Metalaşma...

Ebu Zerr

New member
Sosyal bir yıkımın adıdır metalaşma(commoditization). Kalabalıklar “şey”leşmeye mahkûmdur orada. Ademi yapı tasfiye edilir.

“Madem ki gayesi yok henüz insanlığın, kendisi de yok insanlığın henüz…”


F. Nietzsche


Sosyal bir yıkımın adıdır metalaşma(commoditization). Kalabalıklar “şey”leşmeye mahkûmdur orada. Ademi yapı tasfiye edilir. Metalaşma hüküm sürer. “Vicdan” talan edilmiştir. Ki kalabalıkların lüksü haline gelir vicdan. Kalabalıklar sanıldığı kadar masum değildir. Kapitalizmin tornasından geçmiş sözde bir insanlık terbiyesi “etik” kisvesi altında sunulur yığınlara. Milyar dolarlık ortak paydalar altında yeni bir tanrıcıklaşma kültürü peydahlanmıştır artık. Her şey “kâr” etme vasıtasıdır. Küçük tanrıcıkların cennetinde tek belirleyici unsur “piyasa değerleri” dir. Hükmü orası verir, geriye kalan her ne varsa bir teferruattan ibarettir…


Yapay bir cennet edinme durumu gözlemliyoruz… Önce sanayi yollu bir çığır açıldı. Sonra bir somun ekmeğe kadar mevcut bozulma zuhur etti. Hortlamış olan ticarileşme, kültürden eğitime bir ahtapot gibi çok yönlü uzantılarını teşhir etti. Ademoğlu etoğluydu artık. Ve özgüleştikçe(bir zannetme hali!) köleleşen kalabalıklar…


Alınır satılır bir vaziyetin tecellisinden doğmuştur metalaşma. Bir “kıskaç” haline gelen metalaşma(bir diğer adıyla sermaye malı), hızını neo-liberal küreselleşmeden (algılanan gerçeğin dışına taşmış hali ile) alarak, sınırsız bir güzergâh doğrultusunda hareket ediyor ve “var oluş” şiarına taarruz ederek, kalabalıklara ahlaksız bir dönüşüm yaşatıyor. Mevcut pazarın belirleyici unsuru olarak karşımızda yüzsüz ve utanmaz bir şekilde durması/durabilmesi, globalleşmişlikten aldığı dünyevi bir güçten kaynaklı olsa gerek. Her şeye bir fiyat biçiliyor: Rakamlaşıyoruz! İlkelleştikçe, modernleştiğimizi zannediyoruz. Kalabalıkların direnci kırılıyor. Çünkü kapitalist bir ilke haline gelmiş “büyük balık” ve “altta kalanın ezilme” durumuna dünden razı yaşıyoruz…


Biz, her geçen gün birbirimizden farklılaştığımızı zannediyoruz. Mevcut bir farklılaşma yaşanıyor zannedilse de, dünyevi bir tek tipleşmeye doğru gidiyoruz. Meselenin tehlikeli boyutu da şudur: Her şey “ticari bir meta” haline geliyor. Bu mevcut ticari piyasanın değersizleşmiş değerleriyle “varlık” landığımızı zannediyoruz. Varlığın varlık hususundaki ölçüsü merâk konusu... Metalaşmanın bir diğer getirisi ise, sözde bir “kozmopolitleşme”dir.


Modern bir kültürel küresel kimliğe gebeyiz! “Sosyal şizofreni” hortluyor. Celladımızı muzip bir gülümsemeyle selâmlıyoruz… Sırf mevcut çağa ayak uydurmak/uydurabilmek adına, “alınıp satılan şeyler” haline geldiğimizin farkında mıyız? Bu tehlikeli değişimin/dönüşümün istikbâl adına hayırlı bir getirisi mümkün müdür? Bu deli gömleğimizle toplu bir intiharın eşiğinde, kapitalist bir gürültü eşliğinde ölümü bekleyenlerden olmamak için ne yapmalı? Meselemizde bu değil zaten…


Metalaşmanın köşe bucak zuhur ettiği diyarda, ideolojik kamplar ve zıt kutuplar bir formaliteden ibarettir. Suni, yapay ve sanal kavgalara aldanmamak gereklidir, zira orada mevcut menfaat ve çıkar her şeyi bir anda tekleştirir… Orada ahlak, estetik, fikir kaygısı aranmamalıdır…



Mevcut düzeni, bu “kalpsiz ideoloji”yi, “dizginsiz bir canavar”a benzeterek, onun hürriyetini, “hür bir kümeste bir tilki hürriyeti” olarak adlandırıyor Cemil Meriç.


Bu kapitalist yağmanın köşemize bucağımıza dallanıp budaklandığını da görmüyoruz kimi zaman. Acımız, tasamız, kaygımız, buhranımız değişiyor halbuki. Bu yağma, talan, vurgun düzeninin getirileri oluyor elbette. “Sosyal adalet” devre dışı kalıyor. “Toplumsal eşitsizlik” her geçen daha çok vahşileşiyor. “Yoksulluk” söz konusu bile edilmiyor; edilse bile hamasi kürsü nutuklarından öteye gidemeyen söylemlerin mahkûmu oluyoruz. “Ekolojik denge” sarsılıyor/sarsılmak isteniyor, “ekolojik bir yıkım” başlıyor. “Sömürgecilik” modern hal ve vaziyetleriyle bazen kukla, bazen kuklacı oluyor. “Kültürel bir erozyon” tüm şiddetiyle devam ediyor…


Hepimiz aynı sancının çocuklarıyız halbuki. Suçlu gözlerin suçlularıyız: Sizi gidi az gelişmişler sizi, sizi gibi üçüncü dünyanın üçüncü sınıf kalabalıkları sizi… Bu ülkede, bu topraklarda, bu coğrafyada, gelişmişliğin ölçüsünde sakat ve kusurlu tarifler yapılmıştır. Ham yobazlıkla eşanlamlı kullanılır olmuş bir “manevi kalkınma” nın üveyleştirildiği bir ülkede, “maddi kalkınma”, tapılası bir put vaziyeti edinmiştir. Kâh batılılaşmayla, kâh demokrasi ile, kâh özgürlükle tokatlanıp, kırbaçlanmıştır bu halk. Mefhûmların adını koymakta yaşadığımız türlü zorluklar, zamanla türlü karmaşıklıklara da gebe bırakılmıştır. Müşterek mefhûmlarda birleşmek, bütünleşebilmek, tekleşmek bir mecburiyet değil de, nedir… “Biz”den olanın müdafaası boyunlara borç değil midir?


Bu Avrupaî tarz, “hadi gidelim” cilikle sonuçlanmaya mahkûmdur. Bu ezilmişlik psikolojisi, bu kıstassız ve kaidesiz hayranlığın alamet-i fahrikası, ilk fırsatta firar etmeye gebedir her halükârda. Göz, önce bakar, sonra görmeye çalışır. Görebilen göz için, beğenebileceği bir şey mutlaka vardır. Lakin o göz, görmez istemiyor ise, durum farklıdır artık. Çünkü şartlanma başlar orada. Bu mevcut şartlanma esnasında, tutunulacak ip Allah’ın ipi değil, dışarının batıl ve beşer ipidir. “Avrupa sermayedarlığının geceli gündüzlü çalıştırdığı iki kölesinden biri garp’ın amelesi ise, diğeri de şark’ın bütün ahalisidir” der Yusuf Akçura.


Farkında mıyız: Kitle iletişim araçları, kitlelerin iletişiminden, kitlelerin bilgilendirilmesinden ziyade, ideolojik bir sömürge vasıtası olarak kullanılıyor.


Nabi Avcı, Kitle Kültürü/Enformatik Cehalet adlı eserinde aktarıyor: “İsveç parlamentosunun bir kadın üyesinin güzel bir sözü var: ‘Eğer’, diyor bu kadın parlamenter, Karl Marx bugün yaşasaydı Das Kapital’i (Sermaye) değil, Die Information’u (Enfermasyon) yazardı…”


Unutmayalım ve görmezlikten gelmeyelim: Mevcut popüler kültürün bir getirisidir metalaşma. Ruh ikizidir onlar. Birbirlerini tamamlarlar. Erol Güngör, Tanzimatla birlikte “kopya bir toplum”un inşa edildiğine işaret ederek, “kültürel dengenin iyi bir şekilde sağlanamaması” sonucuna bağlıyor mevzuyu. Atilla İlhan’a göre Tanzimat, Tanzimat-ı Hayriye değil, İngiliz uydulu Tanzimat-ı Şeriyye’dir: Osmanları halkları, medeni haklar ile, medeni dünya ile, hürriyet ile kandırılmıştır!..


Şüphesiz toplumlararası alışverişin elverişli olduğu bir küre-i arz içerisindeyiz. Her nimetin bir külfeti var ise, bu yüklü külfeti en aza indirmek gerekmiyor mu? Atilla İlhan, bu taklit ve yabancılaşmayı “uşaklığın zirvesi” olarak görüyor.


Batılı bir aydın olan Albert Camus ise, içinde yaşadığı kalabalığı şöyle tariflendiriyor: “Makinelerin çalışmasından gurur duyan, insanların düşünmesinden kuşku duyan bireyler haline geldik.” İşte bu makineleşme tehlikesinin tezahürüdür metalaşma. Yine batı toplumunun içinde yetişen bir edebiyatçı, Franz Kafka ise, yabancılaşmayı, bir tür böcekleşme idrak ediyor. Bu böcekleşmenin getirileri var elbet: Şizofreni bir yalnızlık! Ya da kendince bir özgürlük alameti…


Beyinlerimize fütûrsuz bir dünyevilik depolanıyor. Bu depolanma esnasında, tuhaf bir dönüşüm yaşıyor beyinler. İnsanlıktan çıkma anı, bu vahşi sisteme giriş anı ile aynı güzergâhı paylaşıyor. Batının getirilerini benliğimizde ve dönüşüme uğramış ruhumuzun yapay derinliklerinde yaşıyoruz. Vasıtaların amaçlarla karman çorman olması da, bu güzergâhın fitnelerinden biridir elbet!


Bir Türk Sosyal Bilimci diyor ya hani; “Hayal gücümüzün üzerindeki sansürü kaldırılması gereklidir” diye… Mevcut sansür artık hayallerimizi, ideallerimizi, mefkûrelerimizi, ütopyalarımızı silip süpürüyor. Direnç göstermek, bir enayilik, bir meczupluk olarak algılanıyor. Çünkü her şeyin merkez noktasına meta, madde ve materyal konulmuş durumda. Erol Göka’nın deyimiyle, “pop psikolojisi ortalığı işgal etmiştir.”


Lümpen bir tüketiciliğin hâkim olduğu diyarda, elbette ki yaşamlar gündelikleşiyor. Ruhlar bocalıyor her daim. Günlük düşünen ruhlar karnavalına dönüyor kalabalıklar. Sonra yığınlaşma başlıyor. Bu günlük düşünen beyinlerden, istikbâl adına, medeniyet adına, ati adına, yeni ufuklar adına, derin düşünce adına ne beklenebilir ki…


Ey okuyucu, ey ahali; ütopyalarımız, ideallerimiz, mefkûrelerimiz tehlike altındadır. Neo-kapitalizmanın cellatları tarafından idealistlerimiz tasfiye edilmektedir. Bu insan sürümlü ve insan görünümlü vahşilerin gündüz porsiyonu olmamak için, bu buhranlı gidişat karşısında, Budha’nın bir sözü gelir akla: “Bir tek hedef üzerinde toplanan ruh kuvveti pek büyüktür, harikalar başarır.”


Mesele, ruhsuzlaşma meselesidir esasen. Herkes ayrı bir tanrı edinmiyor mu? Neye iman ettiğimiz hususunda bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha düşünmeliyiz. İçimizdeki putların esiri, kölesi, marabası olmamak adına bunu yapmalıyız. “Beden, ruhun elbisesine benzer. Bu el de ruhun elinin yeridir, bu ayak da ruhun ayağına giydiği mesttir” der Mevlana Hazretleri. , Nurettin Topçu’nun infial ve titreyiş yaşatan şu sözünü bir kez daha anımsayalım: “Dünyasına isyan etmeyen ruh, Allah’a teslim olmamıştır.”


Küre-i arz, küçük tanrıcıkların cenneti olmuş durumda. İlahi vasıflar biçiliyor onlara. Çoğu kez farkında bile olmuyoruz. Vatan, kapitalist bir mağazaya dönüyor. Küresel dünya ile söz edilen, küresel kasaba vaziyeti ise, bunun ileriki zamanlardaki adı, elektronik şehirlerdir. Teknoloji, batının emperyal argümanlarından/silahlarından biri haline geliyor.


Düzen ile baş etmenin farklı bir yolu yok, alternatifi yok… familyasından cümleciklerin esiri de olmuyoruz değil. Bu çaresizleşme şırıngası bize pahalıya mâl olacağa benziyor. Tepkisizleşmeye de meyilli bireyler haline geliyoruz. Düzenin kapıkulları olmayla sonuçlanacak hayatların esirliğine adayız hepimiz. Kapitalist bir propaganda zuhur ediyor! Düzeni germekten/gerebilmekten bahsetmek, Don Kişot’çuluk oluyor. İdealistlerini yitiriyor topraklarımız. Rüzgâr esiyor ve istikâmetine koşuyoruz…


Onlarsız yapamayacağımız pek sevgili düşmanlarımızda bunun farkında: Metalaşma güzergâhında sosyal bir yıkım yaşıyoruz cümleten… Maksat yalnızca günü kurtarmak ise, bu kurtarma eyleminin, bizi duyarsızlığa, mefkûresizliğe ve vurdumduymazlığa götüreceği gerçeğini de unutmamamız gerekiyor. Bu çetin yol güzergâhında, normal ve doğal olan korkularımız, kaygılarımız şeytanlaştırılıyor, aşağılanıyor; ve ötekileştirme operasyonu için o meşhur düğmelere basılıyor belki de…


Ali Şeriati’nin, Kapitalizm’in Rasyonelleşmesi başlıklı yazısında(aliseriati.com) işaret ettiği üzere: “Kapitalistler bile söz konusu tüm sorunlardan haberdardır. Artık kapitalist eskiden olduğu gibi aptalca para istifleyen biri değildir. Kapitalistler artık sosyolog, felsefeci, bilim adamı ve hatta çok iyi tanınan Marxist/Sosyalist uzmanları da çalıştırabilmektedirler. Kapitalistler varlıklarına yönelmiş tehlikelerden tümüyle haberdar edildiklerinde tüm güçlerini zorunlu tarihi seyri değiştirmek için harekete geçireceklerdir.”


Ey ahali! Başımıza ne geliyorsa, gün kurtarma telâşesinden geliyor. Güne uyarlanmış, rotasını kaybetmiş, dışarıya güdümlenmiş bir hayattan ciddi anlamda bir mesele üzerine tenkit ve tahlil beklemek abesle iştigal değil mi? Türk/Türkiye jeopolitiğinin hedefleri hususunda dahi kendi bakış açılarımız hafife alınıp, bay Bush’lu bir dünya haritasının elverişsizliği yönünde örtülü propagandaların kölesi oluyor.


Nereye bağlı ve bağımlı iseniz, oranınsınız! Kuşaklarımız her dönem ithal bir projenin kıskacına maruz bırakıldı. Başkalarının jeopolitik haritaları dahilinde, oyunun kurucu unsurunu ve senaristini görmekten ziyade, suni gündemlerle ve yapay kavramlarla birbirimizi kemirmekten başka ne yapmışızdır… Siyasetler ve duruşlar, savunmaya yönelik bir hal almadı mı? Bu durgunluk, devre dışı bırakılmış bir medeniyetin ziyan olmaya meylettiğine işarettir. Bu stratejik ortaklarla, bu mevcut müttefiklerle, alınıp satılan bir meta olmaktan kurtulamayacağımızı bilmemiz gerekiyor. Çözüm, o rotadadır, o rota ayarındadır.


İnişli çıkışlı serüvenimiz devam ediyor. Meselesiz, gerçeksiz, davasız ve kavgasız bir ruh halinin, istikbâl adına kürsü naraları savurarak, “yedi düvel”le çarpıştık hamasetiyle beslenmesi, dünyevi bir fantezi olmaktan öteye de gidemiyor.


Merhum Said Halim Paşamızın çığlıkları da buhranlarımızın değişmediğine işaret ediyor: “Bütün varlığımızla taklide koyulduk. Bunu o kadar başardık ki, inancı, his ve ananesi, ilim ve fenni tamamen taklitten ibaret, sahte bir dünya kurabildik. Şimdi artık dışa parlak, ama aslında ölüm getiren arzu ve hayaller içinde, mest ve müstağrak yaşayıp durmaktayız.”


Şöyle bir hakikat mevcuttur: Verdiğimiz açık ve boşluk doldurulmuştur. Tarihin seyri de bu doğrultudadır. Tabiatın kanunları işlemiştir. İstilayı ve işgali yalnızca topla/tüfekle idrak etmiş olanlar, bu kültürel istilayı görmekten/görebilmekten kaçınmışlardır. Kurtuluşumuz, şikayet ve tenkitlerimizde saklıdır!


Anadolu’nun var oluş ruhuna aykırı olsa da, mevcut modern dünya, paylaşımı ret etmiştir. Egoizmi ve Hedoizmi merkez noktasına yerleştirmiş bir bireysellik/fertçilik çılgınlığı başlamıştır. Toplumcu düşünmek, “bey bizim oğlan anarşit olmuş” korkularına maruz bırakılmıştır. Estetik fukaralığı hortlamış, estetik bir ahlak hiç edilmiş, hükümsüzleştirilmiştir.


Metalaşmanın getirisi olan, rayından çıkmış, korkunç korkular mevcuttur: Aç kalma korkusu, sermaye edinememe korkusu, piyasaya dahil olamama korkusu, yeterince tüketememe korkusu ve kazanç edinememe korkusu… (“…insanın ne kadar açsa aynı ölçüde 'tokmuş gibi yapma'sı da varoluşsal bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor ki, insanın aslında açken sanki tokmuş gibi davranması pazarda para eder -aynı bir somunu gerçekte tok değil de aç olduğunu gösterdiğinde ödeyecek olduğundan daha düşük bir bedel karşılığında elde etmesine imkan veren- bir varoluş tarzı olduğu ölçüde ve burada varolan kendi dışındaki bir nesne değil, doğrudan doğruya kendisi olduğuna göre, kendisi metalaşmış/yaşayabilmek için kendi kendisini kendi elleriyle metalaştırmış oluyor…” Kadir Cangızbay/Bir Gün/ 31.05.2005) Bu korkular zamanla ve emperyal efendilerin haritaları değiştikçe, insanı, insani yapısına ve oluş sırrına yabancılaştıracaktır!.. Ve kaçınılmaz sonla noktalanır bu korkuların eyleme dönük yüzü: Metalaşma! Beden metadır, emek gücü metadır; ruh metanın sosyal kırbaçlarına maruz kaldığından, modern bir köle ve koloni vaziyeti edinmiştir. Ve kalabalıkların tek tipleşmesi başlar artık: Kumanda, küresel lordların elindedir. Kalabalıklar meta fetişizmine tutulur…


Ne diyor Pir Sultan:


“Pir Sultan Abdal’ım dünya kovandır

Gitti adil beyler kalan avamdır

Muhammet divanı ulu divandır

Kalsın benim davam divana kalsın”


Lehu’l Mülk…


“Hazreti Muhammed’in böylesi bir vahşet ortamında insanoğlunun haysiyet ve şerefini kurtarmak amacıyla lehul’l mülk şiarını öne çıkardığını görüyoruz. Yani mülkü, insanları köleleştirme, çıkar ve menfaat aracı haline getiren, malı, mülkü altına yegane değer olarak gören, her şeyin bir fiyatı olduğunu, her şeyi bununla satın alabileceğini sanan mülkten başka bir değer tanımayan Mekkeli kabile ağalarına hiç hoşlarına gitmeyecek bu çarpıcı sözle karşı çıktığını görüyoruz: Lehu’l Mülk!” / Mülk Allah’ındır. (İhsan Eliaçık / Yarın / Yıl: 3 / Sayı: 33)
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks