hannane
New member
Olamadığımız yerleri var hayatın. Olamadığımız, geciktiğimiz, çekildiğimiz kuytular var hayatta. Uzağında durduğumuz, kenarında oyalandığımız, kendimizi kalıbımızla da kalbimizle de ortaya koymaktan kaçındığımız gölgelikleri vardır hayatın. Utandığımız için gözümüzü kaçırdığımız, kendimizle yüzleştirdiği için yüz çevirdiğimiz yüzleri var hayatın.
Keyfinin tam ortasında arabanın camında beliren cam silicisi çocuk, mutluluk çitlerini kırar, huzur kalelerinin taşlarını düşürür. Para versen, çocukları/nı böyle çalıştıranları onaylamış olursun diyenlerin çığlığı yükselir kulağının dibinde. Vermesen, vicdanın o masum yüze o gayretkeş ellere borçlu kaldığını fısıldar habire... Arabanın camında o yumuşacık bez aslında seni siler gibidir hayattan. Orada olmamayı, o çelişkinin içinde sancılanmamayı o kadar arzu edersin ki..
Sana çay, hatta yemek ısmarlayacak kadar cömert olduğunu gördüğün arkadaşınla sohbetin tam ortasına uzanıveren dilenci elinin “Allah versin!” diye geri çevrilmesi, oradaki varlığını kıyısından köşesinden yırtar. Sana yapılan cömertliğin de sahte olabileceği gelir aklına. Yapılan yanlış “insan”a doğrudur; sen de insansan sana da yapılabilirliğine içerlersin bu eylemin. O an, işte o an, hayatın püsküllü taraflarını, iğneleyen saçaklarını süpürerek, keserek, uzağa atarak kurduğun konforun makyajı dökülür. Kendini oracıkta yakalanmış bulursun.
Seni kaçtığın yerlere çağırır, gözlerini kaçırdığın hüzünleri yapıştırır o anlar.
Çok değil, on yıl kadar önce elinin altında bir şen şakrak birer çocuk olan gençlerin seri katiller edilivermesi karşısında, nasıl da inkâr şemsiyemizi açıveriyoruz. Bir katilin çocukluk fotoğrafına bakmanı öneririm. Bakın ve o yüzdeki masumiyeti silmekte katkın olup olamayacağını sor kendine.
Çok değil sadece on yıl önce sarı saçlarını okşamaya kıyamadığın, meneviş bakışlarında masumiyeti okuduğun kız çocuğu şimdilerde karşına, kişiliğini dişiliğine, dişiliğini de bedenine indirgemiş bir “lolita” olarak konuyorsa, kişiliksiz, kimliksiz, isimsiz, seviyesiz nice şehvetlerin odağına sürülüyorsa, on yıl öncesinin “masum”unun bugünlerde böylesine masumiyet katili haline gelmesinde katkının olup olmadığını bir sorgula.
Bir yerlerde susmuş olmalıyız ki, bebeleri katil yapmaya hevesli olanların sesi daha gür geldi onların kulaklarına. Bir yerlerde pusmuş olmalıyız ki, bebeleri uyuşturucunun kirli kuyusuna çekenlerin elleri bizden önce yetişti ellerine. Bir şeyleri unutmuş olmalıyız ki, çocukların gül yüzlerini şehvet kuytularında kirletenlere kaldı meydanlar.
Suçla anılınca biri kendimize hemen yabancılaştırırız onu. O delikanlı, sanki bir annenin ana kuzusu değilmiş, sanki bir babanın umutlar bağladığı oğlu değilmiş gibi. Uyuşturucunun kirlerine yakıştırır hale geldiğimiz o genç kız, sanki bir zamanlar şarkılar söyleyen tatlı, masum bir kız çocuğu değilmiş gibi.
İlle de kendimizden uzağa düşürürüz onları. Babaları bize benziyorsa rahatsız oluruz. Bizim yaşadığımız mahalleden çıkmışlarsa, onları bizim çocuklarımızdan farklı yapan gerekçeler arayışına gireriz.
Biraz üzerimize alınsak diyorum, kısaca.
Bir bebeğe kıymak ne kadar acımasızlık ise, bir delikanlıyı da o ölçüde dokunulmaz görebilmeliydik. Bir bebeği sokağa atmak ne kadar akıl dışı ve insaftan uzak ise, bir delikanlıyı da sokağın dumanlı “kıraathaneler”inde beslenen, sinsi kafelerde örgütlenen, yüksek reytingli dizilerde özendirilen kabalıklara/kabadayılıklara emanet etmek de o denli insafsızlık sayılmalıydı. Bir bebeğin sırf var olduğu için öldürülmek hakkı değilse, bir delikanlı da sıradan ve olağan “öldürme/öldürülme” haberlerini de o kadar hak etmiyor diye düşünülmeliydi. Bir bebeğin yüzünden kin ve nefret okumayı kimse aklına getiremiyorsa, bir delikanlıyı da harcıalem suçların tahmin edilir faili olarak aramak o kadar şaşırtıcı ve tiksindirici olmalıydı.
Neredeyiz?
Nerede unuttuk kendimizi?
Nerede kapattık gözlerimizi?
Kuytulara uzatabilir misin ellerini
SENAİ DEMİRCİ
Keyfinin tam ortasında arabanın camında beliren cam silicisi çocuk, mutluluk çitlerini kırar, huzur kalelerinin taşlarını düşürür. Para versen, çocukları/nı böyle çalıştıranları onaylamış olursun diyenlerin çığlığı yükselir kulağının dibinde. Vermesen, vicdanın o masum yüze o gayretkeş ellere borçlu kaldığını fısıldar habire... Arabanın camında o yumuşacık bez aslında seni siler gibidir hayattan. Orada olmamayı, o çelişkinin içinde sancılanmamayı o kadar arzu edersin ki..
Sana çay, hatta yemek ısmarlayacak kadar cömert olduğunu gördüğün arkadaşınla sohbetin tam ortasına uzanıveren dilenci elinin “Allah versin!” diye geri çevrilmesi, oradaki varlığını kıyısından köşesinden yırtar. Sana yapılan cömertliğin de sahte olabileceği gelir aklına. Yapılan yanlış “insan”a doğrudur; sen de insansan sana da yapılabilirliğine içerlersin bu eylemin. O an, işte o an, hayatın püsküllü taraflarını, iğneleyen saçaklarını süpürerek, keserek, uzağa atarak kurduğun konforun makyajı dökülür. Kendini oracıkta yakalanmış bulursun.
Seni kaçtığın yerlere çağırır, gözlerini kaçırdığın hüzünleri yapıştırır o anlar.
Çok değil, on yıl kadar önce elinin altında bir şen şakrak birer çocuk olan gençlerin seri katiller edilivermesi karşısında, nasıl da inkâr şemsiyemizi açıveriyoruz. Bir katilin çocukluk fotoğrafına bakmanı öneririm. Bakın ve o yüzdeki masumiyeti silmekte katkın olup olamayacağını sor kendine.
Çok değil sadece on yıl önce sarı saçlarını okşamaya kıyamadığın, meneviş bakışlarında masumiyeti okuduğun kız çocuğu şimdilerde karşına, kişiliğini dişiliğine, dişiliğini de bedenine indirgemiş bir “lolita” olarak konuyorsa, kişiliksiz, kimliksiz, isimsiz, seviyesiz nice şehvetlerin odağına sürülüyorsa, on yıl öncesinin “masum”unun bugünlerde böylesine masumiyet katili haline gelmesinde katkının olup olmadığını bir sorgula.
Bir yerlerde susmuş olmalıyız ki, bebeleri katil yapmaya hevesli olanların sesi daha gür geldi onların kulaklarına. Bir yerlerde pusmuş olmalıyız ki, bebeleri uyuşturucunun kirli kuyusuna çekenlerin elleri bizden önce yetişti ellerine. Bir şeyleri unutmuş olmalıyız ki, çocukların gül yüzlerini şehvet kuytularında kirletenlere kaldı meydanlar.
Suçla anılınca biri kendimize hemen yabancılaştırırız onu. O delikanlı, sanki bir annenin ana kuzusu değilmiş, sanki bir babanın umutlar bağladığı oğlu değilmiş gibi. Uyuşturucunun kirlerine yakıştırır hale geldiğimiz o genç kız, sanki bir zamanlar şarkılar söyleyen tatlı, masum bir kız çocuğu değilmiş gibi.
İlle de kendimizden uzağa düşürürüz onları. Babaları bize benziyorsa rahatsız oluruz. Bizim yaşadığımız mahalleden çıkmışlarsa, onları bizim çocuklarımızdan farklı yapan gerekçeler arayışına gireriz.
Biraz üzerimize alınsak diyorum, kısaca.
Bir bebeğe kıymak ne kadar acımasızlık ise, bir delikanlıyı da o ölçüde dokunulmaz görebilmeliydik. Bir bebeği sokağa atmak ne kadar akıl dışı ve insaftan uzak ise, bir delikanlıyı da sokağın dumanlı “kıraathaneler”inde beslenen, sinsi kafelerde örgütlenen, yüksek reytingli dizilerde özendirilen kabalıklara/kabadayılıklara emanet etmek de o denli insafsızlık sayılmalıydı. Bir bebeğin sırf var olduğu için öldürülmek hakkı değilse, bir delikanlı da sıradan ve olağan “öldürme/öldürülme” haberlerini de o kadar hak etmiyor diye düşünülmeliydi. Bir bebeğin yüzünden kin ve nefret okumayı kimse aklına getiremiyorsa, bir delikanlıyı da harcıalem suçların tahmin edilir faili olarak aramak o kadar şaşırtıcı ve tiksindirici olmalıydı.
Neredeyiz?
Nerede unuttuk kendimizi?
Nerede kapattık gözlerimizi?
Kuytulara uzatabilir misin ellerini
SENAİ DEMİRCİ