açık bir şekilde "Nil nehrinden Fırat nehrine" kadar tüm bölgenin kendi ulusal vatanları olduğunu dillendirmektedirler. Bunun bir başka anlamı şudur: bu millet, her zaman için tüm bu bölgeyi zorbalıkla ele geçirme ve bu bölgenin asıl unsurlarını zorla yerlerinden yurtlarından ederek dünyanın her tarafına yayılmış bulunan Yahudileri buraya getirip yerleştirme gibi insafsızca bir iradeye sahiptir. Yani bölge hiçbir zaman huzur görmeyecektir. İşte bu insafsızca planın bir bölümü geçtiğimiz temmuz ayında yapılan ani saldırı ile gerçekleştirildi. Bu vesile ile İsrail 26 bin mil kare toprağı gasp etti. Tüm bu yapılan zulümlerin sorumlusu Hıristiyan âlemidir; Hıristiyanlar bir ulusun vatanında başka bir ulusa kendi vatanlarını kurdurmuşlar, bu sunî ulusal vatanı bir devlete dönüştürmüşlerdir. Yine onlar bu insafsız devlete para ve silah yardımı yaparak, bu devleti kendi genişleme planlarını zorla gerçekleştirebilecek derecede güçlendirmişlerdir. Ve şimdi bu devletin yeni elde ettiği başarılar Hıristiyan âleminde bir bayram havası içerisinde kutlanmaktadır. Dolayısıyla acaba siz tüm bu olanlardan sonra, sadece Arapların değil tüm dünya Müslümanları gözünde Hıristiyanların adalete olan saygıları, insanların iyiliğini isteme ve dini inat ve taassuptan uzak olmaları gibi söylemlere herhangi bir inançları kalmış olduğunu söyleyebilir misiniz? Veya siz dünyada güvenlik ve huzuru oluşturmanın sırf bu yoldan geçtiğini mi düşünüyorsunuz? Dolayısıyla Hıristiyan kardeşlerinizi bu tavırlarından dolayı ayıplamak ve onların bu ruhsal kirlenmelerinden arınmaları için çaba göstermek aslında bizim değil de sizin vazifenizdir.
Barış ve Birleşmiş Milletler
Bu konuyla ilgili olarak bizzat sizin tarafınızdan yapılan bir başka haksızlık daha var: Gerçi ben, bunun iyi niyetle yapıldığını düşünüyorum ve sizin büyük ihtimalle bunu aslında bir insafsızlık olarak algılamadığınız kanısını taşıyorum. Kastettiğim husus sizin eski Kudüs’ün (Beytu’l Makdis) uluslararası denetime verilmesi şeklindeki teklifinizdir. Siz büyük ihtimalle bu teklifinizi uluslararası denetim altında bu mukaddes şehrin savaş ve çekişmeden korunacağı düşüncesiyle gündeme getirmektesiniz. Ancak gerçekte, netice olarak bu da bir başka zulüm şeklinde kendini gösterecektir; uluslararası denetimin kontrolünün yapay İsrail devletini kurduran, İsrail’in bugüne kadar ki hiç bir insafsızlığına dur diyemeyen ve olduktan sonra da süreci geri çeviremeyen bir uluslararası yönetimin elinde olacağı açıktır. Eğer bu kutsal şehir böyle bir uluslararası denetime verilirse, aynen Cemiyeti Akvam (Birleşmiş Milletler) himayesi altında İngiltere hükümeti’nin Yahudi göçmenler için Filistin’in kapılarını açmış olduğu gibi, Yahudiler için Kudüs’te yerleşmenin kapıları ardına kadar açılacaktır. Yine aynı şekilde, nasıl ki İngiltere himayesi altında Yahudilere Filistin arazileri peşkeş çekilmişse, aynı şekilde Yahudilerin Kudüs’te arazi ve bina satın almaları yolundaki tüm engeller kalkacaktır. Böylece kısa bir süre içerisinde bu kutsal şehir fiili olarak da bir Yahudi şehrine dönüşecektir ve bu şehir kalplerinde ne Hıristiyanlık kutsallarına ve ne de Müslümanlık kutsallarına saygı duyan Yahudilerin eline geçecektir. Mesajınıza cevap verirken yazımı uzatmam ve açık sözlülüğümden dolayı özür dilerim. Ancak, ben, barış ortamının oluşturulması yolundaki asıl engellerin neler olduğu ve bunların fiili olarak ortadan kaldırılması için neler yapılması gerektiği hususundaki görüşlerimi sizinle paylaşmayı üzerime bir vecibe olarak görüyordum. Bununla birlikte tekrar ifade etmek isterim ki, eğer dünya barışı ile ilgili İslâm âlemi tarafından engel oluşturulduğu düşünülen bir husus varsa bizimle paylaşınız: Biz, hem İslâm âlemi üzerinde var olan az çok etkimizi bu gibi engelleri kaldırmak için kullanırız ve hem de diğer İslam âlemi liderlerinin dikkatini bu hususa çekeriz.
İSTİKBAL İSLAMINDIR..!
Hakikaten barış insanoğlunun mutluluk ve gelişmesini sağlayan en temel ihtiyaçlar arasındadır. Fakat bunun isteği ve ihtiyacını idrak etmesine rağmen insan çoğu zaman hatta bugün bile bundan mahrumdur. Bunun sebepleri ise sizin de çoğuna tüm dünyadaki insanların dikkatini çektiğiniz sebeplerdir. Benim fikrime göre, fiilen bu sebepleri kaldırmak için bir şey yapılmazsa sadece iyi niyetli ve temiz dileklerde bulunmak ile dünya barışı sağlanamaz. Bu yüzden bana göre bizden herkesin, milletler, toplumlar ve bütün dinlerin takipçileri tam ihlâs ve doğrulukla kendi muhasebesini yapmalıdır. İnsanoğlu sonuçta kendisini barıştan mahrum eden sebepleri eksikleri ve hataları belirlemeli ve mümkün olduğu kadar da bunları yok etmek için çalışmalıdır. Bununla birlikte her birimizin tam olarak gerçekçi şekilde, tatsızlık doğurmak ve çoğaltmak için değil de ıslah etme niyeti ile diğer güruhun iyi niyetli insanlarıyla, onların hangi tavırlarından kendi güruhunun rahatsızlık duyduğunu da belirterek bunları düzeltmeye çalışsın.
İşte bu amaçla, ben, Müslümanların siz Hıristiyanlardan şikâyetçi olduğu bazı sorunlarına dikkatinizi çekmek istiyorum. Böylece Katolik Kilise’nin lider olma hesabıyla Hıristiyan âlemi arasında sahip olduğunuz olağanüstü etki ve saygıdan yararlanarak sizin onların ıslahı için çaba sarf edeceğinizi umuyorum. Ve ben de, Hıristiyan kardeşlerimizin eğer makul sebeple bizim davranışlarımızdan bir şikâyeti varsa bize söylemesini istiyorum. Biz inşallah onu mutlaka ortadan kaldırmak için hiçbir zaman vakit kaybetmeyiz. Dünyada barış ve huzur ortamını sağlama yolunda biz birbirimize adaletle davranarak yardımcı olabiliriz. Ayrıca, bu yolda diğerlerine açık gönülle davranmak için geniş kalbimiz olmazsa bile en azından diğerlerine haksızlık etmemeli veya onlara sıkıntı vermemeye çalışmalıyız. Hıristiyan kardeşlerin davranışlarında bir ülke veya bir milletin değil de bütün dünya Müslümanları için şikâyet sebebi olan konuları ben hiç laf kalabalığı yapmadan size kısaca anlatayım.
Barış ve Karşılıklı Nefret
Uzun bir süreden beri Hıristiyan ilim sahiplerinin ve liderlerinin, yazı ve konuşmalarında Efendimiz Hz. Muhammed (sav), Kur’an-ı Kerim ve İslam üzerine yaptığı ve bugün de devam eden saldırıları Müslümanlar için çok inciticidir. Siz şikâyetimizin makul ilmi eleştirilere karşı olduğunu düşünerek yanlış anlamayasınız diye ben "saldırı" kelimesini bilerek kullanıyorum. İlmi tenkit eğer delil ile birlikte saygılı ve uygun şekilde olursa ne kadar ağır itirazlar yapılsa da alınmayız, bilakis iyi karşılarız. Ve delilin cevabını delil ile vermeye hazırız. Fakat biz haklı olarak o yalan ve yanlış suçlamalar şeklinde ortaya atılan ve çok kalp kırıcı bir dil ile işlenen ve hâlâ da devam eden saldırılardan şikâyetçiyiz. Müslümanlar ise Hz. Meryem (as) ve Hz. İsa (as)’ya çok ciddi bir şekilde saygı gösterirler. Ve onlara karşı saygısızlık ifade eden her hangi bir kelime sarf etmek inancımıza göre küfürdür. Siz her hangi bir Müslüman’ın Hz. İsa (as) veya saygıdeğer annesine saygısızlık ettiği hiçbir örneği bulamazsınız. Gerçi biz Hz. İsa (a.s)’nın ulûhiyetine inanmıyoruz fakat onun nebilik (peygamberlik) üzerine bizim imanımız aynı Hz. Muhammed (s.a.v)’in nebiliği üzerine olduğu gibidir. Ve hiç kimse Muhammed (sav) üzerine ve Onunla birlikte diğer enbiya üzerine iman getirmedikçe Müslüman olamaz. Bununla birlikte biz yalnızca Kur’an-ı Kerim’i değil Tevrat ve İncile de Allah’ın kitapları olarak kabul ediyoruz. Ve hiçbir Müslüman bu kutsal kitaplara hakaret etmeyi düşünemez bile. Bizim tarafımızdan eğer bir bahis mevzuu varsa, o da İncil’in şu anki mevcut şekliyle ne kadar müstened olduğu konusudur. Ve bu bahsi Hıristiyan âlimler bile kendi aralarında yapmaktadırlar. Fakat Müslümanlardan Hz. Musa (as) ve Hz. İsa (as) ile İncil’deki diğer peygamberlere Allah’ın kelamının indiğini inkâr eden hiçbir kimse çıkmamıştır.
Müslümanlar mevcut İncil’in tamamıyla Allah’ın kelamı olduğunu kabul etmezlerse bile bunun içinde Allah’ın kelamı olduğuna mutlaka inanırlar. Bu yüzden bizim Hıristiyan kardeşlerimiz tarafından bize "onların peygamberleri veya kutsal kitaplarına hakaret ediyoruz" şeklinde hiçbir zaman şikâyet vaki olmamıştır. Bunun aksine bizler, gün geçmiyor ki onlardan bir hakaret işitmeyelim ve üzülmeyelim. Ve asırlardan beri bu kalp kırmalar sürüp gitmektedir. Onların yazar ve konuşmacıları Peygamberimiz (sav), kutsal kitabımız ile dinimize şiddetli saldırılarda bulunuyorlar. Dünyadaki Müslüman ve Hıristiyan toplumları arasında ilişkilerin bozulmasının en önemli sebeplerinden birisi budur. Böylece aralarında şiddetli nefret doğmaktadır. Üstelik bu haksız propagandanın mutlak sonucu olarak Hıristiyan halkın kalplerinde Müslümanlara karşı nefret ve hakaret duygusu oluşmaktadır. Eğer, Hıristiyanlık mensuplarının bu davranışlarının Müslümanların kalbini kırma ve onlardan nefret etme boyutuna kadar ulaşmaması için nasihatte bulunabilirseniz dünya barışına oldukça büyük katkıda bulunmuş olacaksınız.
Barış ve Sömürgecilik
Misyoner hareketlerinin uzun bir süredir İslam ülkelerinde Hıristiyanlığı yaymak için kullandığı ve halen kullanmakta olduğu metodlar da dünyadaki Müslümanlar için büyük bir şikayet nedeni olagelmiştir. Diğer ülkeler ve toplumlarda ne tür metodlar kullandıkları bizi fazla ilgilendirmiyor ama Müslüman ülke ve toplumlarda bizim deneyimimiz ve gözlemimiz odur ki misyonerler sadece "tebliğ" ile iktifa etmemişlerdir. Bilakis tebliğ sınırlarını aşarak çok çeşitli yollar benimsemişlerdir. Bunlar tebliğden daha çok siyasi baskı, ekonomik tamah ve hırs, ahlâki ve itikâdî yıpratma tanımı içerisinde yer almaktadır ve bu metodları herhangi makul düşünen birisinin dini yaymanın meşru aracı olarak kabul etmesi çok zordur.
Afrika’nın büyük bir bölümünde misyonerler sömürgeci güçlerin yardımı ile Müslümanları eğitimden mahrum bırakmışlar ve Hıristiyanlığı kabul etmeyen veya en azından kendi Müslüman ismini bırakıp Hıristiyan ismini benimsemeyen her bir kişinin yüzüne okullarının kapılarını kapatmışlardır. Bu yolla meydana getirilen nüfuzlu Hıristiyan azınlık, özgürlük çağının gelmesinin ardından, bugün, Müslümanların çoğunlukta olduğu birçok Afrika ülkesinde siyasi, askeri ve ekonomik yönden üstün duruma gelmiştir. Bu Müslüman çoğunluğa sahip Afrika ülkelerine yapılmış bulunan açık bir haksızlık idi. Sudan’da İngiliz sömürge yönetimi yardımıyla misyonerler güney bölgesini kendileri için "güvenli bölge"ye çevirdiler. Bu bölgede eğitim ve tebliğ hakkı sadece Hıristiyan misyonerlere tahsis edildi ve Müslümanlar için tebliğ faaliyeti şurada dursun, başka amaçlarla bile bu bölgeye gitmeleri yasaklandı. Ben bütün bunların hangi delille dinin meşru ve makul yollarla yayılmasını ispat edebileceğini bilemiyorum. Bizim kendi ülkemizdeki misyoner hastaneleri ve okullarında bilinen yöntem şudur: Bunlar Müslüman hastalar ve öğrencilerden akıl almaz ücretler talep etmektedirler. Ancak herhangi fakir birisi Hıristiyanlığı kabul etmeye görsün, ona tedavi ve eğitimde kolaylık sağlanmakta; ya bedava veya göstermelik bir ücret alınmaktadır. Bunun tebliğ olmadığı, bilakis insanların şahsiyeti ve inancının satın alınması olduğu açıktır. Buna ilave olarak, misyoner okulları bizim ülkemizde öyle bir nesil yetiştirmektedir ki bunlar ne Hıristiyanlığı benimsemekte, ne de Müslüman olarak kalmaktadır. Bilakis, kendi ahlâk ve davranışları, dil ve hayat tarzı itibariyle yabancı biri olup çıkmaktadır. Veya dini yönden onun içinde Hıristiyanlık veya İslâm yerine ateistlik ve dinsizlik eğilimleri oluşmaktadır. Acaba makul düşünen birisinin Hıristiyan misyonerlerin bütün bu yapmakta olduklarının dine bir hizmet olduğunu kabul etmesi mümkün olabilir mi? İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, İslâm ülkelerinde genelde bu misyonerlerin yaptıkları dini tebliğ yerine İslam ve Müslüman toplum aleyhine bir tuzak olarak algılanmaktadır. Ben sizden, bütün bu faaliyetlerin akıbeti üzerinde düşünmenizi ve kendi etki ve nüfuzunuzu kullanarak misyoner teşkilatların tebliğ metodunun düzeltilmesi noktasında gayret göstermenizi rica ediyorum.
Barış ve İsrail
Hıristiyan dünyası ile ilgili olarak Müslümanlar genelde, Hıristiyanların İslâm ve Müslümanlar aleyhine şiddetli bir inatlaşma hissine sahip oldukları kanısını taşımaktadırlar. Ve gün geçmemektedir ki bizim bu kanımızı pekiştirecek tecrübeler yaşamamış olalım. Bununla ilgili yaşadığımız en taze tecrübe Arap-İsrail savaşı sürecinde olan hadiselerdir. Bu savaşta İsrail’in elde ettiği başarılar üzerine Avrupa ve Amerika’daki misyoner ülkelerde yapılan kutlamalar tüm dünya Müslümanlarını derinden yaralamıştır. Dolayısıyla, Arapların yenilgisi ve İsrail’in zaferler kazanması üzerine Hıristiyan dünyasında açıktan açığa sevinç gösterileri ve kutlamalar yapılması ve İsrail’in gizleyip saklanmadan himaye edildiğini gören hiç bir Müslüman gösteremezsiniz ki bütün bu yapılanların İslâm ve Müslümanlar aleyhine Hıristiyanların taşıdığı derin inatlaşmanın bir göstergesi olduğunu düşünmeden durabilsin.
Filistin’de İsrail devletinin nasıl kurulduğu, hatta kurdurulduğu, tarihi kimseye gizli değildir. İki bin yıldır Filistin, Arap nüfusun vatanı idi. Bu yüzyılın başında oradaki Yahudi nüfus % 8’den daha fazla değildi. Buna rağmen İngiltere hükümeti burasını Yahudilerin ulusal vatanı olarak kurma kararı verdi ve Cemiyet-i Akvam (Birleşmiş Milletler) bu kararı onamakla kalmayıp, aynı zamanda, İngiltere hükümetine Filistin’in himayesini vererek, İngiltere’ye Yahudi temsilciliğini hükümete düzenli bir şekilde ortak etme direktifini verdi ve böylece bu kararın pratiğe dönüştürülmesine yardımcı oldu. Bundan sonra, tüm dünyadaki Yahudileri getire getire mümkün olan her tür tedbiri alarak onların Filistin’de yaşama süreçlerini başlattı. Öyle ki, 30 sene içerisinde bölgedeki Yahudi nüfusu yüzde otuz üçe kadar ulaştı. Bu öyle aleni bir zulüm idi ki, bu yolla bir ulusun vatanında zorla diğer yabancı bir ulusa vatan kurduruldu. Dahası, bundan daha zalimce bir adım atıldı ve Amerika açıkça baskı yaparak, Yahudilerin bu yapay ulusal vatanının bir Yahudi devletine dönüştürülme kararını Birleşmiş Milletler’den geçirdi. Bu karar uyarınca yüzde 33’lük Yahudi nüfusuna Filistin’in yüzde 55’i, Arapların yüzde 67’lik nüfusuna ise yüzde 45 yüzölçümü tahsis ediliyordu, ancak Yahudiler savaşarak ve zor kullanarak Filistin’in yüzde 77’sine sahip oldular; vurarak, kırarak, öldürüp yağmalayarak yüz binlerce Arabı kendi vatanlarında evsiz bıraktılar. İşte İsrail gerçeği budur. Acaba dünya yüzünde adalet ve iman sahibi bir kimse bu ülkenin tabii ve insaf çerçevesinde kurulmuş meşru bir devlet olduğunu iddia edebilir mi? İsrail’in varlığı en kötü tarafından bir insafsızlıktır. Bundan daha ileri zulüm ise, Yahudilerin Filistin’de sırf zorbalık ve şiddetle elde etmiş oldukları bu sınırlarla kendilerini sınırlı görmemeleridir. Bilakis onlar yıllardır açık bir şekilde "Nil nehrinden Fırat nehrine" kadar tüm bölgenin kendi ulusal vatanları olduğunu dillendirmektedirler. Bunun bir başka anlamı şudur: bu millet, her zaman için tüm bu bölgeyi zorbalıkla ele geçirme ve bu bölgenin asıl unsurlarını zorla yerlerinden yurtlarından ederek dünyanın her tarafına yayılmış bulunan Yahudileri buraya getirip yerleştirme gibi insafsızca bir iradeye sahiptir. Yani bölge hiçbir zaman huzur görmeyecektir. İşte bu insafsızca planın bir bölümü geçtiğimiz temmuz ayında yapılan ani saldırı ile gerçekleştirildi. Bu vesile ile İsrail 26 bin mil kare toprağı gasp etti. Tüm bu yapılan zulümlerin sorumlusu Hıristiyan âlemidir; Hıristiyanlar bir ulusun vatanında başka bir ulusa kendi vatanlarını kurdurmuşlar, bu sunî ulusal vatanı bir devlete dönüştürmüşlerdir. Yine onlar bu insafsız devlete para ve silah yardımı yaparak, bu devleti kendi genişleme planlarını zorla gerçekleştirebilecek derecede güçlendirmişlerdir. Ve şimdi bu devletin yeni elde ettiği başarılar Hıristiyan âleminde bir bayram havası içerisinde kutlanmaktadır. Dolayısıyla acaba siz tüm bu olanlardan sonra, sadece Arapların değil tüm dünya Müslümanları gözünde Hıristiyanların adalete olan saygıları, insanların iyiliğini isteme ve dini inat ve taassuptan uzak olmaları gibi söylemlere herhangi bir inançları kalmış olduğunu söyleyebilir misiniz? Veya siz dünyada güvenlik ve huzuru oluşturmanın sırf bu yoldan geçtiğini mi düşünüyorsunuz? Dolayısıyla Hıristiyan kardeşlerinizi bu tavırlarından dolayı ayıplamak ve onların bu ruhsal kirlenmelerinden arınmaları için çaba göstermek aslında bizim değil de sizin vazifenizdir.
Barış ve Birleşmiş Milletler
Bu konuyla ilgili olarak bizzat sizin tarafınızdan yapılan bir başka haksızlık daha var: Gerçi ben, bunun iyi niyetle yapıldığını düşünüyorum ve sizin büyük ihtimalle bunu aslında bir insafsızlık olarak algılamadığınız kanısını taşıyorum. Kastettiğim husus sizin eski Kudüs’ün (Beytu’l Makdis) uluslararası denetime verilmesi şeklindeki teklifinizdir. Siz büyük ihtimalle bu teklifinizi uluslararası denetim altında bu mukaddes şehrin savaş ve çekişmeden korunacağı düşüncesiyle gündeme getirmektesiniz. Ancak gerçekte, netice olarak bu da bir başka zulüm şeklinde kendini gösterecektir; uluslararası denetimin kontrolünün yapay İsrail devletini kurduran, İsrail’in bugüne kadar ki hiç bir insafsızlığına dur diyemeyen ve olduktan sonra da süreci geri çeviremeyen bir uluslararası yönetimin elinde olacağı açıktır. Eğer bu kutsal şehir böyle bir uluslararası denetime verilirse, aynen Cemiyeti Akvam (Birleşmiş Milletler) himayesi altında İngiltere hükümeti’nin Yahudi göçmenler için Filistin’in kapılarını açmış olduğu gibi, Yahudiler için Kudüs’te yerleşmenin kapıları ardına kadar açılacaktır. Yine aynı şekilde, nasıl ki İngiltere himayesi altında Yahudilere Filistin arazileri peşkeş çekilmişse, aynı şekilde Yahudilerin Kudüs’te arazi ve bina satın almaları yolundaki tüm engeller kalkacaktır. Böylece kısa bir süre içerisinde bu kutsal şehir fiili olarak da bir Yahudi şehrine dönüşecektir ve bu şehir kalplerinde ne Hıristiyanlık kutsallarına ve ne de Müslümanlık kutsallarına saygı duyan Yahudilerin eline geçecektir. Mesajınıza cevap verirken yazımı uzatmam ve açık sözlülüğümden dolayı özür dilerim. Ancak, ben, barış ortamının oluşturulması yolundaki asıl engellerin neler olduğu ve bunların fiili olarak ortadan kaldırılması için neler yapılması gerektiği hususundaki görüşlerimi sizinle paylaşmayı üzerime bir vecibe olarak görüyordum. Bununla birlikte tekrar ifade etmek isterim ki, eğer dünya barışı ile ilgili İslâm âlemi tarafından engel oluşturulduğu düşünülen bir husus varsa bizimle paylaşınız: Biz, hem İslâm âlemi üzerinde var olan az çok etkimizi bu gibi engelleri kaldırmak için kullanırız ve hem de diğer İslam âlemi liderlerinin dikkatini bu hususa çekeriz.
İSTİKBAL İSLAMINDIR..!