MAZİYE DOĞRU
Hayalen geçmiş zamana doğru uzanalım. Git gide tâ dünyanın lâv hâlinden yeni yeni uzaklaşmaya başladığı, soğumaya yüz tuttuğu devreye varalım. İçi kızgın ateş, dışı ise yavaş yavaş sakinleşmekte olan bu arz küresinin başında durup, bugün şahit olduğumuz eşyanın isimlerini birer birer sayalım. Lügattaki bütün isimleri burada sıralayacak değiliz. Sadece konuya ışık tutmaya yetecek birkaç kelimeyi hatırlayalım:
El, ayak, kanat, göz, ince barsak, pankreas, pençe, gaga, tırnak, dal, kök, yaprak, çam, söğüt, elma...
Sonra, dünyamızda hayat süren bitki ve hayvan türlerini sayalım birer birer. Herbirinin organlarını tek tek hatırlayalım. Ve soralım kendimize: Bütün bunlar sonsuz bir ilim ve hikmetten haber vermiyorlar mı? Bunların bir ateşin soğumasıyla kendi kendine, zamanla evrim geçirerek meydana geldiklerine nasıl inanılabilir?..
...
Yine mâziye dönelim. Dünya dayanmış döşenmiş. Boş bir saray gibi, misâfirlerini bekliyor. O an kâinatta olmayıp, bugün iç âlemlerimizi kuşatmış olan manevî hâdiseleri bir bir hayalimizden geçirelim:
Sevgi, korku, merak, endişe, kin, merhamet, zulüm, kurnazlık, saflık, hırs, umursamazlık, şefkât...
Bütün bunlar, yeryüzündeki canlılara nereden ve nasıl ithal edildiler? Sonsuz denecek kadar çok olan bu farklı karakterler, hangi evrimle vücut buldular?
Yaratılış ister âni olsun, ister milyarlarca sene sürsün. İnsan, ister doğrudan yaratılsın ister dolayısiyle... Şu soruların cevabı nasıl verilecek:
Görmeyen kâinattan gören insanları kim çıkarttı? Bilmeyen şu âlemden, bilen meyveleri kim süzdü? Hissetmeyen, sevmeyen, korkmayan şu saraya, bütün bu hissiyatla donatılmış misafirleri kim getirdi? “Görmemek” nasıl evrim geçirdi de “görmek” oldu? İşitmemek işitmeye, anlamamak anlamaya nasıl inkılâp etti? Hayat nedir bilmeyen bu kâinat, şu canlı meyveleri nereden elde etti?..
Akıllara durgunluk veren bu hâdiseleri cahil unsurların uzun süre beklemesiyle izah etmek mümkün mü?
Şimdi bir perde daha gerilere gidelim. Kâinatın şu hazır hâle getirilmek üzere ilk hareket noktasına hayalen uzanalım. O noktadan evvel hiçbir mahlûk mevcut değil. Şu sayacağım kelimeleri hayalimizden sıra sıra geçirelim:
Su, taş, hava, yıldız, ay, gezegen, güneş, demir, azot, krom, nikel, dağ, ova, arz, sema, samanyolu, cazibe, radyoaktif dalgalar, elektrik... ve daha niceleri.
Bu eşyanın yoktan yaratılışı, sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse nasıl izah edilecektir? Dünkü boş arsada bugün bir köşk görüyorsak hemen soruyoruz: ‘Bu köşkü kim yaptırdı?’ diye. Değil aklımızdan, hayalimizden dahi geçmiyor ki; “arsa evrim geçirdi de köşk oldu” diyelim. O halde, yokluk üzerine halk ve inşa edilen bu kâinat için, bu safsata nasıl ileri sürülebiliyor. Yokluk, evrim geçirdi de varlık mı oldu?
Bütün bunlar bir yana, şu sorunun cevabını arayalım: Dünya ile güneş başlangıçta aynı mahiyette iken, dünya okyanuslarla, ormanlarla, hayvanlarla, insanlarla doldu da beriki neyi bekliyor. Niçin evrim geçirmiyor? Çok iyi biliyoruz ki o da tekâmül etse ortada ne güneş kalır, ne dünya... O halde, soruyu şöyle değiştirelim: Güneş’in tekâmülüne kim müsaade etmiyor?
Prof. Dr. Alaaddin Başar