Medînetün-Nebî ve Medîne Vesîkası
Medîne-i Münevvere, Mekke-i Mükerremenin kuzeyinde, üç tarafı dağlarla çevrili, güneyi ovalık bir şehirdir. Ziraate müsâit toprağı, temiz ve güzel havası, bol hurma bahçeleriyle yemyeşil bir belde-i tayyibedir.
Rasûlullâh Efendimizin hicreti esnâsında Medînede Evs ve Hazrec adlı iki Arap kabîlesi ile Kaynukâ, Nadîr ve Kurayzaoğulları adlı üç yahûdî kabîlesi mevcuttu. Arap kabîleleri buraya Seylül-Arim denilen sel felâketinin akabinde Yemenden; yahûdîler ise Romalıların işgal, baskı ve tahriplerinden sonra Kudüsten gelmişlerdi.
Zamanla Araplar ile yahûdîlerin arası açılmış, netîcede Araplar yahûdîleri mağlûb ederek Medînede hâkim duruma gelmişlerdi. Fakat bir müddet sonra yahûdîlerin entrikaları ile bu iki kardeş kabîle birbirlerine düşerek senelerce harp ettiler. Bu harplerin sonuncusu Buâs Harbidir. Fâsılalarla tam 120 sene devâm eden ve Hicretten takrîben 5 yıl evvel nihâyete eren bu savaşta her iki taraf da büyük kayıplar vererek zayıf düşmüştü. Bu sebeple Hicret esnâsında yahûdîler, bilhassa iktisâdî bakımdan Medînenin hâkimi durumundaydılar.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in Medîneye teşrîfi ile Allâhın lutfu sâyesinde bu iki kardeş kabîle arasındaki kin ve düşmanlık sona erdi.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
Hicretten sonra Mekkeli müşrikler, müslümanların Medînede yerleşip güçlenmelerine mânî olmak için Medîneli müşriklere ve yahûdîlere tehdit ve tahrik mektupları göndermişlerdi. Nitekim bir mektupta Abdullâh bin Übey ile Evs ve Hazrecden onunla birlikte olan müşrikleri şöyle tehdit ettiler:
Siz bizim adamımızı yanınızda barındırıyorsunuz. Ya Onu öldürürsünüz, ya da yurdunuzdan çıkarırsınız! Aksi takdirde bütün Arap toplulukları ile birlikte üzerinize yürür, sizin savaşanlarınızı öldürür, kadınlarınızı kendimize helâl kılarız!
Bunun üzerine Abdullâh bin Übey ve onunla birlikte hareket eden Medîneli müşrikler, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- ile çarpışmak üzere bir araya geldiler. Bunu haber alan Allâh Rasûlü, onların yanına gitti ve:
Herhâlde Kureyşlilerin tehdidi size çok tesir etmiş. Onların size vereceği zarar, sizin bizimle çarpışarak kendinize vereceğiniz zarardan daha fazla değildir! Demek siz, kendi öz oğullarınız ve kardeşlerinizle çarpışmak, onları öldürmek istiyorsunuz?! buyurdu. Bunun üzerine onlar dağılıp gittiler. (Ebû Dâvûd, Harâc, 22-23/3004; Abdürrezzâk, V, 358-359)
Mekkeli müşriklerin bu tehdit ve tahrikleri netîcesiz kalmıştı. Diğer taraftan istekleri yerine getirilmeyen Kureyşin Medîneye umûmî bir baskın yapması ve orada müslüman, müşrik ve yahûdî ayırmadan bütün halkı katletmesi imkân dâhilindeydi. Bu müşterek tehlike, müslüman olmayan Medînelilerin de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-e yaklaşmalarına ve Onun liderliği etrâfında toplanmalarına vesîle oldu.
Bunun dışında öteden beri Evsliler, Hazrecliler ve yahûdîlerden her biri, kendi cemaatlerinin Medînede yegâne söz sâhibi olması arzusunda idiler. Meselâ Hazrecliler, liderleri Abdullâh bin Übeyi Medîne hükümdârı yapmak üzere hazırlanmışlardı. Hâlbuki ne Evsliler bir Hazrecliyi, ne Hazrecliler bir Evsliyi hükümdar olarak kabûl etme taraftârı değillerdi. Bu sebeple Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün Medîneliler için birleştirici bir isim olmuştu.
Bu şartlar dâhilinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medînenin idâresini üzerine aldı. Muâhât denilen Ensâr-Muhâcir kardeşliği ile müslümanlar arasındaki cemiyet nizâmını tesis eden Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vakit geçirmeden Medînede yaşayan yahûdîleri de yazılı bir metinle vatandaş kabûl etti ve Medîne Şehir Devletinin bir nevî anayasası olacak bâzı esaslar ortaya koydu. Medîne Vesîkası adı verilen ve İslâm Devletinin kuruluşunun resmî bir tescîli durumunda olan bu belgenin bâzı umdeleri şunlardı:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1. Kureyşli ve Yesribli (Medîneli) müminler ile onlara tâbî ve dâhil olanlar ve onlarla birlikte cihâd edenler -diğer insanlardan ayrı- bir ümmettir.
2. Bozgunculuk ve tecâvüz yapılmayacaktır. Takvâ sâhibi müminler, içlerinden azgınlık eden, zulüm ve haksızlık yapmak isteyen, günah işleyen, düşmanlık eden ve müminler arasında karışıklık çıkaran kimseye karşı hep birlikte cephe alacaklar ve -o kendilerinden birinin evlâdı bile olsa- hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.
3. Cinâyet işlenmeyecek, işlendiği takdirde Muhâcirler ve Medînedeki her âile, kan diyetlerini aralarında müştereken örfe göre ödeyeceklerdir. Her zümre, esirlerinin kurtuluş akçelerini de -müminler arasında mâlum olan âdil esaslar dâiresinde- müştereken ödeyeceklerdir.
4. Müminler, borçlu ve âile efrâdı kalabalık olanları kendi hâllerine bırakmayarak onların kurtuluş akçelerini veya kan diyetlerini -aralarında mâlum olan âdil esaslar dâiresinde- ödeyeceklerdir.
5. Medîne içinde ve dışında güvenlik sağlanacaktır. Medîneden çıkan da Medînede oturan da emniyette bulunacaktır. Bir zulüm veya suç işleyen kimse bundan müstesnâdır.
6. Yahûdîler dîn hürriyetine sâhip olacaklardır. Yahûdîler kendi dinlerinde, müslümanlar da kendi dinlerinde olacaklardır. Bize tâbî olan yahûdîler de hiçbir zulme uğramaksızın ve aleyhlerinde bir ittifak olmaksızın yardım göreceklerdir. Herhangi bir harp çıkarsa, taraflar birbirine yardım edeceklerdir. Yahûdîler, müminlerin yanında savaşa devâm ettikleri müddetçe, savaş masraflarına katılacaklardır.
7. İki taraf da müşrikleri himâye etmeyecektir. Ne Kureyşliler, ne de onlara yardım edenler, hiçbir sûrette himâye olunmayacaktır.
8. Medîne içinde harp yasaktır. Yesrib Vâdisinin içerisi, bu sahîfe sâhipleri için harâm (yâni dokunulmaz) bir bölgedir. Dışarıdan bir saldırı olursa, taraflar bölgelerini koruyacaklardır. Bir tarafın yaptığı sulhu diğer taraf da kabûl edecektir. (Savaş hâlinde) yahûdîlerin masrafları kendilerine, müslümanların masrafları da kendilerine âit olacaktır. Şu kadar ki, onlar bu sahîfe sâhiplerine harp açanlara karşı aralarında yardımlaşacaklar ve birbirlerine karşı kötülük yerine nasihat, hayırhâhlık ve iyilik esas olacaktır. Hiç kimse, müttefikine kötülük yapmayacak, mazluma mutlakâ yardım edilecektir.
9. Anlaşmazlık çıkarsa, mesele Allâh ve Rasûlüne arz edilecek, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in verdiği hükme riâyet edilecektir.
10. Allâhın ahdi ve teminâtı birdir (aynı seviyededir); onların en hakir görülenlerine bile şâmildir. Çünkü müminler diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı, yâni müttefik ve dostudur.
11. Onlardan (yahûdîlerden) hiçbir kimse, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in izni olmadan askerî bir sefere çıkamayacaktır.
Şüphe yok ki Allâh Teâlâ bu sahîfedekilere riâyetsizlikten son derecede sakınan, doğruluğu ve iyiliği şiâr edinen kimselerden râzı olur. Bu yazı, bir zâlimi ve suçluyu cezâlandırmaya aslâ mânî olmayacaktır.
Allâh iyilik yapan ve kötülüklerden sakınan kimseleri himâye eder. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allâhın Rasûlüdür. (İbn-i Hişâm, II, 119-123; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 263-264; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 57-64)
Bu maddelerin cemiyette İslâm hükümlerinin tatbîk edilmesi için lâzım gelen esaslar olduğu gâyet açıktır.
Bir vatandaşlık antlaşması olan Medîne Vesîkası, İslâmın muâmelâtı olmayan bir dîn olduğu, kânun ve hüküm koymayıp, yalnızca ibâdetleri düzenlediği yönündeki bâtıl iddiâlara en katî bir cevaptır.
Medîne Vesîkası, siyâsî, iktisâdî, ictimâî ve dînî muhtevâsıyla çok yönlülük arz eden bir antlaşma hüviyetindedir. Bu vesîka, müslümanların birliğini sağlayan yegâne unsurun İslâm olduğunu, onların birbirleriyle yardımlaşmaları, aralarında adâlet ve eşitliği gözetmeleri ve herhangi bir ihtilâf zuhûrunda Allâha ve Rasûlüne mürâcaat etmeleri gerektiğini ortaya koymaktadır.
Vesîka, Araplar arasında mevcut olan kabîle asabiyetini, adâleti gözetme prensibiyle tahdit ve tanzîm etmiş, haksızlık yapan bir kimsenin akrabâ dahî olsa cezâlandırılmasını emretmiştir.
Bu antlaşma, yahûdîlere mülk edinme ve dîn hürriyeti vermesi hasebiyle Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in onlara karşı muâmelesindeki hârikulâde adâletin bir vesîkasıdır. Şâyet yahûdîler kendi elleriyle bozmamış olsalardı, müslümanlarla aralarındaki bu âdil antlaşma devâm edecekti.
Medîne-i Münevvere, Mekke-i Mükerremenin kuzeyinde, üç tarafı dağlarla çevrili, güneyi ovalık bir şehirdir. Ziraate müsâit toprağı, temiz ve güzel havası, bol hurma bahçeleriyle yemyeşil bir belde-i tayyibedir.
Rasûlullâh Efendimizin hicreti esnâsında Medînede Evs ve Hazrec adlı iki Arap kabîlesi ile Kaynukâ, Nadîr ve Kurayzaoğulları adlı üç yahûdî kabîlesi mevcuttu. Arap kabîleleri buraya Seylül-Arim denilen sel felâketinin akabinde Yemenden; yahûdîler ise Romalıların işgal, baskı ve tahriplerinden sonra Kudüsten gelmişlerdi.
Zamanla Araplar ile yahûdîlerin arası açılmış, netîcede Araplar yahûdîleri mağlûb ederek Medînede hâkim duruma gelmişlerdi. Fakat bir müddet sonra yahûdîlerin entrikaları ile bu iki kardeş kabîle birbirlerine düşerek senelerce harp ettiler. Bu harplerin sonuncusu Buâs Harbidir. Fâsılalarla tam 120 sene devâm eden ve Hicretten takrîben 5 yıl evvel nihâyete eren bu savaşta her iki taraf da büyük kayıplar vererek zayıf düşmüştü. Bu sebeple Hicret esnâsında yahûdîler, bilhassa iktisâdî bakımdan Medînenin hâkimi durumundaydılar.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in Medîneye teşrîfi ile Allâhın lutfu sâyesinde bu iki kardeş kabîle arasındaki kin ve düşmanlık sona erdi.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Hep birlikte Allâhın ipine (kitâbına, dînine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allâhın üzerinizdeki nîmetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalblerinizi birleştirmişti. İşte Onun bu nîmeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allâh, doğru yola eresiniz diye âyetlerini size böyle apaçık bildiriyor. (Âl-i İmrân, 103)Hicretten sonra Mekkeli müşrikler, müslümanların Medînede yerleşip güçlenmelerine mânî olmak için Medîneli müşriklere ve yahûdîlere tehdit ve tahrik mektupları göndermişlerdi. Nitekim bir mektupta Abdullâh bin Übey ile Evs ve Hazrecden onunla birlikte olan müşrikleri şöyle tehdit ettiler:
Siz bizim adamımızı yanınızda barındırıyorsunuz. Ya Onu öldürürsünüz, ya da yurdunuzdan çıkarırsınız! Aksi takdirde bütün Arap toplulukları ile birlikte üzerinize yürür, sizin savaşanlarınızı öldürür, kadınlarınızı kendimize helâl kılarız!
Bunun üzerine Abdullâh bin Übey ve onunla birlikte hareket eden Medîneli müşrikler, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- ile çarpışmak üzere bir araya geldiler. Bunu haber alan Allâh Rasûlü, onların yanına gitti ve:
Herhâlde Kureyşlilerin tehdidi size çok tesir etmiş. Onların size vereceği zarar, sizin bizimle çarpışarak kendinize vereceğiniz zarardan daha fazla değildir! Demek siz, kendi öz oğullarınız ve kardeşlerinizle çarpışmak, onları öldürmek istiyorsunuz?! buyurdu. Bunun üzerine onlar dağılıp gittiler. (Ebû Dâvûd, Harâc, 22-23/3004; Abdürrezzâk, V, 358-359)
Mekkeli müşriklerin bu tehdit ve tahrikleri netîcesiz kalmıştı. Diğer taraftan istekleri yerine getirilmeyen Kureyşin Medîneye umûmî bir baskın yapması ve orada müslüman, müşrik ve yahûdî ayırmadan bütün halkı katletmesi imkân dâhilindeydi. Bu müşterek tehlike, müslüman olmayan Medînelilerin de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-e yaklaşmalarına ve Onun liderliği etrâfında toplanmalarına vesîle oldu.
Bunun dışında öteden beri Evsliler, Hazrecliler ve yahûdîlerden her biri, kendi cemaatlerinin Medînede yegâne söz sâhibi olması arzusunda idiler. Meselâ Hazrecliler, liderleri Abdullâh bin Übeyi Medîne hükümdârı yapmak üzere hazırlanmışlardı. Hâlbuki ne Evsliler bir Hazrecliyi, ne Hazrecliler bir Evsliyi hükümdar olarak kabûl etme taraftârı değillerdi. Bu sebeple Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün Medîneliler için birleştirici bir isim olmuştu.
Bu şartlar dâhilinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medînenin idâresini üzerine aldı. Muâhât denilen Ensâr-Muhâcir kardeşliği ile müslümanlar arasındaki cemiyet nizâmını tesis eden Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vakit geçirmeden Medînede yaşayan yahûdîleri de yazılı bir metinle vatandaş kabûl etti ve Medîne Şehir Devletinin bir nevî anayasası olacak bâzı esaslar ortaya koydu. Medîne Vesîkası adı verilen ve İslâm Devletinin kuruluşunun resmî bir tescîli durumunda olan bu belgenin bâzı umdeleri şunlardı:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1. Kureyşli ve Yesribli (Medîneli) müminler ile onlara tâbî ve dâhil olanlar ve onlarla birlikte cihâd edenler -diğer insanlardan ayrı- bir ümmettir.
2. Bozgunculuk ve tecâvüz yapılmayacaktır. Takvâ sâhibi müminler, içlerinden azgınlık eden, zulüm ve haksızlık yapmak isteyen, günah işleyen, düşmanlık eden ve müminler arasında karışıklık çıkaran kimseye karşı hep birlikte cephe alacaklar ve -o kendilerinden birinin evlâdı bile olsa- hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.
3. Cinâyet işlenmeyecek, işlendiği takdirde Muhâcirler ve Medînedeki her âile, kan diyetlerini aralarında müştereken örfe göre ödeyeceklerdir. Her zümre, esirlerinin kurtuluş akçelerini de -müminler arasında mâlum olan âdil esaslar dâiresinde- müştereken ödeyeceklerdir.
4. Müminler, borçlu ve âile efrâdı kalabalık olanları kendi hâllerine bırakmayarak onların kurtuluş akçelerini veya kan diyetlerini -aralarında mâlum olan âdil esaslar dâiresinde- ödeyeceklerdir.
5. Medîne içinde ve dışında güvenlik sağlanacaktır. Medîneden çıkan da Medînede oturan da emniyette bulunacaktır. Bir zulüm veya suç işleyen kimse bundan müstesnâdır.
6. Yahûdîler dîn hürriyetine sâhip olacaklardır. Yahûdîler kendi dinlerinde, müslümanlar da kendi dinlerinde olacaklardır. Bize tâbî olan yahûdîler de hiçbir zulme uğramaksızın ve aleyhlerinde bir ittifak olmaksızın yardım göreceklerdir. Herhangi bir harp çıkarsa, taraflar birbirine yardım edeceklerdir. Yahûdîler, müminlerin yanında savaşa devâm ettikleri müddetçe, savaş masraflarına katılacaklardır.
7. İki taraf da müşrikleri himâye etmeyecektir. Ne Kureyşliler, ne de onlara yardım edenler, hiçbir sûrette himâye olunmayacaktır.
8. Medîne içinde harp yasaktır. Yesrib Vâdisinin içerisi, bu sahîfe sâhipleri için harâm (yâni dokunulmaz) bir bölgedir. Dışarıdan bir saldırı olursa, taraflar bölgelerini koruyacaklardır. Bir tarafın yaptığı sulhu diğer taraf da kabûl edecektir. (Savaş hâlinde) yahûdîlerin masrafları kendilerine, müslümanların masrafları da kendilerine âit olacaktır. Şu kadar ki, onlar bu sahîfe sâhiplerine harp açanlara karşı aralarında yardımlaşacaklar ve birbirlerine karşı kötülük yerine nasihat, hayırhâhlık ve iyilik esas olacaktır. Hiç kimse, müttefikine kötülük yapmayacak, mazluma mutlakâ yardım edilecektir.
9. Anlaşmazlık çıkarsa, mesele Allâh ve Rasûlüne arz edilecek, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in verdiği hükme riâyet edilecektir.
10. Allâhın ahdi ve teminâtı birdir (aynı seviyededir); onların en hakir görülenlerine bile şâmildir. Çünkü müminler diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı, yâni müttefik ve dostudur.
11. Onlardan (yahûdîlerden) hiçbir kimse, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in izni olmadan askerî bir sefere çıkamayacaktır.
Şüphe yok ki Allâh Teâlâ bu sahîfedekilere riâyetsizlikten son derecede sakınan, doğruluğu ve iyiliği şiâr edinen kimselerden râzı olur. Bu yazı, bir zâlimi ve suçluyu cezâlandırmaya aslâ mânî olmayacaktır.
Allâh iyilik yapan ve kötülüklerden sakınan kimseleri himâye eder. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allâhın Rasûlüdür. (İbn-i Hişâm, II, 119-123; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 263-264; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 57-64)
Bu maddelerin cemiyette İslâm hükümlerinin tatbîk edilmesi için lâzım gelen esaslar olduğu gâyet açıktır.
Bir vatandaşlık antlaşması olan Medîne Vesîkası, İslâmın muâmelâtı olmayan bir dîn olduğu, kânun ve hüküm koymayıp, yalnızca ibâdetleri düzenlediği yönündeki bâtıl iddiâlara en katî bir cevaptır.
Medîne Vesîkası, siyâsî, iktisâdî, ictimâî ve dînî muhtevâsıyla çok yönlülük arz eden bir antlaşma hüviyetindedir. Bu vesîka, müslümanların birliğini sağlayan yegâne unsurun İslâm olduğunu, onların birbirleriyle yardımlaşmaları, aralarında adâlet ve eşitliği gözetmeleri ve herhangi bir ihtilâf zuhûrunda Allâha ve Rasûlüne mürâcaat etmeleri gerektiğini ortaya koymaktadır.
Vesîka, Araplar arasında mevcut olan kabîle asabiyetini, adâleti gözetme prensibiyle tahdit ve tanzîm etmiş, haksızlık yapan bir kimsenin akrabâ dahî olsa cezâlandırılmasını emretmiştir.
Bu antlaşma, yahûdîlere mülk edinme ve dîn hürriyeti vermesi hasebiyle Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in onlara karşı muâmelesindeki hârikulâde adâletin bir vesîkasıdır. Şâyet yahûdîler kendi elleriyle bozmamış olsalardı, müslümanlarla aralarındaki bu âdil antlaşma devâm edecekti.