Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kur'an'dan kissalar

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Hz. DAVUD VE TALUT

İsrail Oğulları, Musa aleyhisselâmdan sonra bir peygamberlerine müracaat ederek:

— «Bize kumanda edecek bir hükümdar gönder, Allah yolunda muharebe edelim» dediler.

O Peygamber hakikati tesbit etmek için damarlarına bastı ve:

— «Size muharebe farz kılınırsa yapmamak etmiyesiniz» diye sordu.

Bunun üzerine bütün cemaat:

— Biz niye Allah yolunda muharebe etmiyelîm? Halbuki yurtlarımızdan çıkarıldık, evlâtlarımızdan olduk, diye cevap verdiler.

intikam hissi ve Allah'tan zafer ümidi ile harbin sebeplerinin tamamen mevcud olduğunu söylediler.

Bu sırada Mısır ile Filistin arasında sakin bulunan Amalika kavminin başında imlik Oğullarından Calut namında zorlu bir hükümdar bulunuyormuş. Bunlar israil Oğullarını mağlup etmişler, vatanlarının çok yerini zabt ile evlâdlarını, hatta hükümdar yakınlarından dört yüz kırk kişiyi esir alıp götürmüşler, kalanlara vergiler yüklemişler ve Tevratlarını bile almışlar. Bu sırada israil Oğullarının bir peygamberleri yokmuş, nihayet Allahü Teâlâ'ya yalvarmışlar, Allahü Teâlâ da bunlara peygamberlik sülâlesinden kalma tek bir kadından bir çocuk vermiş ve buna peygamberlik ihsan etmiş. Bu sayede ümitlenmişler; bir taraftan onun peygamberliğini imtihan, bir taraftan da zafer ümidiyle harbetmek arzusuna düşmüşler ve bu saika ile ondan bu talepte bulunmuşlar ve böyle söz vermişler.

Fakat iyi niyetlerine mal ve evlâd endişesini karıştırarak hareket etmiş ve sırf Allah yolunda tam ihlâs ile ilâhî emre amade durmayıp yiğitlik göstermek için harb heyecanına kapıldıklarından maksatları tamam olmamış ve ekseriyetle rahata alışmış kimselerin âdeti olduğu üzere, önce intikam hissi ile yiğitlik göstermişler ve sonra iş sıkıya gelince yaptıkları söylediklerine uymamış.

Vakıa muharebe için emir verilip iş kat'îleştiği zaman sözlerinden geri döndüler, emre riayet etmediler. Harb meydanına gelirken yüz çeviriverdiler. Ancak içlerinden birazı müstesna bir makam kazandılar ki, bunlar ileride geleceği gibi bir avuç su ile iktifa edenlerdi. Azlıklarına bakmadılar, sebat ettiler ve muzaffer oldular. Bir hadisi şerife göre, bunların sayısı Bedir esbabının adedine eşitti ki, üç yüz on üç kişi imişler. Sözlerinde duran ve muvaffak olan bu azınlıktan başkası, başlangıçta harbi teşvik ettiler, fakat harb meydanında bunları yalnız bırakıp çekiliverdiler.

Harbin kat'ileşmesi de şöyle olmuştu:

İsrail Oğullarının, bu hükümdar isteklerine karşı, o peygamberleri onlara: — Allah ü Teâlâ size Talut'u hükümdar olarak gönderdi, dedi. Onlar ise:

— O bize, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur? Halbuki biz hükümdarlığa ondan daha lâyıkız, hükümdar olmak ondan ziyade bizim hakkımız, ona bir mal genişliği de bahşedilmiş değil, diye itiraz ettiler.

Cevaben o Peygamber dedi ki:

— AllahU Teâlâ onu seçip üzerinize kat'î surette hükümdar tâyin etti, ona ilimde cisimde, maddi ve manevî ziyade bir inkişaf ve genişlik verdi. Maddeten iri, güçlü, kuvvetli, güzel manen din ilmi, siyaset, idare bahşedip harbte sizden yüksek yarattı. Hükümdarlık ve kumandanlık için esas olan şartlar da budur. Yoksa veraset ve neseb değildir.

Şimdi biz dururken Allah bunu niye böyle yapmış mı, denecek? Allah mülkünü dilediğine verir. Mülkün sahibi odur. Mülke nail olanlar asaletle değil, vekâletle nail olurlar. Allah'ın rahmeti çok, her şeyi bilici ve yaptığında serbesttir. Kapatmasını açması takip eder. Fakiri zengin kılar, mülksüze mülk verir, vereceğini vermek için de hiç bir kayıt ve şarta tâbi' değildir. Cehaletten münezzehtir. Mülke lâyık olup olmayanları, kimlere niçin ve ne kadar müddet vereceğini de bilir. Buna karşı biz dururken mülkünü Talut'a verdi denemez. Ancak habere itimat edemeyecek kimseler bu dâva için delil isteyebilirler. (Bunu tamamlamak için de: ) Talut'un hükümdar olmasının zahirî alâmeti ve peygamberliğin mucizesi size Talut'un gelmesidir. O Talut'ta veya gelişinde size Rabbınızdan bir itminan sükûneti ve Musa ile Harun'un âlinden kalma mübarek bir bakiyye vardır ki siz bununla sükûnet bulur, emniyet bulup itminana erer, onlar gibi amel edersiniz. Fakat bu Talut nasıl gelir?

Onu Melekler, Allah'ın elçileri, kuvvetleri getirir. Yerden getirir, Gökten getirir, nasıl getirirse getirir siz o ciheti düşünmeyin de Talut gelirse bilin ki Talut hükümdardır. O Tabut'un gelişinde sizin için muhakkak ki bir halı âyeti, bir ilâhî delil vardır. Eğer siz imân edici iseniz bu böyledir.

Tabut sandık demektir. Buradaki Tabut'tan murad da Tevrat sandığıdır ki Hz. Musa'dan sonra israil Oğullarının isyanıyla ellerinden çıkmış, kaldırılmıştı. Lâkin haber erbabı demişlerdir ki, «Allahü Teâlâ, Hz. Adem'e bir tabut inzal etmiş, içinde de evlâdından gelecek Enbiyanın suretleri varmış, Şimşir ağacından olup en boy üç iki (3x2) kadarmış. Adem aleyhisselâmın vefatına kadar yanında kalmış, daha sonra birer evlâdı miras almışlar, nihayet Yakup aleyhisselâma intikal etmiş, sonra onun nesli olan İsrail Oğullarının elinde kalmış ve Musa aleyhisselâma kadar gelmiştir. Hz. Musa Tevrat'ı buna koyar, muharebe ettiği zaman öne geçirir ve İsrail Oğullarının gönülleri bununla sükûn bulur. Vefatına kadar yanında idi. Daha sonra İsrail Oğullarında elden ele geçti. Bir hususta muhakeme olacakları zaman buna müracaat ederler, aralarında hâkim olurdu. Muharebeye gittiklerinde önlerinde götürürler ve bununla teberrük ederek düşmanlarına karşı zafer ümid ederlerdi. Melekler bunu askerin başında tutar, muharebeye girişirler, sonra Tabut'tan bir ses işittikleri zaman galip geleceklerine dair kanaat getirirler ve mutmain olurlardı.

Ancak ne zaman ki İsrail Oğulları isyana başlamışlar, fesada düşmüşler, işleri çığırından çıkmış, Allahü Teâlâ da başlarına Amalika kavmini musallat etmiş, bunlar galip gelmişler, Tabutlarını da alıp götürmüşler, bir pisliğe, bir helaya bırakmışlar, Allahü Teâlâ Talut'u hükümdar yapmağı murad edince Amalika'ya bir belâ vermiş hattâ Tabut'un yanında abdest bozanlar basur hastalığına tutulur olmuş, diğer taraftan memleketlerinden beş şehir de mahvolmuş; kâfirler bu belânın Tabut yüzünden olduğuna kail olmuşlar, onu çıkarmışlar, iki öküze yükletip koyuvermişler. Allah da bunlara dört Melek vekil kılmış sevkedip Talut'un evine getirmişler, İşte İsrail Oğulları Talut'un hükümdarlığına delil istedikleri zaman Peygamberleri onun alâmetinin Tabut'un gelmesi olduğunu söylemiştir.»

Demek oluyor ki israil Oğullarında Tabut, mukaddes emânetlerden olup Hıristiyanlıktaki Salîb gibi bir mevkide tutulurmuş. Nitekim Hristiyanların büyük salibi de buna benzer bir vak'a geçirmiştir.

Bu hadise şunu da gösterir ki imân ehline yaraşan hafiflik değil, vakar ve sükûnet, mutmain olmakta sebattır. Bunda da peygamberlerin mirasının, din ilminin büyük ehemmiyeti vardır. Mukaddes emânetlerin de kalb kuvveti için bir feyiz ve bereketi bulunacağı inkâr olunmamalıdır.

Hükümdar Talut, bunlar tamam olduktan sonra birlikte hareket ettiği askerlerine hitaben şöyle dedi:

— Allah sizi mutlaka bir ırmakla imtihan edecektir. Ondan her kim içerse benden değil, her kim ona ağzını sürmezse o şüphesiz bendendir, benim askerimden, sevenlerimdendir. Doğrudan doğruya ağızla emmeye müsaade yok, ancak eliyle bir avuç alıp içmeye, bu kadarına ruhsat var.

Talut bir hükümdar sıfatıyla bu emri vermiş olduğu halde, ırmağa geldikleri vakit askerin bir kısmından başkası hep ondan içtiler, emri dinlemediler. Bir avuç alan adamın aldığı kendine ve hayvanına yetiyor, fakat saldırıp içenlerin dudakları morararak hararetleri artıyormuş. Böyle olunca da bunlar nehrin berisinde dökülüp kaldılar. Talut ile imân eden beraberindekiler, nehri geçince bunlar ve nehri geçmiş olan müminlerin zayıf kısmı düşmanın çokluğunu görünce ümidsizliğe düşüp birbirlerine:

— Bu gün bizim Calut'a ve askerlerine harb edecek takatimiz yok, dediler.

Söylediler de ne oldu? Allahü Teâlâ'ya mutlaka kavuşacaklarına kani olanlar, yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bu gün bu muharebede ölmezse diğer bir gün mutlaka öleceklerini ve nihayet ilâhî huzura varacaklarını bilen, binaenaleyh ahdinde sabit, zafer ümidiyle ya şehid veya gazi olmağa azmeden yakîn ehli:

— Nice kerreler azıcık bir bölük bir çok bölüklere Allah'ın izniyle galip geldiler. Allah sabır ve sebat edenlerle beraberdir, dediler ve zayıfların kalblerine de kuvvet verdiler.

Talut ve beraberindeki bu insanlar topluluğu, Calut ve askerlerine karşı harb meydanına çıktılar; düşmanın çokluğunu ve hazırlığını müşahede ettiklerinde hepsi birden kalb kuvveti ile Allahü Teâlâ'ya yalvarıp şöyle dediler:

— Ey bizim Rabbımız!. Bize sabır yağdır. Bizi payidar eyle, ayaklarımızı denk ve yerinde tut, titretme, kaydırma, azîm ve hedefimizden şaşırtma o kâfirler güruhuna karşı bize yardım ve zafer ihsan et.

Bunun üzerine çok geçmeden o kâfirleri Allahın izniyle bozguna uğrattılar. Bu muharebede Talut'un maiyyetinde bulunan Davud aleyhisselâm da Calut'u öldürdü.

İşte o zalimlerin zulmüne rağmen bir azınlığın imân azmi ve dua himmetiyle, Allahü Teâlâ böyle ümid edilmez büyük başarılar ihsan eyledi. Şimdi buna karşı «iyi amma Allah muharebeye hiç meydan vermese ve hükümet otoritesine müsaade etmese daha iyi olmaz mı idi?» dememeli. Çünkü Allahü Teâlâ insanların bâzısını bâzısıyla def veya müdafaa etmemiş, müfsid ve mütecavizleri muslih ve mücahidlerle def ve selâmet ve sulh ehlini, kadın ve çocukları korumamış olsa idi, yer yüzü elbette fesada uğrardı, Arzın fayda ve menfaatleri muattal olur, nesil yetişmekten, san'at ve ilimden, imân ve dinden eser kalmazdı. Lâkin Allahü Teâlâ bütün âlemlere ve o meyanda hususiyle akıl sahipleri âlemine bütün bir fazl ve rahmet sahibidir.

Daha sonra Allahü Teâlâ Davud aleyhisselâma hükümdarlık ve peygamberlik ihsan etti. Talut kendisine kızını vermiş ve mukaddes toprakların doğusunda ve batısında büyük bir devlete nail olmuştu, İsrail Oğulları Davud aleyhisselâmdan önce hiç bir hükümdarın etrafında bu kadar toplanmamıştı. Bunlardan başka Allahü Teâlâ ona ilâhî iradesiyle alâkalı olan daha bâzı şeyler de öğretti. Ezcümle demirleri yumuşatıp zırhlı elbiseler yapmak san'atını başkalarının bilmediği kuş dilini, güzel nağmeler ve saireyi talim buyurdu. Yani Davud aleyhisselâma öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmişti ki akşam sabah teşbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar iştirak eder, çınlar öterler, onunla beraber teşbihte bulunurlardı. Allahü Teâlâ dağlara ve kuşlara böyle yapmaları için emir vermişti. Bu güzel ses ve nağmeler Davud aleyhisselâma mahsus bir Fazilet, bir mucize idi ki bununla kuşları bile başına toplardı. Bu mânâ iledir ki «Davudi ses» şöhret bulmuştur. Hz. Davud'un dağları teshir eden, kuşları durduran bu mucizesi kuru bir ses oyunundan ibaret mücerred terennümler değil, ruhtan kopup Hüdâya arz olunan takdis ve teşbihler idi. Allahü Teâlâ'nın lütfü ile demirler de Davud aleyhisselâmın elinde kızdırmaya, dövmeye ihtiyaç kalmaksızın bal mumu gibi oluyor ve dilediği şekle koyarak elbise dokuyacak, zırh yapacak incelikte san'at eseri haline geliyordu ki bu, ancak Davud aleyhisselâma nasip olmuş bir san'attır.

Davud aleyhisselâma dört ilâhî kitaptan Zebur verilmiş ve kendisine de hakkı bâtıldan ayırarak ihtilâfı ayırd edip kesmek hâssası bahşedilmişti. Allahü Teâlâ bu tevbekâr peygamberine, huzuru izzetinde muhakkak bîr yakınlık, Cennette güzel bir makamı olduğunu müjdeleyerek kendisine şöyle hitap buyurdu:

— Yâ Davud!. Muhakkak biz seni yer yüzünde bir halife kıldık. Kendi keyfine göre asaletle hükümet etmek üzere değil Allahü Teâlâ'mın nâmına vekâletle hükümlerini ve kanunlarını icraya memur olarak ki Adem'in yaratılışının hikmeti de bu idi. Şimdi insanlar arasında hak ile hikmet ve hevâya tâbi olma, nefsin arzusu arkasından gitme ki seni Allah'ın yolundan şaşırmasın. Çünkü Allah'ın yolundan sapanlar, Firavunlar gibi hüküm kendilerinin zannederek Allah'ın ahkâmından başkasını tatbike çalışanlar, hesab gününü unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.

İşte böyle kuvvetli, dirayetli, bir tevbekâr peygamber olan Davud aleyhisselâmın meşhur bir «iki hasım kıssası» vardır. Şöyle ki:

Hz. Davud'un sakin olduğu köşkün surlarını aşarak o kadar muhafıza rağmen Allah'ın Resulünün üzerine giren iki kişi, onun telâşı karşısında;

— Korkma!, biz biribiriyle dâvâlı iki alay hasımız. Bâzımız bâzımıza tecavüz etti. Onun için sen aramızda hak ile hükümde bulun ve aşırı gitme. Haktan uzaklaşıp eza etme de bizi düz yolun ortasına çıkar, adalet yap, dediler.

Görülüyor ki davaya ait bu şifahî arzuhalin kelimeleri çok anlamlıdır. Hele «aşırı gitme» hitabında tarizden daha ileri giden bir ihtar vardır. Demek ki bunlar alalâde davacılara benzemiyorlar.

Hasımlardan birisi devam eder:

— İşte şu mecliste hazır olan zat benim kardeşimdir. Kendisinin doksan dokuz dişi koyunu vardır. Benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken onu da benim nasibime bırak, dedi ve söyleşmede bana ağır basarak galip geldi.

Davud aleyhisselam dedi ki:

— Senin bir koyununu koyunlarına katmak istemekle sana. zulüm etmiş vallahi. Ve hakikaten cemiyette yaşayan insanlar, kardeşler, ortaklar, arkadaşlar ve yoldaşlardan bir çoğu mutlak birbirlerine tecavüz ediyorlar. Ancak iman edip salih amel işleyenler başka ki onlar da pek az.

Davud aleyhisselam onlar girdikleri zaman, ilâhî sevk ile mülkünde bir ihtilâl oluyor, kendine isyanla bir baskın yaptılar zannetmişti. Durum böyle ortaya çıkınca derhal Rabbına istiğfar etti, mağfiretini diledi ve rükû ederek secdeye kapandı, tevbe ile Allah'a sığındı. Allahü Teâlâ da onun için kendisine o zannettiği şeyi mağfiret buyurdu. Demek mülkünün şiddet ve kuvveti, surdan aşılıp köşke girilivermesine mani olmadığı gibi öyle bir fitne manzarası görününce de çok tevbekâr olan Hz. Davud derhal tevbe ve istiğfar ile Allah'a ittaatta gecikmemiş ve hemen ilâhî mağfirete ermiştir. Zannettiği ihtilâl vakî olmamış yalnız bir ibret dersi olarak kapanmıştır.

Bu kıssa münasebetiyle bir çok laflar edilmiş, masallar söylenmiştir. Onun için Hz. Ali'nin: Her kim Davud hadisesini kıssacıların rivayeti şekliyle konuşursa ona yüz altmış değnek vurun, dediği nakledilmiştir.

Davud aleyhisselamm ümmeti arasında Eyle kasabası halkı da bulunuyordu. Bunlara dinleri icabı Cumartesi günü bütün işlerini tatil ederek bu güne hürmette bulunup ibadetle meşgul olmaları bildirilmişti. Denize nazır bir kasaba olan Eyle'de bol balık da bulunurdu. Ancak insanları Cumartesi gününe hürmeti terkederek hadlerini aşmaya ve bu günde balık avlamaya başladılar. Cumartesi günü tuttukları vakit balıklar açıktan açığa akın akın geliyorlardı. Zira o gün balıklar taarruza uğramamağa alışmışlar, âdeti hissediyorlar, kaçmıyorlardı. Cumartesi gününe hürmet etmeleri balıkların bu şekilde o civarlara ısınıp alışmasına sebep de oluyordu. Diğer günlerde ise avlanmak korkusundan öyle gelmezlerdi ve Cumartesine riayet etmedikleri gün hiç gelmiyeceklerdi ve artık o kasabanın imar ve gelişmesine sebep olan ticareti, hayatı sönecekti. Lâkin o fâsık ve haddini aşmış ahali Cumartesi günü balıkların öyle gelmesine imrendiler, hırslarını tutamadılar da dinlerinin emrini dinlemeyip avlamağa başladılar ve bu suretle Cumartesi'nin hürmetine tecâvüz ettiler. O vakit de bu haddini aşan, Allah'ın emrine itaatten çıkmayı âdet haline getiren israil Oğulları bir takım belâlara uğradılar.

Eyle ahalisi iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı fâsık ve haddini aşanlar güruhu, bir kısmı da dindar salihler topluluğu idi ki bunlar azınlıkta kalmış, mütecavizlere mâni olamıyorlar ve hiç bir şekilde söz geçiremiyorlardı. Bunlar da iki kısım olmuştu; bir kısım salihler uğraşmış, uğraşmış acı tatlı, zor kolay her yoldan giderek ve her türlü vasıtaya başvurarak zahmetler çekmiş, nasihat etmiş dinletememiş, nihayet bıkmış, ümitsizliğe düşmüş, Allah'tan bu ahaliye bir belâ geleceğine karar vermiş, uzlete çekilmeyi seçmiş idiler. Bunlardan çok az diğer bir kısım salihler ise asla ümitsiz olmuyorlar, bütün zahmet ve müşkilâtlara rağmen vaaz ve nasihatle uğraşmaya devam ediyorlardı. Ve bunlar o söz dinlemez halka nasihate devam ettikçe o ümitsiz ve uzlete çekilen kısım, bunlara «Niye kendinizi boşuna yoruyor, onlara bulaşıyorsunuz» yollu nasihat kabilinden «siz böyle Allah'ın helâlinin veya şiddetli bir azabına mahkûm olmuş bîr kavme niçin nasihat edip duruyorsunuz?» diye itiraz etmiş ve bu suretle bunları nasihatten vaz geçirip halkı tamamen kendi hallerine bırakmayı tercih etmişler; böyle derken bir farzı kifâyenin umumiyetle terkedilmesiyle hepsinin günahkâr olacaklarını düşünememişlerdi.

Lâkin bunlar vaaz ve nasihatten, bu farzı kifâyeden vaz geçmediler. Onlara cevap olarak; «bizim vaaz ve nasihatimiz iki sebebe dayanmaktadır. Birincisi sırf Allah'a karşı mazeretimiz bulunmak, kötülükten nehyetmek hususunda Allah indinde bir nevi kusur ile itham olunmamaktır. Çünkü kötülükten nehyetmek henüz hayat sahibi olanlara son nefese kadar bir farzı kifâyedir. İkincisi ise, ümitsizlik dünyada hiç bir hususta caiz değildir. Ve ne kadar günahkâr olursa olsun halkın tevbe ve korkusunu arzu ve ümid etmek de bir vazifedir. Gerçi bu hal böyle devam ederse sonunun bir helak veya azaba varacağı muhakkaktır. Fakat insan halleri değişik v kader sırrının vukuundan evvel malûm değildir. Ne bilirsiniz bu güne katlar hiç söz dinlemeyen bu halk belki yarın dinleyiverîr, dinler de belki sakınmaya başlar, tamamıyla sakınmazsa belki biraz sakınır ve belki bu suretle azab biraz hafifler. Her halde nasihat etmek, nasihati terk etmekten evlâdır. Nasihati tamamen bırakmakta bir fayda yoktur. Fakat nasihate devam etmenin hiç olmazsa birazcık olsun sakındırmaya sebep olması ümidi bulunmalıdır, hiç bir karşı kuvvete mâruz kalmayan fenalık, her bir fenalığın aslını, olamazsa sür'at ve şiddetini olsun hafifletmeye çalışmaktan kaçınmamalıdır. Felâket mukadder ise, nasihat edenler Allah indinde mazur olurlar.» dediler.

İyi kimseler nasihat için ne kadar uğraştılarsa, kötüler de buna karşılık isyanlarında ısrar ettiler ve netice olarak o fâsık ve haddini aşan ahali ihtar olundukları nasihatleri unuttular,, hiç nazarı dikkate almaz, sanki büsbütün unutmuş gibi hatırlarına getirmez oldular. O zaman Allahü Teâlâ kötülükten nehyeden iyileri kurtardı, zalimleri de fâsıklığı âdet haline getirdiklerinden dolayı şiddetli bir azapla, yoksullukla kıvrandıran bir azapla cezalandırdı. Bunun üzerine uslandılar mı? Hayır, aksine büsbütün azdılar hiç bir günahtan, kötülükten çekinmez, nehyedilenlerin hiç birisinden sakınmaz, her fenalığı yapar, nehy edenlere de husumet eder hale geldiler. Daha ileri gidip tamamen inatlaşarak isyana kovuldular.

Bu, tamamen yoldan çıkma üzerine Davud aleyhisselâm onlara lanet etti ve Allahü Teâlâ da kendilerini alçak, hakir her taraftan uşt uşt diye kovulan zelîl maymunlar haline getirdi, insanlıktan çıkarıp maymunlara çevirdi. Böylece azgınlıklarının cezasını hayvanlaşarak görmüş oldular.

,/,
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Allahü Teâlâ Davud aleyhisselâma hayırlı bir evlâd, tevbekâr bir kul olarak Süleyman aleyhisselâmı ihsan etti. Süleyman aleyhisselâm babasiyle beraber bulunur, onun halkın davalarıyla alâkalı hükümlerini takip ederdi. Allahü Teâlâ her birine de bir hüküm ve ilim vermişti.

Davud aleyhisselâmın huzuruna bir gün birbirlerinden davacı olan iki kişi geldi. Davacılardan biri hasmını işaret ederek:

— Ey Allah'ın elçisi!. Bu adamın koyunları benim ekili olan tarlama geceleyin girip yayıldılar, bütün ekinlerimi yiyip bitirdiler, dedi

Davud aleyhisselâm diğer davacıya bunun doğru olup olmadığını sorduğu zaman o da hadiseyi tasdik etti. Bunun üzerine Hz. Davud dedi ki:

—: O halde tarla sahibi, harap olan ekinlerinin zarar ve ziyanına karşılık o koyunlara sahip olur.

O zaman oğlu Süleyman aleyhisselâm, ayağa kalkarak bu meselede kendisinin de bir fikri olduğunu söyledi ve beyanda bulunmak için babasından müsaade aldıktan sonra şöyle dedi:

— Koyunların sahibi helak olan tarlayı alır, İslah eder, eker. Tarla sahibi de koyunları alır, onların sütünden, yağından, yününden faydalanır. Tarla eski haline geldiği zaman tarla sahibi tarlasını, koyunların sahibi koyunlarını tekrar geri alırlar.

Bu hüküm, Davud aleyhisselâmın çok hoşuna gitti ve oğluna iltifatlarda bulundu. Bu hususta Süleyman aleyhisselâm'ın daha güzel hükümde bulunması Allahü Teâlâ'nın bir hikmeti idi ve onun kalbine bu mesele ile alâkalı hükmü anlatmıştı.

(Bakara. Mâide, A'raf, Sebe', Sâd ve Enbiya Sûreleri)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]HAZRETİ ÎLYAS VE ELYESA[/h][h=2][/h]İsrail Oğulları Peygamberlerinden Hazkîl aleyhisselâmın vefatı üzerine bu kavim içerisinde kötülükler çoğalmış, halk kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmaya başlamıştı. Bunun üzerine Allahü Teâlâ İsrail Oğullarına peygamber olarak İlyas aleyhisselâmı gönderdi.

Hazreti Musa'dan sonra gelen İsrail Oğulları Peygamberlerinin tamamı, zaman geçtikçe Tevrat hükümlerini unutan İsrail Oğullarına Tevrat'ın hükümlerini yenilemek üzere vazifelendirilmişlerdir.

Musa aleyhisselâmın vefat etmesinden sonra onun yerine peygamber olan Yûşâ aleyhisselâm Şam'ı fethetmiş ve burayı İsrail Oğulları kabileleri arasında taksim etmişti. Bunlardan bir kabile halkına da Ba'lebek ve mülhakatı düşmüştü, işte Hazreti İlyas, bu kabile halkına peygamber olarak gönderilmişti. Ba'lebek halkı üzerinde o zaman hükümran olan putperest hükümdar tebeasını zorla bu putlara tapmaya teşvik ederdi. O hükümdarın Ba'l adında bir putu Vardı. Putun bulunduğu şehrin adı önceleri «Bek» idi. Sonraları bu meşhur putun adı ile her iki isim terkib edilerek bugün mevcud olan şehre Ba'lebek denilmiştir.

Allahü Teâlâ, İlyas aleyhisselâmın İsrail Oğullarını davetini yüce Kitabında meâlen şöyle beyan buyurur:

«Şüphesiz ki, İlyas da gönderilen peygamberlerdendir. Habîbim yâd et, o zamanı ki: o, kavmi İsrail Oğullarına:

— Ey kavmim! Aklınızı başınıza toplayıp Allah'dan korkmuyor musunuz?. Siz, yaradanların en güzel ve büyüğü olan Allah'a ki, O, hem sizin Rabbinizdir, hem de sizden önce gelip geçen babalarınızın Rabbidir, ibâdeti bırakıp da Ba'l adlı puta ibâdet mi edersiniz? demişti de, kavmi onu yalanlamışlardı. Bu sebeple İlyas'ın kavmi, içlerinden temiz yürekli kullar müstesna olmak üzere azaba hazır edilmişlerdir!. Kendisinden sonraki nesiller arasında İlyas adında da biz, güzel bir ün bıraktık!. Tarafımızdan saadet ve selâmet İlyas üzerine olsun!, İşte bize sözüyle, özüyle bağlı olanları selâmımızla taltif eder, güzel ünle mükâfatlandırırız. Çünkü o, bizim mühim kullarımızdandır.»

İlyas aleyhisselâm bu şehrin halkını Allahü Teâlâ'ya ibadete ve O'na ortak koşmamaya davet ederdi. Daha sonra bu zalim hükümdarın gadrine uğrayan İlyas aleyhisselâm, nihayet kaçar ve köylerde gezerek Tevrat öğretir ve bu şekilde gizli yaşardı.

Hazreti İlyas bu seyahati sırasında bir köye uğramıştı. Bu köyde İsrail Oğullarından bir kadının hanesine sığındı-. Misafir olduğu kadının Elyesâ Ibni Ahtub adlı ve hasta bir çocuğu vardı. Kadın çocuğuna okutmak için Hazreti Ilyas'ı evinde gizledi, İlyas aleyhisselâm da çocuğa dua etmiş ve Allah'ın izniyle şifâ bulmuştu. Bunun üzerine Elyesâ, Hazreti İlyas'a îman edip kendisinden ayrılmamış ve İlyas aleyhisselâmın vefatından sonra İsrail Oğullarına peygamber olarak gönderilmiştir.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Hz. SÜLEYMAN'IN SALTANATI

Hz. Davud'un on dokuz oğlundan Süleyman aleyhisselâm on üç yaşında onun varisi olarak yerine geçti ve insanlar arasında hak ve adalet ile hükümler yerine getirmek hususunda peygamberlik ve hükümdarlık makamını tuttu. Allahü Teâlâ'nın nimetlerini anlatıp teşhir ederek kendilerine verilen faziletli ilmi ve mucizeleri tasdik için halkı davet etmek üzere:

— Ey insanlar! Bize kuş mantıki, kuş dili öğretildi, dedi.

Süleyman aleyhisselâm Allahü Teâlâ'nın kendisine kuş mantıkî ve kuş dilini öğretmesini söylemekle peygamberliğini anlatmış oluyordu. Hükümdarlığını da ifade etmek için şöyle dedi:

— Bize her şeyden verildi. Şüphesiz ki bu öğretilen ilimle verilen servet herhalde apaçık bir ihsandır. Allahü Teâlâ'nın hamd ve senaya lâyık o'an ve mü'min kullarından bir çoğuna bile nasip olmamış bulunan o açık fazilet ve ihsanıdır ki, bunun şükrünü eda etmek için Allah'ın kullarını bu nimetten istifadeye davet etmek bir vazife teşkil eder.

Allahü Teâlâ, Süleyman aleyhisselâma insan, cin ve kuşlardan kurulu ordular ihsan etmişti. Bunlar baştan sona zabt ve mertebelerine göre kumandanlarıyla sevk ve idare olunuyorlardı

Süleyman aleyhisselâm bu muhteşem ordusuyla bir gün yola çıkmıştı. Karınca Vadisi üzerine vardıkları zaman dişi bir karınca arkadaşlarına:

— «Ey karıncalar!, yerlerinize, yuvalarınıza çekilin, yoldan savulun; Süleyman ve askerleri sizi kırmasınlar. Bile bile bir karıncayı sebepsiz öldürmezler amma farkında olmazlar da kırar geçirirler. Onun için yerlerinize çekilin de kendinizi kırdırmaya sebep olmayın.» Diyerek edep ve nezaket dâiresinde hakimane bir şekilde maiyyetini korudu ki burada ince bir karınca siyaseti vardır.

Fahruddîni Razî der ki: Bâzı kitaplarda gördüğüme göre karıncanın diğerlerine içeriye girmelerini emretmesi şunun içindir ki kavmi, Süleyman aleyhisselâmın saltanatını görürler de Allahü Teâlâ'nın kendilerine olan nimeti hakkında nankörlüğe düşerler diye korktu. «Sakının sizi kırmasınlar» demekten muradı bu idi, yani kuvvei mâneviyyelerinin kırılması idi. Bu suretle bunda Dünya erbabı ile oturup kalkmanın mahzuruna bir tenbîh vardır.

Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâm o karıncanın sözünden gülercesine tebessüm etti. Karıncanın kavmi hakkındaki tedbir ve siyaseti ile kendi askeri hakkındaki güzel görüşü hoşuna gitti. Muhtemelen bir karıncanın bunları medih makamında şuursuzlukla mazur görmesi de

tuhafına geldi. Ve onun bütün bu duygularını Allahü Teâlâ'nın kendisine bildirmesinden de memnuniyetle pek duygulanarak şöyle dua etti:

— «Ey Rabbım!. Beni nefsime zabit kıl ki bana ve valideynime ihsan buyurduğun nimetine şükredeyim ve hoşnut olacağın iyi bir amel yapayım ve beni rahmetinle salih kulların içine dahil buyur.»

Süleyman aleyhisselâm bu duâsıyla Rabbından iki şey istedi. Evvelâ kendini nefsine bırakmayıp doğrudan doğruya idare ederek nefsine hâkim kılmasını istedi. Bunda da hususiyle iki maksat gözetti; birisi, kendine ve ana - babasına olan geçmiş nimetlere şükür, diğeri de gelecek için rızaya uygun olacak şekilde iyi hizmetler yapmaya muvaffak olmak, ki bunun ikisi dünyada âhiret sevabının vesilesini talep, ikincisi de, salih kulların içinde rahmetine dahil buyur, diye âhiret sevabının kendisidir. Burada salihlikten murad, tam ve kâmil mânâda bir salihliktir ki, hiç bir günâh lekesi olmayarak Rahman'ın rahmetine kavuşmaktır. Saltanat tecelliyatının harikalar koparıcı bir deminde Hz. Süleyman'ın bu duası ile ibraz ettiği kudsî ruh, fazilet hisselerinin başı olmak lâzım gelen devlet adamlarına çok yüksek ilhamlar verecek dersleri ihtiva eder.

Süleyman aleyhisselâm bu duasından sonra kuşları, uçar kuvvetleri teftiş etti. Devlet adamlığı, Devletin kuvvetlerini ve işlerini parçalarına varıncaya kadar tetkik etmeyi icab ettiriyordu. Bu teftişinde araştırmalarını bitirdikten sonra:

— «Ben niye Hüdhüd kuşunu görmüyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Elbette ona şiddetli bir azap ederim veya boynunu keserim, yahut da bana her halde açık kuvvetli bir delil getirir.»

Kadı Beyzavî'nin naklettiği şekilde rivayet olunuyor ki, Süleyman aleyhisselâm Beyti Makdis'in binasını tamamlayınca hac için hazırlanıp Harem-i Şerife gitti. Burada dilediği kadar kaldıktan sonra Yemen'e doğru yola çıktı. Sabahleyin Mekke'den çıkıp öğleyin San'aya vardı. Buranın arazisi hoşuna gitti ve oraya konakladı, fakat, su bulamadı. Hüdhüd ise keşifçisi idi. Suyu iyi bulurdu.. Bunun üzerine araştırdı bulamadı. Çünkü Süleyman aleyhisselâm indiği sırada o havada bir devir yapmış diğer bir Hüdhüd'ün durduğunu görmüş yanına inmişti, ikisi anlaşmışlar, bunun üzerine onun anlattığını görmek üzere beraber uçmuş daha sonra ikindiden sonra gelip anlatmıştı. Beyzavî bunu naklettikten sonra:

— «Allahü Teâlâ'nın taaccüp edilecek kudretinde ve has kullarına bahşettiği hususiyetlerde belki bundan daha büyük şeyler vardır, Onları tanıyanlar tasdik edip hürmet duyarlar, imân sânından olmayan inkarcılar da bıkar ederler» diye bir ihtar yapmıştır.

Burada kuşun bir posta veya keşif teyyaresi gibi düşünülmesi de mümkündür. Tayyareyi gören zamanımız inkarcılarının bunları inkâr etmesi ise büsbütün manasızdır.

Derken bekledi, çok geçmeden Hüdhüd geldi ve mazeretini beyan eden açık ve kat'î bir delil ile gelerek:

— «Ben senin henüz varamadığın yere vardım, dolaştım, keşiflerde bulundum. Sence tamam olmayan bilgileri etraflıca kavradım. Sana Sebe'den ehemmiyetli, yakîn bir haber getirdim. Ben orada bir kadın buldum ki onlara hükümdarlık ediyor. Kendisine her şeyden verilmiş ve azametli bir tahtı var. Ben o kadını ve kavmini Allah'a değil, Güneş'e secde eder olarak buldum. Şeytan onlara amellerini yaldızlamış, bu suretle Allah'a secde etmemeleri için kendilerini yoldan sapıtmış da doğru gidemiyorlar. O Allah ki Göklerde ve Yerlerde gizliyi çıkarır ve neyi saklıyorlar, neyi açıklıyorlarsa bilir. Allah'tan başka ilâh yok ancak O, O büyük Arş'ın sahibi O, dedi.

Hüdhüd'ün anlattığı bu kadının ismi Belkıs binti Şerahîl veya Belkıs binti Hed'hâd ibni Şerahbil olarak bildirilmekte ve 20 sene hükümdarlık ettiği kaydedilmektedir.

Hüdhüd'ün ifa ettiği hizmetin zevkiyle neşeli bir şekilde «senin varmadığın yerlere vardım» diye söze başlamasında Süleyman aleyhisselâma Allahü Teâlâ tarafından bir ikaz cilvesi vardır. «Ehemmiyetli, yakîn bir haber getirdim» demesinde, Devlet kapısına arz olunacak haberlerin iyi tahkik olunarak şüpheden salim olmasının lüzumuna işaret vardır. Belkıs'ın servet ve saltanatını azametle vasfetmesi de Hz. Süleyman'ı heyecana getirmek içindir.

Fakat dikkate şayandır ki Süleyman aleyhisselâm Hüdhüd'ün diğer anlattıklarına hiç ehemmiyet vermiyor ancak b kadının ve kavminin Allah'ı bırakıp Güneş'e taptıklarını anlatınca, o vakit:

— Bakalım, doğru musun yoksa yalancılardan mısın? dedi. Böylece Hüdhüd'ün «yakîn bir haber» teminatını kâfi görmedi, haberi vahid ile amel etmedi. Zira bir taraftan başkasının hukuku taalluk ediyordu, aynı zamanda Hüdhüd kaybolmuş olmak itibariyle töhmet altında bulunuyordu. Bu bakımdan tahkik ile amel etmek; gerekiyordu. Bunun için şu emri verdi:

— Şu mektubumu götür de onlara bırak, sonra dön kendilerinden de bak neye varacaklar;

Burada Hüdhüd bir posta hizmetinde kullanılmış oluyor. Fakat bunda bir güvercinin mektup götürmesinden fazla bir şey var. Çünkü bıraktıktan sonra çekilip netice hakkında bir tecessüs yapması da emrolunuyor. Hüdhüd bu emri ifa etti. Onun için Belkıs:

— «Ey milletin ayanı, ileri gelenleri, dedi. Bana bakın: Bir mektup bırakıldı bana; çok mühim, Süleyman'dan ve şöyle: «Bismillahir-rahmanirrahîm. Doğrusu bana karşı kafa tutmayın da müslim olarak gelin bana.» Ey milletin eşrafı, ey heyet, bana bir fetva verin. Bu işimde, vereceğim emir hakkında sizler bana şahit olmadıkça, siz hazır olmadıkça ben hiç bir iş yapmış değilim. Şimdiye kadar Devlet işlerinden hiç birinde diktatörlük yapmadım, sizin reylerinizi almadan hiç birini kendiliğimden icra mevldine koymadım, her ne emir verdimse sizlerin huzurlarınızda ve reylerinizi alarak verdim. Onun için bu mektup işinde sizin fetvanızla kuvvet almak istiyorum.» »«Sîzler şehadet etmedikçe» denilmesinden bunların mühim işleri müşavere için huzurunda toplanması mutad olan bir heyet olduğu anlaşılıyor. Bunların her biri on bin kişiyi temsil etmek üzere üç yüz on iki kişi olduğu da rivayet edilmiştir.

Bu heyete irad olunan bu noktada şimdiye kadar hükümet emrinde diktatörlük yapılmamış olması Övülmek ve reylerinin esas tutulmuş olduğu beyan olunmak suretiyle cemile gösterilerek meşveretin ehemmiyeti tesbit edilmiştir ki, bunun zahirî bir parlâmento idaresi emir ve kumandaya müdahale derecesine varmayan meşru bir meşveret ve fetva verme mahiyetinden ileri gitmediği için müfessirler burada yalnız istişarenin ehemmiyetinden bahsetmişlerdir.

Bu heyet Belkıs'a şöyle dediler:

— Biz kuvvet sahipleriyiz ve şiddetli bir harp ehliyiz.

«Biz» diyenler şahıslarını değil, mektuba muhatap "olan topluluğun, yani Devletlerinin kuvvetini kasdederek teslim olmamak için harbetmek lâzım geleceğini düşünerek kuvvetimiz vardır, şiddetli harp edebiliriz diyorlar, / bununla beraber harbetmeyiz demiyorlar; ve emre müdahaleyi uygun görmüyorlar da harp olmaksızın bir çare bulunabildiği takdirde memnun olacaklarını andırır bir şekilde selâhiyeti teslim ve siyasî edebe riayet ile sözü şöyle bitiriyorlar:

— Bununla beraber emir sana aiddir. Bak şimdi ne emrediyorsun? Harp mi yaparsın, yoksa sulha çare mi bulursun? Bunun üzerine Belkıs dedi ki:

— Muhakkak ki hükümdar kısmı bir memlekete harp yoluyla girdikleri vakit onu bozar perişan ederler. Azîz olan ahalisini zelîl kılarlar. Kati, esaret, haps ve yoketme vesaire gibi çeşitli zillet ve felâkete mâruz kılarlar. Böyle de yaparlar mı yaparlar. «Bana kafa tutmayın» diyen Süleyman da böyle yapar. Bu itibarla harpten mümkün olduğu Kadar sakınmak ve memleketi istilâya sebebiyet vermemek icabeder. Ve her halde ben onlara bir hediye ile elçi göndereceğim de bakacağım; gönderilenler ne ile dönecekler? Yani bu şekilile onların huylarını yoklayacağım da ona göre hareket edeceğim. Bakalım mal ile savulabilecek kimseler mi?

Bu karar üzerine gönderilen elçi Süleyman aleyhisselâma vardı. Fakat o bu hediyeyi kabul etmeyerek şu suretle reddetti:

— Mal ile bana imdad mı ediyorsunuz? Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha iyi. Hayır siz hediyenize güveniyorsunuz. Dön onlara, vallahi karşı gelemiyecekleri ordularla varırım da oradan kendilerini zinetler içinde hor, hakir oldukları halde çıkarırım.

Elçiler Belkıs'e varıp Süleyman ale'yhisselâmın dediğini anlattıklarında «bilmiş olunuz ki, vallahi bu sade bir hükümdar değil, biz buna takat getiremeyiz» demiş ve tekrar bir elçi gönderip «milletin beyleriyle huzuruna geliyorum, emrini ve davet ettiğin dinini görmek arzusundayım» diyerek beraberinde büyük bir toplulukla hareket etmiş ve tahtını köşklerinin en sağlam ve muhafazalı yerine koydurup kapıları kilitleyerek ehemmiyetli şekilde emniyet altına aldırmış idi.

Süleyman aleyhisselâm onların hediyelerine güvendiklerini bilmişti. Bunun üzerine hediyelerini tehditli bir şekilde iade edince tekrar geleceklerini de bildiğinden gelir gelmez imânlarına vesile olacak bir harika göstermek istedi ve yanındaki askerlerinin kumandanlarına şöyle dedi: — Ey heyet! O kadının tahtını kendileri bana müslim olarak gelmezden evvel hanginiz getirir?

Cinlerden şer ve kötülükte ileri gitmiş, tuttuğunu devirir, kuvvetli, becerikli, ele avuca girmez bir ifrit:

— Ben o tahtı makamından kalkmadan evvel sana getiririm. Muhakkak ben bu işi yapmaya karşı her hâlde kuvvetliyim, eminim; hem kolay getiririm hem de hiç bir hiyanet etmem, değiştirip bozmadan hiç bir şeyi kaybetmeksizin getiririm, diye te'kidlerle teminatta bulundu.

«Makamından kalkmadan evvel» diyor ki, Süleyman aleyhisselâm'ın makamında her gün sabahtan öğleye kadar oturduğu rivayet edilmektedir.

Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan bir zat ise:

— Ben o tahtı sen gözünü kırpmadan evvel getiririm, dedi. Böyle derdemez de Belkıs'ın tahtını yanında durur vaziyette gören Hz. Süleyman şöyle dedi:

— Bu Rabbımın mutad cereyan eden sünnetinden değil, fazıl ve ihsanındandır. Bu beni imtihan için ki, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? Her kim şükrederse sırf kendi lehine eder, her kim de nankörlükte bulunursa şüphe yok ki Rabbım ganîdir, kerem sahibidir.

Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan bu zatın Hızır aleyhisselâm, Süleyman aleyhisselâmın kendisi ve alimlerin ekserisine göre veziri Asaf ibni Berhıya'dır ki Sıddik olup dua edilince icabet olunan ismi âzami bilirdi. Hz. Süleyman'ın bir mucizesi olmak üzere veziri böyle bir keramet göstermiştir. Şüphesiz ashabından böyle bir kerametin zahir olması kendisinin daha çok yüksekliğine delâlet eder. Ve bu ilim ona verilen ilimden olduğunu anlatır. Bu taht, Hz. Süleyman'ın San'ada bulunduğu rivayetine göre üç günlük mesafeden getirilmiş oluyor. Zira San'a ile Sebe' arası bu kadar zamanda katediliyordu. O sırada San'adan dönüp Şam arzında bulunduğu rivayetine göre ise iki aylık mesafeden getirilmiş olmaktadır. Bu kadar mesafeden bir taht göz kırpıncaya kadar nasıl gelir? Şüphe yok ki bu alelade vak'alardan değil bir keramet ve mucize olmak üzere söz konusudur. Âsaf'ın bunu söylemesi ile getirmesi bir olmuştur. Yani söyleyinceye kadar getirmişti. Çünkü ilmini biliyordu. Bir saniyede binlerce kilometre sür'at, zamanımız fen efkârının düşüncesine alışmış olduğu meselelerdendir. Mühim olan nokta ancak bu hareketi yapmak için tatbik olunacak kuvveti bilmekten ibarettir. Bir sâkiada, bir cereyanda, bir telgrafta görülen bu sür'at bir kütlede de görülebilir. Yalandan tesir icra ettiğini gördüğümüz iradenin bir telsiz gibi uzakta da âmil olduğunu gösteren misâller de yok de'ğildir. Bu cazibe ile cisimlerin fezada uçuştuğu, bir irade ile uzuvların bedende oynadığı gibi bir irade ile afaktaki bir cismin mekân atlaması da Kitap'ta Levhi Mahfuz'da sabit plan ilimdendir.

Tahtın gelmesinden sonra Süleyman aleyhisselâm maiyyetine şu emri verdi:

— O kadın için tahtını yabancılaştırın, o değilden gösterin. Bakalım doğruyu bulacak mı? Kendi tahtı olduğunu bilecek, vaziyeti kavrayacak, hakikati anlayacak mı? Yoksa yola gelmezlerden mi olacak?

Tahtının getirilmiş olması hayret verici bir tasarrufla mülk ve saltanatının elinden alınmış olduğuna delâlet eder. Böyle müthiş bir anda o tahtın, onun tahtı değilmiş gibi gösterilmesinde ve değişiklikler yapılmasında büyük bir nezaket ibraz edilmiş ve bununla Belkıs'ın istidadı üzerinde, bir tecrübe yapılmak istenmiştir.

Belkıs, Süleyman aleyhisselâmın huzuruna geldiği zaman:

— Böyle mi senin tahtın, denildi.

Bu senin tahtın, denilmedi, o değilmiş gibi gösterildi.

Sebe' melikesi Belkıs:

— Sanki o, o bununla beraber bize bundan evvel ilim verildi. Bu mucizeden önce Hüdhüd'ün mektup getirmesi gibi müşahade ve diğer duyduklarımız ile Allahu Teâlâ'nın kudretine ve senin peygamberliğinin doğruluğuna ilmimiz hâsıl oldu. Ve müslüman olduk, inandık teslim olduk, dedi.

Hiç şaşırmadan vaziyeti olduğu gibi kavrayarak idarei kelâm etti. öyle de evvel niye gelmemişti? Daha evvel Allahü Teâlâ'dan başka taptığı şeyler, dünya saltanatı kendisini alıkoymuştu. Çünkü kâfir bir kavimden idi.

Kendisine köşke girmesi söylendiği zaman köşkün etrafını görünce bir deniz sandı ve inciklerinden

Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâm:

— O sırçalardan döşenmiş cilâlı, parlak bir meydandır. Bir sırça saray ve içinden meydanına kadar büyük bir havuz yapılıp su salınmış, içine balık vesair deniz hayvanları konulup üzeri şeffaf cam ile döşenmiştir.

O zaman Belkıs şöyle dedi:

— Ey Rabbım!. Şüphe yok ki ben önceden nefsine zulmetmişim, boş şeylere tapmışım. Şimdi Süleyman'ın yanında islâm'a erdim, âlemlerin Rabbı Allah'a teslim oldum.

Müfessirlerin ekserine göre Süleyman aleyhisselâm Belkıs'ı zevceliğe kabul etmiş ve mülkünde bırakmıştır.

Ataları Sebe ibni Yeşcüb ibni Ya'rub ibni Kahta'nın namıyla anılan Sebe kavmi önceleri Güneşe taparlarken, melikeleri Belkıs idaresinde Hz. Süleyman'a itaat ederek memleketlerini kurtardıktan başka hayli yükselmişlerdi. Merkezleri ve meskenleri Yemen'de Me'rib şehri idi.

Vaktiyle bunların iskân ettikleri yerde bir ibret vâki olmuştu. Şöyle ki; sağ ve soldan iki Cennet, iki taraflı bağlar ve bostanlar hal lisanı ile diyorlardı ki:

— Rabbınızın rızkından yiyin de O'na şükredin. Bu nimetlerinin kıymetini bilerek ona göre ibadette bulunun. Çünkü beldeniz bir belde, tayyibe, gayet hoş bir belde. Rabbınız mağfireti çok bir rab. Önün için şükrünü bilin de iyi hizmetler edin.

Fakat buna Sebe'liler itiraz ettiler. On üç peygamberleri kendilerini hakka davet ettikleri halde şükürden kaçındılar, hizmetine bakmadılar. Bu hareketlerinin bir cezası olarak da Allahü Teâlâ üzerlerine Arim deresinin ve seddinin selini salıverdi.

./.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Bu Arim şeddi öyle ihtişamlı idi ki, ilk olarak Sebe ibni Yeşcüti tarafından yapılmış ve ona yetmiş kadar çay akıtılmış, uzak vadilerin selleri içerisine çevrilmişti. Daha sonra Yemen kabilelerinin babası olan Hmıyer tamirler yapmış, Lokmanı Ekber ibni Ad taşlarını kalay ve demirle perçinlemiş, Zülkarneyn inşaalarda bulunmuş, Belkıs da iki dağ arasını taş ve zift ile kapatarak menbâ ve yağmur sularını biriktirmiş, sulama ameliyesi için lüzumu kadar arklar bırakmıştı. Seddin sahası beşbin metrekare olduğu rivayet edilmektedir.

Arîm selinden sonra Sebe kavminin o iki Cennetleri, iki taraflı bağ ve bostanları buruk yemişli, acı ılgınhk, kekremsi sidirlik halinde iki harap Cennete çevrildi. Allahü Teâlâ bunu onlara nimete nankörlüklerinden dolayı belâ kılmıştı. Çünkü o, hep öyle çok nankör olanları cezalandırır.

Allahü Teâlâ Sebe kavmine, mübarek kılıp bereketlendirdiği Şam beldeleri ile sırt sırta bitişik bir vaziyette köyler ihsan etmiş ve o beldelerde gidiş ve gelişleri muayyen ölçü üzere tertip ve tanzimde bulunmuştu. O köylerin her biri yolcular için birer istasyon ve birer konaklık halinde idi; birinden çıkan kişi azık taşımadan, açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine gidebiliyördu. öyle ki o açık köyler içinde gecelerce ve gündüzlerce emniyet ve asayiş içinde gidip gelmek imkânı her zaman mevcuttu, öyle intizamlı, öyle emniyetliydi. Ciddî bir süvari iki aydan fazla bu mâmûrelik içinde giderdi ve dört aylık mesafeden ahali yekdiğerinden ateş alıp verirlerdi. Böylece yalnız Sebe değil, Yemen'den Şam'a kadar Arabistan'ın bütün vaziyeti bu şekilde bir mâmûrelik içindeydi ki çok dikkate şayandır.

İşte bu nimete karşı da Sebe'liler nankörlük yaparak:

— Ey Rabbımız, bizim bu seferlerimizin mesafesini uzaklaştır, dediler.

İsrail oğullarının hayır olan yüceyi, aşağı nesneye değişmek istedikleri gibi bunlar da o mâmûriyetten bîzarhk gösterdiler, onların aralarından kalkarak aralarına uzun mesafelerin, sahraların girmesini istediler. Zira belâlarını aradılar. Halis müminlerden ibaret bir bölükten başkası Şeytana uydular, onun ardınca sürüklendiler. Allahü Teâlâ da kendilerini efsânelere, masallara çevirdi ve didik didik darmadağınık etti; Gassan Şam'a katıldı, Emmar Yesrib'e, Cüzam Tihâme'ye, Ezd Umman'a vesaire...

Şüphesiz ki Sebe'lilerin bu kıssasında çok şükredecek her çok sabırlı için elbette alacak delâletler vardır. Çok şükredici olmak için çok sabırlı olmak lâzımdır, işte böyle çok sabırlı olup çok da nimetlere ermek ve çok şükredici olmak şânından olan kimseler için burada mühim ibretler bulunmaktadır. Heva ve heveslerini zabtedip zahmetlere, meşakkatlere tahammül ederek vazife ve ibadetlerine çalışan sabırlı kimseler memleketlerini Allah'ın yardımıyla Cennet gibi imâr eder, nimetlere eserler. Allah'ın pek az olan şükredici kullarından olmak isteyenler de o nimetlerle azmayıp yine sabır ve sebat ile şükrüne başlayarak sabır ehli cihadı içinde bulunurlar..

Hz. Süleyman Beyt'ül Makdis'i yaptırdığı sırada çağırdığı san'atkârlar içinde sanat hilelerine vakıf bir takım Şeytanların kurdukları bir ihtilâl yüzünden bir müddet nüfuzunu yitirmiş yahud tahtından ayrı düşmüş; bu suretle tahtında ya kendisi kuvvetsiz bir cesed hâlinde hükümsüz kalmış, yahud tahtı da işgal olunup ona kırk gün kadar heykel gibi birisi oturtulmuştu. Mason tarihlerinde mason cemiyetlerinin Süleyman aleyhisselâm aleyhine yapılan bu ihtilâl hareketlerini esas kabul ettikleri ve reisinin hatırasına hürmet ettikleri soylenmektedir.

Süleyman aleyhisselâmın mülkünde fitne çıkıp hükümetini kaybettiği zaman insan ve cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlikte ileri gitmişti. Bu fitneyi çıkaranlar içinde bir takım hilekâr san'atkârlar da vardı, işte tamamen düşman ve vahiy menbâından uzak olan bu şeytanlar, olan ve olacak hadiseler hakkında kulak hırsızlığı ile bir takım bilgiler edinirler ve bunun birine yüzlerce yalan ve uydurmalar karıştırarak gizli gizli neşriyatta bulunurlardı. Buna vasıta olmak için de kâhinleri seçerler ve onlara telkinler yaparlardı. Bazı haberleri doğru çıktıkça kâhinler bunlara güvenir, bunun yanında binlerce uydurmalar \ da yayarlardı. Derken bu kâhinler bunları topladılar, cin çağırmak ve gönül sinirlemek hakkında türlü türlü sihir ve efsun kitapları yazdılar. Bu arada geçmiş ve gelecek şeyler hakkında haberlere benzer efsâneler, masallar, romanlar, yalanlar, dolanlar neşrettiler. Tarihî hâdise ve hakikatler tahrif olunarak insanların fikirlerini aldatacak yanlış ve eğri yollara sevkedecek hurafeler neşrolunur ve bunlar arasına bâzı ilmî, hikmetli şeyler karıştırılarak suistimal edilirdi. Bu suretle «cinler gaybi biliyor» diye şayi olmuş ve bu şeytanların uydurma ve düzmeleri yüzünden fitne çıkmış, Süleyman aleyhisselâmın hükümeti bir müddet için elinden gitmişti;

Bu fitne olduktan sonra Süleyman aleyhisselâm tevbe ile Allahü Teâlâ'ya sığınıp tekrar tahtına döndü ve şöyle dua etti:

— Ya Rab!. Bana mağfiret buyur, her ne kusur ve hatâ sâdır oldu ise afv ve kereminle ört. Ve bana öyle bir mülk bağışla ki benden kimseye gerekmesin, benim halime münâsip, bana mahsus bir mucize olsun, öyle anlı şanlı bir mülk ver ki ben ona nail olup öldükten sonra «Dünya mülkünün vefası olsaydı Süleyman'a olurdu» denilsin de kimsenin Dünya mülküne hırs ve rağbeti uygun olmasın.

Bu duâsıyla daha ziyâde Dünya mülkü değil, Âhiret mülkünü talep eden Süleyman Aleyhisselâmın bu isteğiyle Allahü Teâlâ onun emrine rüzgârı verdi. O rüzgâr ona bağlı idi ki bir memur gibi onun emriyle tam itaat içerisinde istediği yere akardı. Süleyman aleyhisselâmın emrindeki bu rüzgârın bütün şu rüzgârlar olmayıp hususî bir rüzgâr olduğu ifade edilmiştir. Çünkü diğer rüzgârlar ihtiyaç vakitlerinde umumun menfaati içindir. Yani IIz. Süleyman isterse bütün âlemin rüzgârını tutabilirdi demek değil, havada bir cereyanına tasarruf ctlcbilir ve onunla dilediği yere gidebilirdi. O bir rüzgâr idi ki sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir aydı, Şer'an bir günlük yol altı saat olduğuna göre otuz kilometre itibar edilirse gidişi dokuz yüz kilometre, gelişi de dokuz yüz kilometre olarak bin sekiz yüz kilometre mesafe kateder. Burada dünya mülkünün bir rüzgâr gibi gelip geçici olduğuna da bir telmih vardır:

Seyretti heva üzre denir tahtı Süleyman Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde

Allahü Teâlâ, fitnenin menşei olan Şeytanları da Süleyman aleyhisselâmın emrine verdi. Bu Şeytanlar bir takım sanat dehalarına sahip olup üç mertebeye ayrılıyordu. Birinci kısmı her türlü yapıcılık, bina yapma san'atının her çeşidini bilen mimar, usta ve kalfalardı, ikinci kısmı deniz diplerine dalmakta mahir,olan dalgıçlardı. Üçüncü kısmı ise diğer san'atlara vakıf olan insan ve cin şeytanlarını içine almaktaydı. Bunlar şer ve fesadlarına meydan verilmeyecek şekilde birbirlerine zincirlerle çatılı şekilde sıkı bir kayıt ve zabt altına alınmışlardı.

Hz. Süleyman'ın emrine bizim izah edemeyeceğimiz gizli mahlûklar olan Cinlerden de verilmişti. Bu cinler san'at sırlarını bilen san'atkârlardı ki Süleyman aleyhisselâm ne isterse yaparlardı. Çünkü azıcık bir sapma ile yanacak vaziyette ateş kenarında şiddetli bir tazyik içinde çalışıyorlardı. Bunlar Hz. Süleyman'a mihraplar, mescidler, çeşitli nakışlar, çanak şeklinde havuzlar ve gerek topraktan, gerek diğer madenden yerinden kalkmaz, ağır ve sabit çömlekler, tencereler ve kazan gibi yemek pişen kaplar yaparlardı.

Allahü Teâlâ bunlardan başka Süleyman aleyhisselâma ilâhî bir ihsan olan bir san'at ilmiyle erimiş bakır madenini sel gibi akıttı ki bunun Yemen'de vaki olduğu rivayet edilmiştir.

Allahü Teâlâ bu ihsan ve saltanatlarını kendisine bağışladıktan sonra Süleyman aleyhisselâma şöyle buyurdu:

— Bunlar bizim, bahşişimiz, vergimizdir. Artik diledigine kerem et, ihsan et, dilediginden de men et ya Süleyman. Hesap yok. Zira tasarruf sana verilmiştir. Hesabi olmayan bir bahşiştir bu. Dünyada böyle olmakla beraber, şu da muhakkak ki ona huzuru izzetimizde şüphesiz bir yakinlik ve cennette güzel bir merci ve makam vardir.

Süleyman aleyhisselâm emrine verilen bu Şeytanlar ve Cinleri Beyt'ül Makdis'in inşaasinda çaliştiriyor ve onlara bu mukaddes mabedi yaptiriyordu. Allahü Teâlâ da, ömrü tamam olduğu için bu peygamberinin ölümüne hüküm verdi. O Cinlere ve Şeytanlara Hz. Süleyman'in ölümünü sezdiren olmadi. Bir yıl kadar asasina dayali olarak kaldi. Ancak bir güve böcegi yere dayandigi asasini yiyordu. Bu böcegin degnegini yemesi sebebiyle Süleyman aleyhisselâm yere yıkıldığı zaman anlaşıldı ki, Cinler eğer gaybı bilir olsalardi o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardi, înşaasına memur olup da bir yilda zahmetle tamamladikları Beyt'ül Makdis'i yapmazlardı.

Süleyman aleyhisselâm mülkünde fitne çikaran Şeytanlar ve Cinleri Allahü Teâlâ'nın yardimiyla mağlûp edip hepsini zapt altında emrine aldıktan sonra, onların meydana getirdiği sihir kitaplarını toplatmış ve tahtının altında bir mahzene gömmüştü. Vefatından bir müddet sonra hakikate âşinâ olan alimler de kalmayınca Şeytanlardan insan suretinde birisi çıkıp: - Ey insanlar!, bilmiş olunuz ki Davud oglu Süleyman peygamber degil bir sihirbazdı; cinleri şeytanları ve rüzgârları hep sihir ile büyülerdi. O neye erdi ise sihir ilmi ile erdi. İnanmazsanız sarayını arayınız, sakladığı kitaplarını bulursunuz, diye ilân etti ve bu kitapların gömülü olduğu yeri gösterdi.

Bunun üzerine orayı açtılar ve hakikaten bir çok kitap çıkardılar. Bunlar sihir ve efsâne kitaplarıydı. Bu vaziyet karşısında «Süleyman sihirbazmış, hükümetini sihir ile idare edermiş» diye şayi oldu. Diğer bazı müfessirlerin rivayetine göre bu kitaplar Hz. Süleyman'ın vefatindan sonra yazılıp gömülmüş ve bir takımlarının üzerine veziri Asaf İbrü Berhiya'nin eseri gibi sahte unvanlar konulmuş, ayni hile ile neşredilmiştir.

Zaten Mısır'dan beri Israil oğulları arasında sihir ve hokkabazlık meşhûl değildi. Fakat bu defa başka bir renk almış; bir taraftan siyasî ve içtimaî entrikalarla Süleyman aleyhisselâmın devleti aleyhinde takip edilmig, diğer taraftan onun dünyayı sihirleyen ilmi diye onun nâmına iftira ile itibar kazandırılmak istenilmiştir. Sonradan İsrail oğulları Süleyman aleyhisselâma bir Peygamber değil, sihirbaz bir hükümdar nazarı ile bakarlarmış. Ve bunun için İsrail oğulları hususiyle hükümetlerini kaybettikten sonra milletler arasında gizli yollarla bu kabil neşriyatı revaçta tutmaktan ve hüner şeklinde sihirbazlık etmekten geri kalmıyorlardı. Ne zaman ki Hatemül enbiya olan Peygamber Efendimiz geldi ve Tevrat'ı söz konusu etti. O zaman dönüp bununla mücadeleye başladılar. «Peygamberlik yolu ile buna karşı koyamayacağız, biz ne yapsak Cibril ona haber veriyor» dediler ve Cibril aleyhisselâma düşman oldular. Tevrat'ı da büsbütün arkalarına atarak sihir ve uydurma yoluna saptılar. Bu şeytanî eserlere uyarak «Süleyman, Muhammed'in dediği gibi Peygamber değildi, sihirbaz bir hükümdardı, sihirlerini mucize gibi gösterirdi» diye iftira ettiler. Bunların iddialarına göre Hz. Süleyman'ın -hâşâ- kâfir olması lâzım geliyordu. Çünkü sinirin bu derecesi küfür olduğunda şüphe yoktur. Halbuki Süleyman aleyhisselâm kâfir değildi. Lâkin otta sihirbaz diyen şeytanlar küfre daldılar ki insanlara sihir öğretiyorlardı, halkı kandırıp sapıtıyorlar ve bunu talim ediyorlardı.

Bu insan ve cin şeytanları sırf kendi uydurmaları olan sihri bir de eski bir medeniyetin beşiği bulunan Babil şehrinde Harut ve Marut ismindeki iki meleğe indirilenleri insanlara, o zamanki İsrail Oğullarına Babillilere ilham yoluyla Allah tarafından bir imtihan ve tecrübe olarak öğrettikleri yaratılış sırlarından bazı garip harikalar, hakikatte sihir değildi, fakat şer ve fesad ehli elinde sihir için kullanılarak küfre öğretiyorlar ve böyle yapmakla kâfir oluyorlardı. Halbuki Harut ve Marut bunu insanlara öğretecekleri zaman «bizim belleteceğimiz şeyler fitneye yönelticidir ve sihir yapılarak kötüye kullanılması küfürdür. Sakın bunları öyle öğrenip ve yapıp da küfre girme» demedikçe ve bu yolda nasihat etmedikçe onları bir kimseye belletmezler, gelişi güzel herkese talim etmezler, suistimalden, küfürden ve sihirden men'ederlerdi. Böylece bazı sırları öğrenen Babil ahalisi bunların şerre de elverişli olduğunu ve suistimalinin küfür olacağını öğrenmişlerdi. O halde bu iki meleke indirilen ve Babil halkına ilham yoluyla öğretilen bu şeyler aslında sihir değildi. Lâkin sihir halinde kullanılabilir ve böyle kullanılması apaçık küfür olurdu. Aslında her ilim muhterem ve büyüklüğü nisbetinde ilmî haysiyetle hayra ve şerre müsaiddir. İlim ne kadar ince ve yüksek olursa şer ve fitne ihtimali de o ölçüde büyük olur. Bundan dolayıdır ki hakkın alâmeti olan hakikî dini, doğru yolu isbat ve kuvvetlendirmek için Allahü Teâlâ tarafından ihsan olunan mucizeler, kerametler, ve sair ilimler, hikmetler, feriler bahane kabul edilerek âlemde ne kadar melanetler ve küfürler yayılmıştır ki bunların hepsi haram ve küfür olan sihir cümlesine dahildir. Bu ise ilmin aslındaki ilmî haysiyeti değil, amelî haysiyetidir, ilim güzel kullanılırsa zehirlerden ilâçlar yapılır, kötüye kullanıldığı takdirde ilâçlardan zehirler husule getirilir. Hattâ bunun için şeriat alimlerinin ekseri şunu istidlal ve istinbat etmişlerdir: Zatînde şer'an haram olan hiç bir ilim yoktur. Hattâ şerrinden korunmak için sihri bilmek bile haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve küfürdür. Öğreniminin de bu haysiyetle kayıtlı bulunması, gerekir. Hâsılı sihrin mahiyeti asıl amelî haysiyetlidedir ve sihir bir amelî ilimdir. Bir, şer ve hile sanatıdır. Ve bu amel baza hakikat ilimlerine kayıtlı olabilir ve onların suistimali ile sihir yapılır; meselâ, elektrik bahsi bugün mühim bir ilim ve elektrikçilik mühim bir san'attır. Bunun kötüye kullanılmasından ve şer yollarında tatbik edilmesinden de bir çok sihirler yapılması mümkündür. Lâkin bunun böyle olmasından, elektrik ilminin aslında bir, sihir olması lâzım gelmez, işte Babil'de Harut ve Marut ilhamiyle öğretilen şeyler de buna benzer bir hâdisedir. Bunun için bu öğretilenler esasında melekî bir kıymette oldukları halde tatbik cihetiyle sihre müsait olmuştur. Demek ki sihir sırf şeytanî bir şeydir ve başlıca iki kısımdır. Birisi Şeytanların sırf kendilerinden uydurdukları düzmelerdir. Diğeri de Babil'deki gibi esasında melekî olan bazı ilimler garip san'atların kötüye kullanılmasından hâsıl olmaktadır.

Artık burada melekler sihir öğretirler mi diye bir sual ve cevap ile münakaşaya mahal yoktur. Melek sihir öğretmez, lâkin meleklerin hayır için öğrettikleri hakikatler, küfür ehli ve şeytanlar elinde, şerde kullanılmak için sihirde de kullanılabilir. Nitekim bunu Önce Babil'liler yaptılar. Bunlar bu iki meleğin ilhamı ile keşfedip belledikleri Semavî ve Arzî, ruhanî ve cismânî kuvvetleri ve bunların karıştırılmasından meydana gelen bazı mühim san'atları tabiat ve yıldızlara isnad ederek küfre girdiler. Bu sebeple Gıldanî sihri, tılsımat, kalfatriyat namıyla bir nevi şöhret buldu. Sonra bir takım insan ve cin şeytanları da Süleyman aleyhisselâmın devletine karşı kısmen bunu ve kısmen de kendi uydurdukları düzmeleri takip ve tatbik etmişler ve bu suretle siyasi, içtimaî bir çok fesadlar çevirmişler ve hükümet ve devlet işleri için bu sihirleri bir ilim diye yayıp itibar sağlamak yoluyla küfür icra etmişlerdi. O zamanın halkı olan İsrail oğulları bunları onlardan öğreniyorlardı ve milletler arasında bu yolu takip etmekten geri kalmıyorlardı. Nitekim Hatemül enbiya Efendimizin Peygamber olarak gönderilişi üzerine Kur'ân'ın icazı karşısında Allah'ın kitabı Tevrat'ı tamamen arkalarına atarak büsbütün bu şeytanlara tâbi oldular.

Kitabullahı arkalarına atarak Süleyman aleyhisselâma karşı o şeytanların takip ettikleri şeylere uyan (ehli kitap) Yehudî kavmi, bu kafir şeytanların öğrettiği bu iki nevi sihir kitaplarından koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenmişlerdi. Yani bunlar bu yol ile karı ile koca arasını bile ayırabilecek fesadlar çeviriyorlardı. Bunu yapabilecek olan kimselerin sihirlerle cemiyetlerde ne büyük fitneler çıkarabileceğini kıyas ediniz. Karı ile kocasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir içtimaî bağı kıranlar, bu cemiyetlere neler yapmazlar; komşular, hemşehriler arasında neler yapmazlar; milletin ferdlerini birbirine mi düşürmezler? Hükümet ile halkının arasını mı açmazlar? ihtilâller mi çıkarmazlar? Görülüyor ki sihrin en büyük tesiri ruhlar üzerindedir, fikirleri bozar, kalbleri çeler, ahlâkı berbat, cemiyetleri perişan eder. Bu bakımdan sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır ve böyle sihirbazlardan sakınmalıdır. Bununla beraber bunları yapanlar Allahü Teâlâ'nın izni olmadıkça kimseye hiç bir zarar yapamazlar. Hakikî tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatta, ne ruhta, ne gökte, ne yerde, ne şeytanda, ne de melektedir. Hakikî tesir sahibi ancak Allahü Teâlâ'dır. Fayda ve zarar da ancak O'nun izniyle hâsıl olur. O halde her şeyden önce Allah'dan korkmalı ve Allah'ın himayesine girmelidir. Ve bunlara karşı koymak için de Allah'ın Kitabına sarılmalıdır. Allah'ın kitabını arkalarına atan bu sihirbazların her halde malûmdur ki Kitabullahı satıp da sihri alan bir kimsenin elbette âhirette hiç bir nasibi yoktur. Bunun sonu apaçık hüsrandır. Allahü Teâlâ'nın celâli hakkı için, bunların kendilerini sattıkları şey ne kötü şeydir amma bilir olsalardı. Gerçi bunlar sihrin sonu ve sihirbazın âhiretten nasibi olmadığını ve sihre aldananın sonunun apaçık hüsran olduğunu bilirler, fakat bir taraftan bu bilgileri ile amel etmedikleri için hareketleri cahilanedir. Diğer taraftan ahiret nasipsizliğinin dehşetini bilmezler ve sihrin asıl zararı diğerlerinden ziyade yapanlara ait olacağını ve ömürlerini nasıl çirkin bir şeyde geçirdiklerini bilmezler. Allahü Teâlâ'nın rahmetinin genişliğine bakınız ki kendilerine yine şu merhametli nasihati inzal buyurmuştur:

— Bunlar bütün bu kötülükler ile beraber îmân edeler de Allah'dan korkarak bu fenalıklardan sakınsalardı, elbette Allah tarafından verilecek bir sevab bütün o yaptıklarından ziyade haklarında hayır olurdu. Fakat bilir olsalardı.

(Neml, Bakara, Sâd, Ahzâb ve Sebe Sûreleri)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]Hz. ŞA'YA'NIN ŞEHADETİ[/h][h=2][/h]İsrail Oğullarında bir çok hadiseler vuku bulmuş, günahlar işlenmişti. Allahü Teâlâ, bunlardan dolayı azap vermemiş kendilerine ihsan ve lütuf ile muamelede bulunmuştu. Nihayet İsrail Oğullarının Sıdıka nâmındaki hükümdarları zamanında hadiseleri büyümüştü. O zaman da Şa'ya aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmiş ve Babil hükümdarı Sencarib'in hücum ve istilâsı defedilmişti.

Şa'ya ibni Esmıya aleyhisselâm, Isa ve Muhammed aleyhisselâmı müjdeleyen bir peygamber idi. Hükümdar Sıdıka, onun vahy ve nasihatleri ile amel etmiş ve muvaffak olmuştu. Fakat bu hükümdar vefat edince îsrail Oğullarının işleri karışmış, hükümette nefis mücadelesine düşmüşler, birbirlerini öldürmeye başlamışlardı. Şa'ya aleyhisselâmı dinlemiyorlar, nasihatlerini kabul etmiyorlardı. O zaman Allahü Teâlâ, Şa'ya aleyhisselâma, kavmi için onun lisanı üzere vahiyde bulunacağını beyan etmiş ve onun lisanını vahy ile konuşturup şöyle buyurmuştu:

— Ey Semâ dinle, ey Arz sus! Zira Allahü Teâlâ İsrail Oğullarının halini anlatacak. O İsrail oğulları ki, onları nimetiyle büyütmüş, kerameti ile mümtaz ve faziletli kılmıştı.

Halbuki onlar zayi olmuş çobansız davar gibiydiler. Öyle iken ürkenlerini yatıştırdı, kaybolanlarını topladı, kırıklarını sardı, hastalarını tedavi etti, zayıflarını semizlendirdi, semizlerini muhafaza etti. Vaktâ ki bunu yaptı, onlar azdılar, koçları tosuşmaya başladı, biribirlerini öldürüyorlar, hattâ kırığı kendine sarılacak sağlam bir kemik kalmadı, vay bu hatalı ümmete! Vay şu hatalı kavme ki ölümün kendilerine nereden geldiğini idrak etmiyorlar. Deve bile vatanını hatırlar da ona döner gelir. Eşek bile üzerinde doyduğu bağı hatırlar da ona rücû eder. Öküz bile semklendiği şenliği hatırlar da ona avdet edip gelir. Bu kavim ise deve değil, eşek değil, öküz değil, akıl sahipleri oldukları halde ölümün kendilerine nereden geldiğini farketmiyorlar. Ben onlara bir temsil yapacağım dinlesinler, söyle onlara:

Bir zaman boş, harab, refahdan halî ölü bir arazi vardı ve bunun kuvvetli ve bilgili bîr sahibi vardı da onu imara başlamıştı. Kendi kuvvetli iken arazisinin harab olmasını veya âlim iken zayi etti denilmesini istemedi, etraf mı duvarla çevirdi, içinde yüksek ve sağlam bir köşk yaptı, ortasından ırmak geçirdi, zeytinden, nardan, hurmadan üzümden ve türlü türlü meyvelerin hepsinden çeşit çeşit ağaçlar dikti ve onu kuvvetli emin, himmet sahibi bir muhafızın muhafazasına da tevdi eyledi, büyümesini beklemeye başladı. Vaktâ ki ağaçlar tomurcuklandı ancak, meyveleri keçi boynuzu çıktı. O zaman,, ay bu ne fena yer! Bunun duvarını, köşkünü yıkalım, ırmağını kapayalım, bekçisini yakalayalım, ağaçlarını yakalım, olduğu gibi helak harab olsun, refahtan eser kalmasın, dediler. Allahü Teâlâ buyurdu ki: O duvar, benim zimmetimt köşk şeriatım, nehir kitabım, muhafız peygamberim, dikilen ağaçlar da onlar, o ağaçların çıkardığı keçi boynuzu da onların kötü amelleri. Ben de onlara kendilerinin,aleyhlerine yerdikleri hükmü hükmettim. O, onlara Allah'ın darbettiği bir meseldir. Bana, sığır, koyun kesmekle yakınlaşmak istiyorlar. Halbuki et, bana erişmez ve ben, onu yemem. Bana takva ile ve haram kıldığım nefisleri boğazlamaktan sakınmakla yakınlaşmayı bırakıyorlar. Kanlarla elleri boyanmış, elbiseleri bulaşmış halde benim için evler ve mabedler bina ediyorlar ve onların içlerini temizliyorlar da kendi kalblerini ve cisimlerini pisliyorlar ve kirletiyorlar. Benim için evleri ve mabedleri yaldızlı nakışlarla süslüyorlar da akıllarını, fikirlerini tahrip ve ifsad ediyorlar. Benim evler, beyitler yapılmasına ne ihtiyacım var? Ben onlara sakin olmam. Benim nakışlı mabedlere ihtiyacım mı var? Ben onlara girmem, ben onların yükseltilmesini ancak içlerinde teşbihle zikrolunmaklığım için ve namaz kılmak isteyenlere bir alâmet yeri olsun diye emrettim.

Diyorlar ki: Eğer Allah, bizim ünsiyetimizi toplamaya kadir olsa idi elbette toplardı, ve eğer Allah bizim kalplerimizle anlatmaya kadir olsa idi her halde anlatırdı, iki kuru ağaç al, en çok toplandıkları bir yerde cemaatlerine var. O iki ağaca hitaben «Allah size ikinizin bir ağaç olmanızı emrediyor» de. Bunu söyleyince iki ağaç birbirine karışıp birleşiverdi. Bunun üzerine Alahü Teâlâ, buyurdu ki: Söyle onlara, gördünüz ya ben iki kuru ağacı birleştirmeye kadirim. Eğer dileseydim aşırı ülfetinizi cem'etmez miydim? Veya kalblerinize söz geçiremez miydim? Halbuki ona ben şekil verdim.

Diyorlar ki: Oruç tuttuk orucumuz yükselmedi, namaz kıldık namazımız nurlanmadı, tasadduk ettik sadakalarımız çoğalmadı, güvercin gibi inleyerek dualar ettik, kurtlar gibi uluyarak ağladık hiç biri işitilmedi, duamız kabul olmuyor.

Allahü Teâlâ buyurdu ki: Sor onlara benim icabetime mâni olan ne? Ben işiticilerin en işiticisi, nazar edenlerin en basiretlisi, icabet edenlerin en yakını, rahmet edenlerin en merhametlisi değil miyim? Elimde hangisi az? Nasıl olur ki benim ellerim hayra açık, dilediğim gibi sarfederim ve bütün hazinelerin anahtarları benim indimde, onları benden başkası ne açar ne de kapatır. Hakikatte benim rahmetim her şeyi kaplayıcıdır. Yekdiğerine merhamet edenler ancak o sayede ederler. Yoksa bana, bahillik mi ânz oldu? Ben ikram edicilerin ekremi, bütün hayırların fettahı, verenlerin en cömerdi, kendisinden dilek istenenlerin en keremlisi değil miyim? Eğer şu kavim benim kalblerinde parlattığım sonra da kendilerinin onu atıp da Dünyayı satın aldıkları hikmet ile nefislerine bir nazar etselerdi, nereden vurulduklarını görürler ve en büyük düşmanları kendi nefisleri olduğunu yakînen bilirlerdi.

Ben. onların yalan sözle örttükleri, haram yemekle kuvvet almak istedikleri oruçlarını nasıl' kabul ederim? Onların kalbleri benimle harbetmeye, yarışmaya kalkışan, haram kıldıklarımı yırtanlara kulak verip dinleyip dururken namazlarını nasıl nurlandırayım? Veya sadakaları benim indimde nasıl zekâtını bulur ki, onlar başkalarının mallarını tasadduk ediyorlar. Ben o sadakalarla ancak gasbedilmiş sahiplerini ecirlendiririm. Hem dualarına nasıl icabet ederim ki, o ancak dilleriyle bir söz, fiil ise ondan çok uzak. Ben ancak yumuşak ve mütevazî olanları kabul ederim, ancak miskinleri kalkındıranın sözünü dinlerim ve miskinlerin, fakirlerin rızâsı benim rızâmın alâmetindedir. Fakirlere merhamet, zayıflara yakınlık, mazluma insaf, gasbolunana yardım, gaibe adalet, dullara ve yetimlere, miskinlere ve her hak sahibine hakkını eda etseler ya. Bana beşerle konuşmak yarassa idi onlarla konuşurdum. Ve o vakit gözlerinin nuru, kulaklarının işitmesi, kalblerinin kabulü, mâkûlü olurdum, ve o vakit bellerini doğrultur, ellerinin ve ayaklarının kuvveti olurdum ve o vakit dillerini ve akıllarım tesbit ederdim. Sen benim risaletlerimi tebliğ ederek kelâmımı işittikleri zaman: Bunlar uydurma lâflar, naklolunagelen lâkırdılar, sihirbaz ve kâhinlerin düzenlemelerinden bir düzenleme diyorlar. Ve kendileri de böyle bir söz söylemek isteseler yapabilirler ve Şeytanların onlara yapacağı vahy ile gaybe muttali olabilirler diye zannediyorlar. Ve hepsi bu söylediklerini gizliyor, sır tutuyor. Halbuyse bilirler ki ben Semâların ve Arzın gaybını bilirim ve onların gizledikleri ve açıkladıkları şeyleri de bilirim. Ben Semâları ve Arzı yarattığım gün kendime isbat eylediğim bir hüküm hükmettim ve ona önünde müeccel bir ecel tâyin ettim ki elbette o, vaki olacaktır.

Eğer onlar gaybm ilmini intikallerinde sadık iseler, haydi sana haber versinler. Ben o hükmü ne Vakit infaz edeceğim, o hangi zamanda olacak? Eğer onlar dilediklerini yapmaya kadir iseler benim onu icra edeceğim kudret gibi bir kudret izhar etsinler. Ben onu müşriklerin: istememesine rağmen her dinin üstüne çıkaracağım. Eğer onlar dilediklerini söylemeye kadir iseler o hükmün emrini tedbir edeceğim, hitemetin benzerini düzenlesinler. Zira ben Semâları ve Arzı yarattığım gün hükmettim ki nübüvveti ecirler içinde kılayım, mülkü çobanlara, izzeti zelillere, kuvveti zayıflara, zenginliği fakirlere, serveti azalara, şehirleri kırlara, kaleleri çöllere, yükseklikleri enginlere, ilmi cahillere, hükmü ümmîlere tahvil edeyim.

Şimdi sor onlara bu ne zaman? Ve bunun başına geçecek kim? Kimin eliyle ben bu işi açacağım? Bu işin yardımcıları kimler? Biliyorlarsa söylesinler, ben bunun için ümmî bir peygamber göndereceğim. Sert değil, kaba değil, sokaklarda bağırmaz, fuhş ile süslenmez, edebe aykırı söz söylemez, ben ona her güzellik için istikamet vereceğim, her kerîm ahlâkı bahşedeceğim, huzuru elbisesi, iyiliği şiân, takvayı kalbi, hikmeti mâkûlü, sıdk ve vefayı tabiat, iyilik ve afvı ahlâkı, adaleti gönlü, hakkı şeriatı, hüdayı imamı, islâmı, milleti Ahmed'i ismi kılacağım. Dalâletten sonra onunla hidâyet edeceğim, cehaletten sonra onunla tâlim edeceğim, düşkünlükten sonra onunla yükselteceğim, tanınmazken onunla şan vereceğim, aslıktan sonra onunla çoğaltacağım, darlıktan sonra onunla zenginleştireceğim, tefrikadan sonra onunla toplayacağım, muhtelif kalbleri, dağınık arzuları, müteferrik ümmetleri onunla birleştireceğim, ümmetini insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet yapacağım.

O ümmet, beni tevhîd için baım îman ve ihlâs ile iyiliği emir, kötülüğü nehyedecekler, kıyam, kuud, rükû ve sücûd halinde bana namaz kılacaklar, benim yolumda saf olarak ve düşman üzerine yürüyerek mukâtele edecekler, benim rızâma ermek için mallarından, diyarlarından çıkacaklar, ben onlara mescidlerinde, meclislerinde, yattıkları, gezdikleri yerlerde tekbir, tevhid, teşbih, hamd ve medh ilham edeceğim, sokak başlarında tekbir, tehlil ve takdis edecekler, benim için yüzlerini ve taraflarını temizleyecekler, bellerine esvab bağlıyacaklar, kurbanları kanları, kitabları sineleri, gece ruhban, gündüz arslan, O benim bir fazlım ki dilediğime veririm ve ben çok büyük fazl sahibiyim.

Şa'ya aleyhisselâm sözlerini bitirince, İsrail oğulları onu öldürmek için üzerine saldırmışlar, o da kaçıp bir ağaca gizlenmiş, eteğinin dışarda olan ucunu görmüşler, testereyi dayayıp, ağaç ile beraber Allah'ın elçisini biçmişlerdir. Daha sonra Ermiya aleyhisselâmı da hapsetmişlerdir. Allahü Teâlâ da Buhtu Nassar'ı onlara musallat kılıp be'lalarını vermiştir.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
HAZRETÎ ZEKERİYYA VE YAHYA

Zekeriyya aleyhisselâmın nesebi Hazreti Süleyman'a çıkar. Hazreti Zekeriyya marangoz olup elinin emeğiyle geçinirdi. Aynı zamanda Beyt-i Makdis'de imamlık da yapan Zekeriyya aleyhisselâmın yetmiş yaşına kadar evlâdı olmamıştı. Allahü Teâlâ'ya bu hususta yaptığı niyazı üzerine kendisine Yahya aleyhisselâm evlâd olarak ihsan olunmuştur.

Hazreti Zekeriyya bu hususta Allahü Teâlâ'ya gizli ve vicdanî bir sesle nida ederek:

— Rabbim! Artık benim vücudumdaki kemik kısmı ihtiyarlıktan zayıfladı. Başımdaki saç da alev gibi beyazlandı. Bununla beraber ben, Rabbim sana dua ettiğimde, bir hacet dilediğimde hiç geri çevrilmedim. Şimdi ben arkamdan bana vâris olacak taallukâtımın fenalığından hakikaten endişeliyim. Ailem de kısır olmuştur. Bu cihetle Rabbim, kerem Ve inayetinden bana bir salih oğul ihsan et ki, o hem benim malıma, hem de Yakub oğullarından sürüp gelen peygamberliğe vâris olsun. Hem Rabbim, o çocuğu razı olacağın seciyyede kıl! dedi. Allahü Teâlâ da:

— Ey Zekeriyya, biz sana bir oğul müjdeleriz ki, onun adı Yahya'dır. Biz ondan evvel bu adla ona kimseyi adaş kılmadık, buyurdu. Zekeriyya Aleyhisselâm:

— Ey Rabbim! Benim nasıl oğlum olur ki, ailem kısır kalmıştır. Ben de ihtiyarlıktan son hadde gelmişim, dedi. Allahü Teâlâ:

— Hakikaten öyledir. Ancak Rabbin der ki: O bana çok kolaydır. Bundan önce seni de ben yarattım. Sen de bir şey değildin, buyurdu. Hazreti Zekeriyya:

— Rabbim, ailemin hamli hakkında bana bir alâmet bildir! dedi. Allahü Teâlâ:

— Ey Zekeriyya! Senin bileceğin alâmet sıhhatte olduğun hakle bir düziye üç gece, üç gündüz halka söylememendir, buyurdu.

Beyt-i Makdis'de bu vahye mazhar olan Hazreti Zekeriyya Beyt-i Makdis'deki mahfelden kavmine çıktığında hal, hatır soranlara cevap vermeyip: .

— Sabah, akşam Allah'i teşbih ediniz! diye işaret eyledi. Allahü Teâlâ Zekeriyya Aleyhisselâm'a Hazreti Yahya'yi ihsan etti ve kendisine:

— Ey Yahya kitaba sarıl, Tevrat'ı tut! buyurdu. Yahya Aleyhisselâm'a çocuk iken hikmet, Tevrat'ı anlamak kudreti verdi, insanlara merhamet ve hayra karşı sevgi seciyyesi verdi. Bu şekilde Hazreti Yahya halis bir müslüman ve anasına - babasına ihsan edici bir evlâd oldu. İnsanlara karşı aşırı kibirli, Allahü Teâlâ'ya karşı da isyankâr olmadı. Artık hem doğduğu gün, hem öldüğü gün, hem de ba's olunacağı gün ona selâm verildi.

Hazreti Yahya Isa Aleyhisselâm ile teyze çocukları olup, Hazreti isa'yı ilk tasdik eden odur. Bu tasdik, Hazreti Yahya'nın ana rahmine düşmesiyle başlamıştır ki, Hazreti Yahya'nın annesi, Isa Aleyhisselâm'ın annesi Hazreti Meryem'e «benim karnımdaki senin karnındakini tasdik ediyor» demiştir.

Bir Hadîs-i Şerifte buyurulur ki: Dünyanın Allah'a karşı haysiyetsizliğindendir ki, Hazreti Zekeriya'nın< oğlu Hazreti Yahya'yı bir kadın şehîd etmiştir. Meryem'in kefili, Yahya'nın babası olan ve gayz ve iftiralarla şehîd edilen Hazreti Zekeriyya da böyle nezih ve fevkalâde bir rabbani mazhariyyette idi.

Önce Hazreti Yahya otuz yaşında, sonra da babası Hazreti Zekeriyya yüz yaşında şehîdlik rütbesine erişmişlerdir.

(Sâd, Meryem ve Âl-i İmran Sûreleri)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
İFFET NUMUNESİ MERYEM

Hazreti Meryem'in babası İmran olup Süleyman aleyhisselâm neslindendir. Anasının adı da Hanne'dir. Hanne'nin kız kardeşi Işâ da Zekeriyya aleyhisselâmın zevcesi ve Hazreti Yahya'nın annesidir.

Meryem'in babası Imran henüz Meryem, ana karnında iken vefat ettiği için, anası Hanne, doğuracağı çocuğunu Beyt-i Makdis'e hizmetçi yapacağını nezretmişti. Bu itibarla Meryem Beyt-i Makdis'in imâmı ve kendisinin en yakın akrabası olan Hazreti Zekeriyya'ya teslim edilmiş, o da Beyt-i Makdis'in âyette «mihrâb» olarak yâd edilen yüksekte bir hücresini Meryem'in ikâmetine,ayırmıştı, işte böyle kudsî bir makamda ve yüce bir peygamberin maiyyetinde feyizlenen Meryem'in mucizelerle dolu hayatını Allahü Teâlâ Kitabında meâlen şöyle bildiriyor:

«Habibim! Kur'ân'da, Meryem kıssasını ailesinden ayrılıp Beyt-i Makdis'in doğu tarafında bir yere çekildiği zamanı da an!»

«O zaman Melekler şöyle demişlerdi:

— Ey Meryem! Allah sana kendi tarafından bir kelime ile «Ol!» demesiyle vücud bulacak bir çocuk müjdeler! îmran'ın hanımı Hanne:

— Ey Rabbim! Ben karnımdaki yükü, kendimden alâkasını keserek Sana adadım. Hemen adağımı benden kabul et! Beyt-i Makdis'ine hizmet etsin. Sen Rabbim sözümü muhakkak iyi işitir, niyetimi çok iyi bilirsin! demişti.

Kadın vaktâ ki hamlini doğurdu:

— Rabbim hamlimi dişi doğurdum, bununla beraber Allahü Teâlâ onun ne doğduğunu ve erkeğin dişi gibi olmadığını daha iyi bilir. Rabbim! Ben ona Meryem diye de ad koydum. Şimdi ben, onu ve zürriyetini huzurundan kovulmuş şeytanın şerrinden Sana havale ediyorum! dedi.

Bunun üzerine kadının bu dileğini Rabbi, güzel bir suretle kabul buyurdu. Ve Meryem'i güzel bir surette yetiştirdi. Zekeriyya'yı onu idare etme hususunda kefil kıldı. Zekeriyya mahfele Meryem'in yanına her girdiğinde onun yanında taze bir rızık, kâh yazın kış meyvesi, kâh kışın yaz meyvesi bulurdu. Ona:

— Ey Meryem! Bu rızık sana nereden geldi? diye sorardı. O da:

— Allah tarafından! diye cevap verirdi.

Şüphe yok ki, Allah dilediği kişiyi hesapsız rızıklandırır.

Habibim! Meleklerin, husûsiyle Cibril'in:

— Ey Meryem! Allah senin hayâtını, terbiyeni, rızkını kendi üzerine aldı, seni kadınları kirleten hallerden tamamiyle temiz kıldı. Bu husus için seni zamanının bütün kadınları üzerine yükselterek seçti. Ey Meryem! Rabbine dîvan dur da secde ederek, rükû edenlerle beraber eğilerek cemaatle namaz kıl! dediği vakti an!, işte Habîbim! Bu Zekeriyya ve Meryem kıssası senin ve kavminin idrâkinden uzak olan haberlerdendir. Şimdi onu, tarihin bu uzak haberini biz sana vahyedip bildiriyoruz. Yoksa Habibim! îmran oğulları Meryem'i hangisi himâyesi altına alacak diye aralarında fal oklarıyla kur'a attıkları sırada sen yanlarında değildin!. Onlar Meryem'i himaye hususunda biribirlerine karşı gayret gösterirken de yanlarında bulunmadın.

Habibim! Kur'ân'da Meryem kıssasını da an! Hani Meryem ailesinden ayrılıp Beyt-i Makdis'in doğu tarafında bir yere ibâdet için çekilmişti ve onlardan beri bir yer de edinmişti, işte bu inziva halinde Meryem'e biz, Cibril'imizi gönderdik de Cibril ona düzgün bir insan suretine girerek göründü. Meryem iffetinden ona:

— Ben bütün safvetimle senden Rahmân'a sığınırım!. Eğer sen Allah'dan korkar isen benden uzaklaşırsın! dedi.

Cibril:

— Emîn ol, ben sığındığın Rabbin elçisiyim. Ben sâde sana tertemiz bir oğlan vermeye sebep olmak üzere gönderildim, dedi. Meryem:

— Benim için oğlan nasıl olabilir ki, hâlâ bana nikâh ile bir insan dokunmamıştır. Ben bir fahişe de değilim, dedi. Cibril:

— Hakikat dediğin gibidir. Fakat Rabbin: O, bana çok kolaydır. Bu çocuğu biz halka kudretimizden bir delil, tarafımızdan insanlara bir rahmet kılmak için vereceğiz. Artık o, ezelde kaza edilmiş bir emir bulunuyor, buyurdu, dedi.

Bunun üzerine Cibril, Meryem'in gömleği içerisine bir hayat nefhası üfleyerek Meryem İsa'ya hamile oldu. Ve hamli ile ailesinden uzak bir yere çekildi. Doğum başlayınca ağrı onu dayanmak için kuru bir hurma ağacına götürdü. Meryem haya ve teessür içerisinde:

— Ah, keşki ben bundan önce öleydim, unutulmuş, adı anılmaz olaydım, dedi.

Bunun üzerine Meryem'e onun altından yeni doğmuş yavru İsa:

— Sakın mahzun olma!. Rabbin senin altında küçük bir ırmak yarattı. Şu canlanan hurma ağacının dalını da kendine doğru çekip silkele! Üzerine taze hurmalar dökülsün!. Artık ye, iç, gözün aydın!. Şimdi ey Meryem! Kavmine gideceksin, tabiî onlardan birini görürsen: «Ben Rahmân'a sükût orucu nezrettim. Bu adağımı bildirdikten sonra bugün hiç bir insana söz söylemeyeceğim!» dersin, dedi.

Bunun üzerine Meryem çocuğunu yüklenerek onunla kavmine geldi. Onlar:

— Ey Meryem! Sen çok acayip bir şey getirdin. Ey Harun'un hazır olan neslindeki hemşiresi! Senin baban kötü bir kişi değildi. Anan da bir fahişe değildi, dediler.

Bunun üzerine Meryem, İsa'ya işaret etti, buna sorunuz demek istedi. Onlar:

— Beşikteki çocukla nasıl konuşuruz? dediler. İsa onlara karşı dedi ki:

— Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi, beni Peygamber yaptı, insanlara hayırlı kıldı, ben hayatta olduğum sürece bana namaz ve zekât tavsiye ve emretti. Anama da hürmetkar kıldı. Beni bir kibirli, bir yaramaz kılmadı. Artık selâm bana hem doğduğum gün, hem öleceğim gün, hem diri olarak ba's olunacağım gün. İşte şu vasıfları sayılan Meryem oğlu İsa'dır. Hakkında Yahudilerin sihirbaz, Hıristiyanların Allah'ın oğlu diye çekiştikleri «Kelimetullah»dır, Oğul edinmek hiç bir zaman Allah'a gerekmez. Allah bu ithamlardan münezzehtir. O, bir şeyi murad edince ona yalnız «Ol!» der de o şey hemen vücud buluverir. Hem iyi biliniz ki, Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. Şu halde yalnız O'na ibadet ediniz!. Bu yol doğru bir yoldur. Ancak mületler, fırkalar daha sonra kendi aralarında ihtilâfa düştüler. Şimdi artık büyük bir günün görülecek hesap ve dehşetinden azâb ve helak o küfredenlere. Onlar kıyamette bizim dîvanımıza gelecekleri gün neler işitecekler, neler görecekler? Ancak şaşılır ki kıyamette gören ve işiten o zâlimlerin bu hisleri bugün dünyada açık bir dalâlettir. Şimdi onlar gaflet içinde olup imân etmezlerken o hasret ve kıyamet gününün, cennetlik, cehennemlik emri hükme yaklaştığı saatin dehşeti ile o gaafilleri korkut habîbim!. Her halde şu arza ve üzerindeki her ferde biz vâris ve sahip olacağız. Zalimler ise hep bize geri döndürüleceklerdir.»

(Meryem ve Âl-i Imran Sûreleri)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
HAZRETİ İSA VE HAVARİLERİ

Isa aleyhisselâm otuz yaşında iken İsrail Oğullarına peygamber olarak vazifelendirildi. Hazreti Allah bu büyük peygamberinin gelişini Kur'ân'ında meâlen şöyle beyan ediyor:

«Habîbim, Meleklerim Meryem'e şöyle dediklerini de an: Ey Meryem! Allah sana kendi tarafından bir kelime, bir mucize olarak vücud bulacak bir çocuk müjdeler. Onun adı Meryem oğlu Mesîh isa'dır. Bu çocuk sana dünyada ve âhirette şerefli ve Allah'a yakınlardan olarak verildi. O, beşikte iken mucize olacak ve yaşı kemâle erince peygamberlik iktizasınca halka hitâb edecek, aynı zamanda sahillerden olacak. Meryem:

— Rabbim! Benim için bir çocuk nasıl olabilir ki, bana hiç bir insan dokunmadı ? diye cevap verdi. Allahü Teâlâ:

— Hakîkaten öyledir. Ancak Allah neyi dilerse onu yaratır. O bir şeyi murad edince ona, sâde: Ol! der, o da hemen oluverir. Hem Allah ona yazı öğretecek ve eşyaya vukuf, Allah'a ibâdet öğretecek. Tevrat ve incil öğretecek, İsrail Oğullarına da yüce bir peygamber kalacak. Bu suretle ki, İsa onlara: Ben size Rabbiniz tarafından peygamberlik deliliyle geldim. Emin olunuz ki, ben size çamurdan kuş kılığı gibi bir şey düzerim ve içine liflerim de Allah'ın izniyle derhal bir kuş oluverir. Yine Allah'ın izniyle anadan doğma körü ve abraşı iyi ederim, ölüleri de diriltirim. Evlerinizde ne yiyor ve ne biriktiriyorsanız size haber veririm. Ey İsrail Oğulları! Eğer siz imân etmek isterseniz bu haber verdiğim mucizelerde elbette size kanaat verecek kat'î bir delil vardır.»

Hazreti isa'nın ilk imân eden seçkin talebelerinden on iki kişilik ve kendilerine «havariler» denilen bir grup vardı kî, bunlar Allah'ın dinini yaymak için yer yüzüne dağılmışlardı. Kendilerine «İsa'nın Elçileri» de denilirdi. Hazreti İsa bunları yer yüzüne yaymıştı ki, Batris ve Pavlos Roma'ya, Endiravs ve Mettâ ahalisi insan yiyen arza, Bukas Babil'e, Filibs Kartaoa yani Afrika'ya, Yuhanna Eshâbı Kehf'in köyü olan Efsus'a iki Yakublar Beyt-i Makdis'e, Ibni Büleymin Hicaz arzına, Testemir Berber arzına ve havalisine vazifelendirilmişti. İsimlerde rivayetlere göre değişiklikler vardır.

Mettâ incil'inin onuncu babında havariler hakkında şöyle denilmektedir:

«Ve (Hazreti İsa) on iki talebesini yanına çağırıp temiz olmayan ruhlar üzerine onları çıkarmaya ve her hastayı, her hastalığı gidermeye dair onlara kudret verdi. O gönderilen on ikilerin isimleri şunlardır: Eatris ismi verilen Şem'un ile kardeşi Endravs, Zibidi oğlu Yakub ile kardeşi Yuhanna, Filibs, Bertolmavs Torna, gümrükçü Mettâ, Halfi oğlu Yakub Tedavs lakaplı Lebaüs Fanvi Şem'un ve onu ele veren Isharyoti Yehudâ, İsa bu on ikileri gönderip onlara tenbih ederek dedi ki:

— Taiflerin yoluna gitmeyiniz ve Samirîlerin bir şehrine girmeyiniz. Bundan ise İsrail beytinin kaybolmuş koyunlarına varınız ve vardığınız zaman da «Melekûtüssemavât yaklaşmıştır» diye vaaz ediniz, hastalara şifâ veriniz. Cüzzamlıları temizleyiniz, cinleri çıkarınız, karşılıksız aldığınızı karşılıksız veriniz. Kemerlerinizde ne altın, ne gümüş, ne bakır ve yol için ne dağarcık, ne entari, ne ayakkabıları, ne de âsâ temin etmeyiniz. Zira işçi kendi yiyeceğine lâyıktır. Hangi şehire ve köye giderseniz onda kimin lâyık olduğunu sorup, çıkıncaya kadar orada kalınız ve haneye girdiğinizde ona selâm veriniz. Eğer o haneye lâyık ise selâmınız onun üzerine gelsin ve eğer lâyık değilse selâmınız size geri dönsün ve sizi her kim kabul etmeyip sözlerinizi o haneden yahud o şehirden çıktığınızda ayaklarınızın tozunu silkiniz. Hakikaten ben size derim ki, ceza gününde Sedum ve Gamure diyarının hali o şehrin halinden ehven olur. İşte ben sizi koyunlar gibi kurtlar arasına gönderiyorum. Şimdi yılanlar gibi akıllı güvercinler gibi sâdedil olunuz, ancak adamlardan sakınınız. Çünkü sizi millet meclislerine teslim edîp Sinagoglarda dövecekler, hem de benim için onlara ve taifelere şehadet olmak üzere hâkimler ve hükümdarlar huzuruna çıkarılacaksınız. Şimdi sizi teslim ettikleri zaman nasıl ve ne söyleyelim diye endişe etmeyiniz. Çünkü ne söyleyeceğiniz size o saatte verilecektir. Zira söyleyenler siz değilsiniz, sizde söyleyen pederinizin ruhudur. Ve kardeş kardeşi, peder evlâdı ölüme teslim edecek ve evlâd anne - baba aleyhine kalkışıp onları öldürecekler ve ismim için cümle tarafından buğz olunacaksınız. Ancak kim sonuna kadar tahammül ederse o halâs bulacaktır. Size bir şehirde tecavüz ettikleri takdirde diğerine firar ediniz. Çünkü hakikaten size derim ki, insanoğlu gelinceye kadar İsrail şehirlerinin devrini tamamlayacakdınız. Talebe muallimine ve kul efendisine üstün değildir. Talebeye muallimi gibi ve kula efendisi gibi olmak kâfidir. Hane sahibine balezbul dedikleri halde onun hanesi halkına ne kadar ziyade diyeceklerdir. Şimdi onlardan korkmayınız. Çünkü keşfolunmayacak gizlilik ve bilinmeyecek gizli bir şey yoktur. Size karanlıkta dediğimi aydınlıkta söyleyiniz ve kulağınıza söyleneni damlar üzerinde ilân ediniz ve canı öldürmeye kaadir olmayıp cesedi öldürenlerden korkmayınız. Lâkin hem canrhem de cesedi Cehennem'de helak etmeye kaadir olandan korkunuz. .»

Hazreti isa'nın İsrail Oğullarını ve diğer kavimleri irşad için bir çok mucizeler göstermesine rağmen, onlar Hazreti Zekeriyya ve Hazreti Yahya'dan sonra bu yüce peygamberi de ortadan kaldırmak için suikast plânlan hazırlıyorlardı. İsa aleyhisselâm bu durumdan haberdar bulunuyordu, ancak ilâhî emrin tecellîsini beklemekteydi.

Ibn-i Abbas'tan nakledilen bir rivayete göre, Allahü Teâlâ Isa aleyhısselâmı bu zalimlerin elinden Semâya ref'etmek murad ettiği vakit, Hazreti Isa eshabına çıktı. Onlar on iki kişi bir evde bulunuyorlardı.

Allah'ın Resulü o evde bir menbâdan onların karşısına çıktı, başından su damlıyordu da:

— içinizden birisi yakında bana on iki defa küfredecek, dedi. Sonra da benim benzerim kendi üzerine bırakılıp da benim yerime katlolunacak ve benimle beraber benim derecemde bulunacak hanginiz? diye sordu. Yaş bakımından en tazelerinden bir genç «ben!> dedi. Ona «otur!» dedi. Sonra yine aynı şeyi tekrarladı, yine o genç kalkıp «ben!» dedi. Hazreti îsa da «Evet, sen o benim dereceme ulaşacak olansın!» dedi. Bunun üzerine o gence Hazreti îsa'nın benzeri bırakıldı ve îsa aleyhisselâm evdeki bir pencereden Semâya ref'olundu. Derken Yahudilerden Hazreti îsa'yı öldürmek için arayanlar geldi ve onun benzerini tutup öldürdüler, çarmıha gererek idam ettiler. Bazıları Hazreti isa'ya imân etmiş iken on iki defa inkâr ettiler

Bu hususta muhtelif rivayetler vardır, ancak kat'î olan Hazreti isa'nın kâfirler tarafından katlolunmayıp Semâ'ya ref'olunduğu ve düşmanlarının bu işi yapmaları hususunda bir benzetme ve şüpheye düşmüş olmalarıdır. Hakikatini Allah bilir.

Havarilerin dinî tebliğleri üzerine İsrail Oğullarından bir taife imân şerefine erişti ve dine yardımcı oldu. Diğer bir taife de küfre dalıp gitti. Neticede Allahü Teâlâ imân edenleri, düşmanlarına karşı kuvvetlendirdi.

Hıristiyanlar Hazreti Isa hakkında «ilâh, Allah'ın oğlu ve teslis = üçleme akidesi» gibi müfrit telâkkilere saplanmışlardır ki Allahü Teâlâ bunu Yüce Kitabında meâlen şöyle beyan buyurmaktadır: «Ey incil'e imân edenler, dininizde hadden aşırı gitmeyiniz!. Ve Allah'a karşı haktan başka şirk ifade eden sakın bir şey söylemeyiniz. Hakikat şudur ki: Mesih, Allah değil Meryem'in oğlu isa'dır, Allah'ın Resulü, Allah'ın tekvini bir emirle Meryem'in rahmine bıraktığı bir kelimesi ve Allah'dan sadır olan «Ol!» emriyle vücud bulmuş bir ruhtur. Şu halde ey îsa ümmeti! Siz Allah'ın birliğine ve O'nun Peygamberlerine inanınız da, üçtür demeyiniz! Teslisten çekininiz! Sizin için çok hayırh olan Tevhide inanınız! Hiç şüphe etmeyiniz ki, Allah, bir tek ilâhtır. O'nu, oğul sahibi olmaktan tenzih ederim. Göklerde ve yerde her ne varsa hep O'nundur. Bunları idare etmeye Allah'ın gücü yetişir! Oğulun, uşağın yardımına muhtaç değildir, Mesih ise Allah'ın kulu olmaktan ebedî arlanıp çekinmezler. Allah'a yakın olan Melekler de kulluktan çekinmezler. Şimdi her kim Allah'a kulluktan çekinir de kibirlenirse, iyi bilmelidir ki, Allah yarın onları toptan divânına toplayacaktır.»

Teslis, Hıristiyanlığın üç ilâh kabul etme akîdesidir ki, bunlar: Allah, Mesih ve Meryem'dir. Tevhidin, birliğin zıddı olup açık bir şirktir. Daha sonra buna felsefî bir şekil verilerek: Baba, Oğul, Rûhü'l Kudüs; yahut Uknum olarak te'vil ile bir cevhere irca etmişlerdir ki, bu da te'villi bir şirktir. Yine Kur'ân-ı Kerim'e kulak verelim:

Hazreti Allah İsa aleyhisselâm'a:

— Ey Meryem oğlu İsa! «Beni ve anamı, Allah'dan başka iki ilâh tanıyınız,» diye halka sen mi söyledin.? diye sorduğu zaman Isa:

— Allah'ım! Seni şirkten tenzih ederim, ulûhiyet ibadet ortağından uzak tutarım. Kendim için hak olmayan bir sözü söylemekliğim bana düşmez. Şayet onu ben söylemiş olsam gereği gibi onu bilmiş olacaksın. Sen, benim gönlümdeki saklı şeyi bilirsin, halbuki ben zâtindekini bilmem. Çünkü Allah'ım! Sen, bütün gayıpları bilirsin. Ben onlara yalnız bana söylenümesini emir buyurduğun şeyi söyledim. Benim Rabbim, sizin de Rabbiruz olan Allah'a ibadet ediniz! dedim. Ben içlerinde bulunduğum sürece onlar üzerinde dikkatli bir murâkıb oldum, müşrikçe sözlerden uzaklaştırdım. Ne zaman ki beni içlerinden Semâ'ya aldın, üzerlerinde yalnız Sen murâkıb bulundun. Sen de her şeye tamamiyle şahiddin! Onların hallerine, sözlerine vâkıfsın! Şimdi eğer onlara azâb edersen, itiraz edilmez. Çünkü onlar şüphesiz kullarındır. Eğer mağfiret edersen, bu âciz sayılmaz. Çünkü Sen elbette Azîz'sin, Hakîm'sin!»

(Mâide, Nisa ve Âl-i İmran Sûreleri)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
ESHAB-I KEHF = MAĞARA ARKADAŞLARI

Hazreti Isa aleyhisselâmdan sonra încil ehlinin işi karmakarışık, alt üst olmuş, aralarında günahkârlar büyümüş, hükümdarlar azgınlaşmış ve putlara tapar; putlar için kurbanlar keser hale gelmişlerdi. Bu yolda en ileri gidenlerden birisi de Rum hükümdarlarından Dekyanus idi. Bu hükümdar Rum diyarını dolaşıp putperestliği kabul etmeyen Isa ümmetini katlediyordu.

Dekyanus bu gezisi sırasında nihayet Eshâb-ı Kehf'in şehri olan Dekinos'a da indi. İner inmez de îman ehlini takip ve toplanmasını emretti, iman ehli bunu duyduklarından dolayı şuraya buraya kaçıp gizlenmişlerdi. Şehrin kâfirlerinden tâyin ettiği zabıtası, îman sahiplerini takip ediyor, gizlendikleri yerlerden çıkarıp Dekyanus'a getiriyorlardı. O da putlara kurban kesilen mezbaalara sevkedip kendilerini putlara tapmak ile öldürülmek arasında muhayyer bırakıyordu. Alçak dünya hayatına rağbet gösterip de bu katliâmdan korkanlar onun dediğini yapıyorlar, ebedî hayatı tercih edenleri ise öldürüp parçalayıp şehrin sûrlarına ve kapılarına asıyorlardı.

Bu durumu gören bir kaç genç ki, onlar Rum'un asilzadelerinden bir rivayete göre de hükümdarın yakınlarından idiler. Kendileri hür kimselerdi. Bunlar bu vaziyetten çok müteessir oldular, bu fitnenin defi için Allahü Teâlâ'ya göz yaşlarıyla yalvararak namaz kılıp dua ediyorlardı. Zalim hükümdarın adamları bunları ihbar ettiler. Bunun üzerine Dekyanus, onları bir sohbet halinde iken bastırıp huzuruna getirtti ve biraz şeyler söyledikten sonra kendilerini «Ya putlara tapmak veya ölüm»den birini seçmek üzere muhayyer bıraktı. O vakit o yiğitler de Allahü Teâlâ'nın kendilerine verdiği rabıta ve metanetle kıyam edip dediler ki:

— Bizim bir ilâhımız vardır ki, O'nun azamet ve kudreti Gökleri ve Yeri kaplar. O, Göklerin ve Yerin Rabbidir. Biz O'ndan başka birine ilâh demeyiz, asla ibadet etmeyiz. Senin davetine uyma ihtimalimiz ebediyyen yoktur. Doğrusu biz öyle yaparsak o vakit akıldan uzak, haddini aşmış, yalan söylemiş oluruz. Çünkü ondan başka ilâh muhaldir, yalandır. Hükmün ne ise yap!

Böylece bu yiğitler müşriklere karşı baş kaldırıp Allah'ın birliğini, tevhidi ilân ettiler. Hâsılı bu gençler, Allah'dan başka ilâh tanımayan hakikî mü'min idiler, işleri de Allahü Teâlâ'nın hidayetiyle dinlerini korumak için zalim müşriklerin zorlama ve şiddetlerine karşı baş kaldırmak olmuştu. Şirke sapan ve dünya hayatına rağbet gösteren Hıristiyanlara benzemiyorlardı. Hükümdarın ve müşriklerin huzurunda böyle kıyam edip olanca rabıta ve kalb metanetiyle söz birliği halinde tevhidi ilân ederek kendileriyle beraber hakkı söylemeyip şirke sapan kavimlerini tahkir ve takbih ederek şöyle söylediler:

— Bak hele, şunlar, şu bizim kavim Allahü Teâlâ'dan başka ilâh kabul ettiler. Allahü Teâlâ'nın ilâh olduğuna ve Rab olmasının büyüklüğüne Gökler ve Arz gibi açık deliller var. Fakat O'ndan başkasının ilâh olduğuna dair açık bir delil getirseler ya bakalım? Ne mümkün?.. Delilsiz dâva kabul edilir mi? Veya şunun bunun keyfî tahakküm ve tasallutu delil tutulur mu?

Yiğitlerin böyle kıyam edip gereken cevabı vermeleri üzerine Dekyamıs, onların üzerlerindeki asalet elbiselerinin soyulmasını emredip yanından çıkardı ve kendisi mühim bir iş için Ninova şehrine gitti ve geri dönünceye kadar onlara düşünmek için mühlet verdi; kendisinin dediğine uyarlarsa uyarlar, yoksa diğer müslümanlara yaptığını yapacaktı.

Bunun üzerine gençler kavimlerinden de böyle yüz çevirdikten sonra çekilip kendi kendilerine dinlerini muhafaza etmek için karar verip şehrin yakınındaki Benclüs dağında sarp bir mağaraya gizlenmeyi kararlaştırdılar. Her biri babasının hanesinden bir şeyler aldı, bazısını sadaka olarak verdiler, kalanını da nafaka edinerek gidip o mağaraya sığındılar. Burada gece ve gündüz namaz kılıyorlar, Allahü Teâlâ'ya inleyerek, yalvararak niyaz ediyorlardı. Nafakalarına ait işleri Temliha'ya vermişlerdi. O, sabahleyin bir miskin kıyafetine girerek şehre giriyor, lâzım olanı alıyor, biraz da havadis öğrenerek arkadaşlarının yanına dönüyordu.

Dekyanus şehre geri dönûnceye kadar bu şekilde durdular. Zalim gelir gelmez bunları isteyip babalarını getirtti. Babaları onların kendilerine isyan ve mallarını da yağma ederek çarşılarda israf ile dağa kaçtıklarını söyleyip özür beyan ettiler. Temliha bu fena durumu görünce pek az azık alıp ağlayarak mağaraya vardı ve arkadaşlarına dehşeti haber verdi. Hepsi ağlaşarak secdelere kapanıp Allahü Teâlâ'ya yalvardılar, sonra başlarını kaldırıp oturdular, yapacakları iş hakkında konuşmaya başladılar. Derken Allahü Teâlâ bunlara bir uyku verdi, yattılar, nafakaları baş uçlarında olduğu halde uyuyup kaldılar.

Beri tarafta Dekyanus hiddetinden ne yapacağını düşünüyordu. Onları uykuya daldıran Allahü Teâlâ bunun kalbine de mağaranın kapısını kapatmayı getirdi. Bunun üzerine Dekyanus mağaranın kapısının ördürülmesini emretti:

— Açlıktan, susuzluktan ölsünler, mağaraları kabirleri olsun! dedi.

Adamları da öyle yaptılar. Ancak Dekyanus'un hanesinde îmanını gizleyen iki mü'min vardı. Birinin adı Pendros, diğerininki ise Runas idi. Bunlar Eshâbı Kehf'in isimlerini, neseblerini ve kıssalarını iki kuru levhaya yazıp bir bakır sandığa koyarak yapılan duvarın içine koymayı kararlaştırdılar ve bu şekilde yaptılar.

Bu yiğitler öyle bir vaziyette uykuya dalmışlardı ki, görülse uyanık zannedilir, fakat hakikatte ise uykuda idiler. Uykuda oldukları halde gözleri açık, sağa ve sola dönüyorlardı. Köpekleri Kıtmîr ise mağaranın girişinde kollarını serîvermiş bir vaziyette uyuyordu. Üzerlerine çıkıp varılsa muttlak dönülür kaçılır, korkudan donakalırlardı. Zira vaziyetleri öyle heybetli, öyle korkunç idi. Bu itibarla kendilerine kimsenin muttali olması mümkün değildi. Öyle bir rahatlık içinde uyuyorlardı ki Güneş doğduğu zaman mağaralarından sağ tarafına meyillenir, batarken de onları sol taraftan makaslardı. Yani üzerlerine gün bile değmez, değse de nihayet batış sırasında soldan biraz kırkar geçerdi. Çünkü mağaranın vaziyeti buydu. Her tarafı m'ahfuz, ancak kapısı biraz batıya meyilli olarak kuzeye bakıyordu. Onlar ise mağaranın bir geniş yerinde sıkıntısız bir şekilde yatıyorlardı.

Eshâbı Kehf in o suretle Allah için baş kaldırması ve kavimlerini terkedip mağarada böyle yatmaları, Allahü Teâlâ'nın kudret ve rahmetinden bir delil, bir keramettir.

İşte böylece ilâhî bir rahmet olarak bu yiğitlerin o mağarada senelerce uyuyup muhafaza edilmesinden sonra Allahü Teâlâ onları bir delil olarak ba's de etti, ölü diriltir gibi uykudan uyandırdı. Eshâbı Kehf uyandıkları vakit aralarında soruşturmaya başladılar ve içlerinden biri:

— Ne kadar durdunuz, ne kadar uyudunuz? diye sordu. Kimisi:

— Bir gün, diye cevap verdi. Kimi de:

— Bir günden âz, dediler. . Nitekim kıyamette diriltilecekler de böyle sanacaklardır. Bu konuşma esnasında kimi de daha fazla durulduğunu sezerek aralarındaki ihtilâfı kesmek için dediler ki:

— Ne kadar durduğunuzu Rabbiniz en iyi bilir. Binaenaleyh ihtilâfı bırakınız da, hemen birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderiniz, en temiz yiyecek hangisi baksın ve size ondan bir rızık getirsin, çok dikkat ve nezaketle hareket etsin, sakın sizi kimseye sezdirmesin. Zira başınıza binerlerse şüphe yok ki, ya Sizi öldürecekler veya irtidad ettirip milletlerinin dinî putperestliğe döndürecekler. O zaman da ebedî kurtuluş bulamazsınız. Öîdürülürseniz şehîd olur kurtulursunuz ama, dininizden dönüp küfre girerseniz dünyada ve âhirette ebediyyen felaha eremezsiniz.

Hülâs'a böyle konuştular ve bu sözü kabul ettiler de, içlerinden Temliha'yı şehre gönderdiler. Fakat Hüdânın takdirine bak ki, o derece sakınmalarına rağmen Allahü Teâlâ, bu suretle kendilerini tanıttırdı. Çünkü Yemliha'nın elindeki para, o zamanki insanlara göre hayli eski olduğundan dikkati çekmiş ve yakalanmasına sebep olmuştu. Bu şekilde Allahü Teâlâ va'dinin hak ve saatinin şüphesiz olduğunu insanlar muhakkak bilsinler diye, bu duruma muttali kılmıştı. Zira mağarada ne kadar durduklarını bilemeyen Eshâb-ı Kehf senelerce yattıkları yerden kabirden kalkar gibi uyanıp kalktıklarını anlamış ve vaktiyle baş kaldırdıkları müşriklere karşı muvaffak olduklarını ve taleb ve ümid ettikleri ilâhî rahmetin bir tecellîsini görmek ve daha önce îman ettikleri şekilde Alah'ın va'dinin hak olduğunu müşahede ile bilmiş oluyorlardı. Ve bu suretle gerek kendileri ve gerek diğerleri için Kıyametin şüphesiz olduğuna da bir delil ve misâl olmuş bulunuyorlardı.

Eshâb-ı Kehf in uyudukları mağaranın mevkii ile alâkalı olarak muhtelif yerler rivayet edilegelmiştir. Ancak bugün ziyaret edilmekte olan Tarsus yakınlarındaki mevkiin onlara ait yer olduğu bilinmektedir.

Bu kıssaya ait hususlardan biri de onların üç kişi olup kelbleriyle birlikte dört, veya beş kişi olup kelbleriyle beraber altı, yahut da yedi kişi olup kelbleriyle beraber sekiz olduklarına dair rivayetlerdir ki, doğruya en yakın olanı sonuncusudur. Doğrusunu Alahü Teâlâ bilir. Adetlerin bilinmesi kıssa noktası nazarından herkese lâzım değildir. Onları hakkiyle bilenler pek azdır. Çokları bu mevzuuda gaybî taşlamaktan başka bir iş yapmamaktadırlar. Şu hâlde Eshâb-ı Kehf kıssasını yalnız Kur'an'ın beyanına dikkat ederek mütalea etmeli, şundan bundan sormaya kalkışmamalıdır.

Eshâb-ı Kehf'in mağarada uyuma sürelerinin ise üç yüz dokuz sene olduğu yine Kur'an'ın beyanıdır.

(Kehf Sûresi)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]ŞEYTAN ABİDİ YOLDAN NASIL ÇIKARDI[/h][h=2][/h]Kendine ait zaviyede Allahü Teâlâ'ya ibâdetle meşgul olan münzevî bir âbid vardı. Bir kadına da bir hastalık arız olmuştu. Kadının kardeşleri, kendisini, tedavi olur ve şifa bulur ümidiyle bu adamın yanına bırakmışlardı. Zamanla kadın âbidin nefsine hoş göründü ve tuttu zina etti. Kadın bu beraberlikten hamile kalmıştı. Derken Şeytan geldi, ne yapacağını şaşıran âbide:

— «Sen, bu kadını öldür, aksi halde duruma vâkıf olurlarsa onlar seni öldürürler» diye vesvese verdi.

Adam da bunun üzerine kadını öldürüp gizli bir yere gömdü. Fakat sonra cinayet ortaya çıktı ve adamı tutup götürdüler. Giderlerken Şeytan yine geldi ve:

— «Onu sana hoş gösteren ve âna ettiren ben idim, şimdi bana secde edersen seni kurtarırım» dedi.

O adam da secde etti ve dinden çıktı. Adamı yoldan çıkaran Şeytan: «Haberin olsun ki, ben senden beriyim; senin bulaştığına bulaşmam, senin mes'uliyetine iştirak etmem. Çünkü ben âlemlerin rabbi olan Allah'dan korkarım» dedi.

O kimseyi kendisine secde ettirip küfre sokarken korkmamıştı da aldatıp en büyük belâya soktuktan sonra Cehennem'deki azabı hatırlayıp korkacağı tutmuş:

— «Ben karışmam, ne halt edersen et» diyerek savuşuvermişti ki bu da bir şeytanlıktı.

Sonra ikisinin de ebediyyen ateşte kalmaları kendilerinin âkibetleri oldu. Çünkü birisi âmir tavrıyla küfre teşvik etmiş,birisi de tutup bunu yapmıştı. Demek oluyor ki âmirin Allah'a karşı olan mâsiyet emri yapıldıktan sonra memur da mes'uliyetten kurtulamaz. Eğer bu mâsiyet küfür ise, cezası da ebedî olarak Cehennem'de kalıp azap görmektir.

Buhari, Hanbelî ve diğerlerinin Hz. Ali radıyallahu anh'den rivâyet ettikleri bu hadise, Kür'an-ı Kerîm'de «Şeytanın meseli» diye beyân buyurulmuştur.

* * *
 
Üst Alt