Cenâb-ı Hakk’ın kelâm sıfatı vardır. O Mütekellim-i Ezelî’dir...
Allah, içinde insanoğlunun da bulunduğu kâinatları yaratır, sonra onu ve bizi bize anlatır. Allah zâtını, sıfatlarını, isimlerini anlatır. İnsan denen sanat haliçesini ve sırlar yüklü beşer muammasını şerh ve izah eder. Ama O'nun bu konuşması, keyfiyetini tam idrâk edemediğimiz bir konuşmadır. İşte Kur’ân Allah’ın bu tür bir konuşmasından meydana gelmiştir. Bu konuşmada bir kısım harfler, kelimeler, cümleler, paragraflar görürüz. Buna “Kelâm-ı Lafzî” denir. Kelimelere, harflere, seslere dökülmüş lâfızlar.
Bir de “Kelâm-ı Nefsî” vardır. Ses çıkararak konuş-maya lafzî, iç âleminde ses çıkarmadan konuşmaya “nefsî konuşma” denir. Kur’ân-ı Kerîm’de kelâm-ı nefsîye ait deliller pek çoktur. Biz sadece misal olsun diye bir ikisine temas edelim. Sûre-i Yusuf'ta, Yusuf’un kardeşleri Hz. Yusuf’a çocukluk dönemine ait hırsızlık isnadında bulunurlar. Halbuki, Mısır azizi olarak tanıdıkları ve biraz sonra kendisine:
إِنَّا نَرَاكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ “Seni iyilerden görüyoruz.” (Yusuf,12/78) diyecekleri insan, az önce iftirada bulundukları Yusuf’un tâ kendisiydi. Ancak Hz. Yusuf, onlara iftiralarını yüzlerine vurarak mukabelede bulunmadı. Ne var ki böyle bir iftira karşısında sessiz de kalamazdı. Onun için kelâm-ı nefsî ile konuştu ve:
أَنتُمْ شَرٌّ مَّكَاناً “Siz durumunuz itibariyle daha kötüsünüz” (Yusuf,12/77) dedi.
Fakat bu nefsî bir konuşmaydı. وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ “İçten içe Rabbini an”(A’raf, 7/205) âyeti de nefsî konuşmaya bir delil ve bir işarettir. İşte Allah’ın ezeldeki kelâmı da bu nefsî mânâ içindedir. Cihan, ekvân, eşya ve insan yoktu. Ama Allah yine mütekellimdi, konuşuyordu. Kur’ân ezelîdir. Hiçbir şey yokken Kur’ân yine vardı. Fakat bu nefsî mânâda vardı. Çok dakik ve ayakları kaydıran bu noktaya sadece bir iki cümleyle baktırmaya çalışacağız:
Kur’ân-ı Kerîm okunurken, dinlenirken ve yazılırken aynı zamanda bu elfâzın içinde nefsî mânâda anlaşılmış olur.
Meselâ: « إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ « derken, “inne” de bir hemze bir de “nun” vardır. Diğer kelimeler de muhtelif harflerden meydana gelmiştir. Bunları yazı ve şekille ifade ettiğimiz aynı anda kelâm-ı nefsîde vücûd bulmakta ve ilâhî kelâm bütün ağırlığıyla kendisini hissettirmektedir.
Kur’ân’ın mânâsına nüfûz eden bir insan, çok tekrardan mütevellid, Kur’ân’ın zâhiri lafız ve mânâsından usansa dahi, bu nefsî mânâdan asla usanmaz ve insana bıkkınlık ârız olmaz. İşte keyfiyeti bizce meçhul bu nefsî mânâ hissedilir, fakat bulunup bilinemez. Ondan alınan zevk-i ruhâniyi ise anlatmak kâbil değildir. Nasıl ki, vahyin mahiyetini bilemiyoruz. Ve bu mevzudaki bütün ma’rife-timiz hayretimizden ibarettir. Öyle de, istenilen mânâda okunan ve dinlenen Kur’ân-ı Kerîm'de de, zâhiri kelime ve mânâların çok verâsında öyle mânâlar anlaşılır ve hissedilir ki, bu mevzuda da ma’rifetimiz sadece hayretimizden ibâret kalır. Bunu bu kadar anladıktan sonra artık Mu’tezile mezhebinin, “Mütekellim demek, kelâmı yaratan demektir”; Havaric’in, Haşeviye’nin ve İmamiye’nin, “Allah’ın kelâmı, harflerden, seslerden ibarettir” safsatasının bir mânâsı kalmayacaktır. Sesler, harfler, kelimeler, cümleler bize taallûku itibariyle; bize ait âlât u edevâtla, ifadesi itibariyle mahluktur. Evet Allah’ın kelâmında harf-ler, kelimeler vardır, fakat harfler, kelimeler esas değildir. Esas olan o büyük mânâ; harflerin, kelimelerin içinde ve idrâkimizin verasında kendisini hissettirmektedir. Bu haliyle Allah'ın kelâmı, Kur’ân’ın içinde de, insanların ağzında da, hafızların sinesinde de kendine has buuduyla veya buudlar ve keyfiyetler üstü haliyle hep o kelâm-ı ezelîdir.
Allah, içinde insanoğlunun da bulunduğu kâinatları yaratır, sonra onu ve bizi bize anlatır. Allah zâtını, sıfatlarını, isimlerini anlatır. İnsan denen sanat haliçesini ve sırlar yüklü beşer muammasını şerh ve izah eder. Ama O'nun bu konuşması, keyfiyetini tam idrâk edemediğimiz bir konuşmadır. İşte Kur’ân Allah’ın bu tür bir konuşmasından meydana gelmiştir. Bu konuşmada bir kısım harfler, kelimeler, cümleler, paragraflar görürüz. Buna “Kelâm-ı Lafzî” denir. Kelimelere, harflere, seslere dökülmüş lâfızlar.
Bir de “Kelâm-ı Nefsî” vardır. Ses çıkararak konuş-maya lafzî, iç âleminde ses çıkarmadan konuşmaya “nefsî konuşma” denir. Kur’ân-ı Kerîm’de kelâm-ı nefsîye ait deliller pek çoktur. Biz sadece misal olsun diye bir ikisine temas edelim. Sûre-i Yusuf'ta, Yusuf’un kardeşleri Hz. Yusuf’a çocukluk dönemine ait hırsızlık isnadında bulunurlar. Halbuki, Mısır azizi olarak tanıdıkları ve biraz sonra kendisine:
إِنَّا نَرَاكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ “Seni iyilerden görüyoruz.” (Yusuf,12/78) diyecekleri insan, az önce iftirada bulundukları Yusuf’un tâ kendisiydi. Ancak Hz. Yusuf, onlara iftiralarını yüzlerine vurarak mukabelede bulunmadı. Ne var ki böyle bir iftira karşısında sessiz de kalamazdı. Onun için kelâm-ı nefsî ile konuştu ve:
أَنتُمْ شَرٌّ مَّكَاناً “Siz durumunuz itibariyle daha kötüsünüz” (Yusuf,12/77) dedi.
Fakat bu nefsî bir konuşmaydı. وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ “İçten içe Rabbini an”(A’raf, 7/205) âyeti de nefsî konuşmaya bir delil ve bir işarettir. İşte Allah’ın ezeldeki kelâmı da bu nefsî mânâ içindedir. Cihan, ekvân, eşya ve insan yoktu. Ama Allah yine mütekellimdi, konuşuyordu. Kur’ân ezelîdir. Hiçbir şey yokken Kur’ân yine vardı. Fakat bu nefsî mânâda vardı. Çok dakik ve ayakları kaydıran bu noktaya sadece bir iki cümleyle baktırmaya çalışacağız:
Kur’ân-ı Kerîm okunurken, dinlenirken ve yazılırken aynı zamanda bu elfâzın içinde nefsî mânâda anlaşılmış olur.
Meselâ: « إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ « derken, “inne” de bir hemze bir de “nun” vardır. Diğer kelimeler de muhtelif harflerden meydana gelmiştir. Bunları yazı ve şekille ifade ettiğimiz aynı anda kelâm-ı nefsîde vücûd bulmakta ve ilâhî kelâm bütün ağırlığıyla kendisini hissettirmektedir.
Kur’ân’ın mânâsına nüfûz eden bir insan, çok tekrardan mütevellid, Kur’ân’ın zâhiri lafız ve mânâsından usansa dahi, bu nefsî mânâdan asla usanmaz ve insana bıkkınlık ârız olmaz. İşte keyfiyeti bizce meçhul bu nefsî mânâ hissedilir, fakat bulunup bilinemez. Ondan alınan zevk-i ruhâniyi ise anlatmak kâbil değildir. Nasıl ki, vahyin mahiyetini bilemiyoruz. Ve bu mevzudaki bütün ma’rife-timiz hayretimizden ibarettir. Öyle de, istenilen mânâda okunan ve dinlenen Kur’ân-ı Kerîm'de de, zâhiri kelime ve mânâların çok verâsında öyle mânâlar anlaşılır ve hissedilir ki, bu mevzuda da ma’rifetimiz sadece hayretimizden ibâret kalır. Bunu bu kadar anladıktan sonra artık Mu’tezile mezhebinin, “Mütekellim demek, kelâmı yaratan demektir”; Havaric’in, Haşeviye’nin ve İmamiye’nin, “Allah’ın kelâmı, harflerden, seslerden ibarettir” safsatasının bir mânâsı kalmayacaktır. Sesler, harfler, kelimeler, cümleler bize taallûku itibariyle; bize ait âlât u edevâtla, ifadesi itibariyle mahluktur. Evet Allah’ın kelâmında harf-ler, kelimeler vardır, fakat harfler, kelimeler esas değildir. Esas olan o büyük mânâ; harflerin, kelimelerin içinde ve idrâkimizin verasında kendisini hissettirmektedir. Bu haliyle Allah'ın kelâmı, Kur’ân’ın içinde de, insanların ağzında da, hafızların sinesinde de kendine has buuduyla veya buudlar ve keyfiyetler üstü haliyle hep o kelâm-ı ezelîdir.