Nisa 77. “Kendisine: “Elinizi savaştan çekin, namaz kılın, zekât ve*rin” denenleri görmedin mi? Onlara savaş farz kılındığında, içlerinden birtakımı hemen, insanlardan Allah'tan korkar gibi, hattâ daha çok korkarlar ve Rabbimiz! Bize savaşı niçin farz kıldın, bizi yakın bir za*mana kadar tehir edemez miydin?” derler. Ey Muhammed, de ki: “Dünya geçimliği azdır, âhiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için hayırlıdır, size zerre kadar zulmedilmez.”
Mekke’de İslâm’ın başlangıç dönemlerinde henüz Allah tara-fından savaşa izin verilmediği bir atmosferde Müslümanlar namaz kıl-makla, zekât vermekle emrolunmuşlardı. Rabbimiz mü’minlerin sa*va-şabilecek durumlarının, güçlerinin olmadığını bildiği için onlara: El*lerinizi savaştan çekin, şu anda savaşacak gücünüz yoktur, şimdi sizler savaşı değil de namazı ve zekâtı icra edin. Bireysel bir kulluk olarak namazı ikâme edin ve toplumsal kulluğunuz olan zekâtınızı ve*rin. Böylece bedenlerinizde ve mallarınızda Allah’ın söz sahipliğini kabul edin diyordu. Bu hem o günün Müslümanlarına hem de kıya*mete kadar onların durumunda bulunan, savaşabilecek gücü ve öz*gürlüğü bulunmayan Müslümanlara Rabbimizin bir ilhamı, bir yasası*dır. Yâni güçsüz ve köle durumundaki Müslümanlara bir hafifletme yasasıdır.
Benzer durumdaki Müslümanlar namazlarını ikâme edecekler, namazla Allah’tan mesaj alacalar, namazla Allah’a rapor verecekler, namaz vasıtasıyla Allah’la diyaloglarını kesmeyecekler, namazda al*dıkları mesajla hayatlarını düzenleyecekler, namazda aldıkları mesajı kardeşlerine ulaştırarak zekât verecekler, infakı yaşayacaklar, bencil*liği terk edecekler. Toplum içindeki fakirleri, zayıfları, yetimleri kendi hayat standartlarına çekme kavgası verecekler. Savaş öncesi bir sa*vaş yaşayacaklar. Kendilerini savaşa ve fedâkârlığa hazırlayan bir ha-yat süreci içine girecekler. Kardeşçe yaşayabilecekleri, Müslümanca bir dayanışma ortamı hazırlamaları gerekiyordu. Savaşa girip de öldükleri, şehâdet şerbetini içtikleri zaman da arkada bırak*tıkları konusunda hiç sıkıntı duymayacak bir güvenle savaşa gide*bilme ortamını hazırlamaları gerekiyordu.
İşte bunun için Allah’ın istediği biçimde canlarını, bedenlerini ve mallarını Allah’ın emrine teslim bilincini sağlayacak bir namaz ikâme etmeleri ve zekât vermeleri isteniyordu kendilerinden. İleride grup grup ve tereddüt etmeden Allah için bir savaş ortamında o canla*rını ve mallarını fedâ edebilme deneyiminden geçiriyordu Allah, mü’min-leri.
Düşünün ki daha savaşa gitmeden, bir savaş ortamıyla kaşı kar*şıya gelmeden arkasında bıraktıkları malları mülkleri, hanımları ve çocukları konusunda emin olmayan bir kimsenin savaşta başarılı ola*bilmesi ne kadar mümkün olacaktır? Daha savaşa gitmeden önce e-konomik, sosyal ve siyasal kaygılarla birbirlerine güvenmeyen, bir*bir-lerine hayır etmeyen insanlar birlikte ölüme nasıl gidebileceklerdir? O-muz omuza girdikleri bir savaşta birbirlerine ihanet etmeyeceklerine güvenmeyen insanlar nasıl savaşabileceklerdir? Ama bir toplum ki kalpleri, kafaları Allah’a birlikte boyun bükmekte birleşmiş, aynı safta omuz omuza namazda birleşmiş, mallarına malları, canlarına canları gözüyle bakabilmeye alışmış, Allah ve Resûlünün komutasında bir*leşmiş, Allah ve Resûlünün istediği bir şekilde fedâkârlığa, vefakâr*lı-ğa, diğer gamlığa ısınmış, ne mal, ne mülk, ne dünya, ne saltanat se-bebiyle birbirlerinin hakkını, hukukunu gasbetmeyi zerre kadar bile olsa düşünmeye yönelmeyecek bir ortamda savaş emrini aldıkları zaman elbette o insanlar, o toplum çok rahat bir şekilde Allah yolunda yürüyebilecek ve hiç tereddüt etmeden canını da malını da Allah için gözden çıkarabilecektir.
İşte Mekke’de Rabbimiz Müslümanları bu ortama hazırlamak için namaz kılın, zekât verin ve ellerinizi savaştan çekin buyuruyordu. Ama onlardan bir grup ah ne olurdu bize bir savaş emri verilseydi de savaşsaydık diyordu. Savaşı temenni ediyordu. Ama ne zamanki Me*dine’de savaş emri verilince içlerinden bir grup sanki Allah’tan korkar gibi insanlardan korkuyorlar, hattâ daha fazlasıyla. Evet Allah için gi*recekleri bir savaşta ölümden, yaralanmadan, sıkıntıya düşmekten korkuverdiler. Gerçekten zor bir imtihan değil mi?
Bunlar Allahu âlem savaşa izin verilmeyen dün de, savaş em*rini aldıkları o gün de Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman etmemiş, dilleriyle iman iddiasında bulundukları halde, iman gösterisinde bu*lundukları halde kalpleriyle inanmamış, menfaat ve çıkar ilişkisi içinde bulunan kimselerdir. Rabbimiz kendilerine namaz kılarak zekât vere*rek nefislerinizi temizleyin, böylece Allah için çıkacağınız bir savaşa, Allah için bir fedâkârlığa kendinizi hazırlayın emrine de daha önce teslim olmayıp çıkar duygusuyla hareket eden insanlardır. İşte kendi*lerini namaz ve zekâtla maldan ve candan fedâkârlık yaparak böyle bir ortama hazırlamayan bu insanlar bir savaş emriyle karşı karşıya kaldıklarında korkmaya başladılar. İnsanlardan gelebilecek birtakım tehlikelerden ürküverdiler.
İman ve teslimiyet yönünden çok zayıf olan bu insanlar namaz ve zekât gibi herhangi bir tehlike teşkil etmeyen kulluklar karşısında dindar kesiliyorlar ama savaş gibi kendilerince tehlike boyutunda bir sorumlulukla karşı karşıya kaldıklarında korkudan oldukları yerde yı*ğılıp kalıyorlar. Veya bir çıkar duygusuyla İslâm öncesi savaşlarda ganîmet sevdasıyla gece gündüz koştururlarken şimdi savaşın hedefi Allah için olunca yavaş davranıyorlar. Ölüm korkusuyla savaşı kerih görüyorlar.
Halbuki ölüm her zaman bizim için mukadderdir. Her zaman bizi takip eden, bizi hiçbir zaman bırakmayan ve hesap edemeyece*ğimiz bir zamanda gelip bizi bulacak olan bir gerçektir. Öyle değil mi? İnsanlar savaş yapmadan da ölmüyorlar mı? Kurtulabilen var mı ölümden? Dünya üzerinde savaşan toplumlarda ölüm var da savaş*ma-yan toplumlarda yok mu? Şu anda dünya üzerinde yüz yıllarca ömür sürdükleri halde biz savaşmayacağız, yurtta sulh cihanda sulh içinde bir hayat yaşayacağız diyerek özgürlük ve şereflerini birilerine teslim edip zelilce bir hayata razı olan toplumlara ölüm gelmedi mi?
Evet gözden geçirin dünya tarihini. Şereflice özgürlük savaşı verenler öldü de savaştan korkarak zillet içinde bir hayata razı olanlar ölmedi*ler mi? Ölümü değil de yaşamayı seçenler ölümden kurtuldular mı? Cenneti seçenler öldü de dünyacı kesilenler kurtuldular mı? Allah için, cennet için, ebedî hayat için gözünü kırpmadan savaşa atılanlar öl*düler de Âd ve Semûd gibi âhireti unutup da dünyayı kıbleleştirenler, Firavunlar gibi dünyaya kazık çakma sevdasına kapılanlar ölmediler mi? Yeryüzünün en büyük saltanatına sahip Süleyman ve Dâvûd (a.s)’lar öldüler de Nemrutlar, Karunlar yaşamaya devam mı ettiler? Kim kurtulmuş ölümden?
Hangi taraf olursa olsun, ister tercihini Allah’tan yana kullanan, hayatını Allah için yaşayan Müslümanlardan olsun, isterse hayatlarına Allah’ı karıştırmayarak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamadan yana olan kâfir ve müşrik dünyadan olsun, ister savaşan isterse savaşmayan taraf olsun Allah herkes için ölümü yazmıştır, kimse bu yasanın dışına çıkma imkânına sahip değildir. Savaşanlar da ölecekler bu dünyada savaşmayıp barış taraftarı olanlar da.
İşte mademki hayat böyle devam edip gidiyor, ve Rabbimiz de yeryüzünde mutlak mânâda biz Müslümanlara savaşı emrediyor, ey Müslümanlar! Yeryüzünde insanlara zulmeden, insanların özgür*lük-lerini ihlâl eden, insanları fitnelere düşürerek onları zorla Allah’a kulluktan koparıp kendilerine kul köle edinen, insanları zorla kendi yasalarına uymaya çağıran kâfirlerin, zalimlerin, hıristiyanların, yahudile-rin karşılarına geçip egemenliği onların ellerinden alıp yeryü*zünde âdil bir hayatı gerçekleştirmemizi istiyorsa bunu gerçekleştir*mek zorundayız. O zaman Rabbimizin bu emirleriyle karşı karşıya olan biz Müslümanlar asla savaşı terk ederek kâfirin egemenliği al*tında zillet içinde bir hayata razı olamayız. Kâfirlerin, zalimlerin, müş*riklerin ege-menliği altında bir barışa bir Müslümanın evet demesi mümkün değildir.
Kaldı ki biz böyle bir hayata evet desek bile dünya üzerindeki kâfirler de hiçbir zaman savaşsız bir dünyaya evet diyememişlerdir. Dünyada böyle savaşsız bir hayata evet diyen tek tük felsefi ekoller çıkmış olsa da Hz. Adem’in oğlu Kabil’in Habil’i öldürdüğü o ilk gün-lerden buyana dünyada hiçbir zaman savaş bitmemiş, bitmesi de mümkün değildir. Rabbimizin beyanıyla kâfirlerin yeryüzünde müslü-manlara karşı kıyamete kadar amansız bir savaşı sürdürecekleri kesin olduğu gibi, kâfirlerin kendi aralarındaki savaşları da hiç kesilme-den devam edecektir.
Her ne kadar kâfirlerin efendim işte İslâm savaş dinidir, Müslü*manlar barbar insanlardır, onların işi gücü kılıç ve kandır onlar bun*dan başkasını bilmezler gibi iddialarla Müslümanları savaştan uzak*laştırmayı planlıyorlar ve kendi egemenlikleri altında köle bir hayata razı etmeye çalışıyorlarsa da ve bu alçakların propagandaları karşı*sında kimi zavallı Müslümanlar da aman efendim İslâm savaş dini de-ğildir, İslâm barış dinidir filan diyerek köleliklerini ihraz etme, kul*lukla-rını tazeleme sadedinde bir şeyler söyleyerek Müslümanları uyutmaya çalışıyorlarsa da şunu kesinlikle bilelim ki dünya üzerinde hiçbir insan, hiçbir inanç mensubu, hiçbir din mensubu, eğer dininin bilincin-deyse, inancının farkındaysa bir başka dinin, bir başka inancın egemenliği altında yaşamaya razı olmaz.
Ne Müslüman, ne kâfir, ne müşrik, ne putperest hiç kimse kendi inancının dışındaki bir inancın egemenliği altında yaşamaya razı olmaz. Herkes inancını yaşayabileceği bir dünya ister. Buna ula*şa-bilmek için insanlar her şeylerini fedâ ederler. Ama ne zamanki in*san-lar birtakım egemen güçlerin eğitiminden geçmişler, egemen güçlerin asimilesine uğramışlarsa o zaman bu egemenlerin köleli*ğinde yaşadıkları zillet içindeki bir hayatı cennet hayatı zannedebilir*ler. Çünkü artık egemen güçlerin elinde beyinleri dumura uğratılmış, kalpleri duy-gusuzlaştırılmış, hürriyetleri, özgürlükleri ellerinden alın*mış, düşüncelerine ipotekler konulmuştur.
İşte böyle toplumlar için fark etmeyecektir artık. Onlar yeme*si-ne, içmesine, plajına, pikniğine, zevkine sefasına ulaştı mı farket*mez. Dünya değil mi ne olursa olsun, nasıl olursa olsun. Ama ger*çekten bir inancı olan, bir dini olan ve dininin, inancının bilincinde olan, fıtratı bo-zulmamış, özgür iradesiyle karar verebilecek bir du*rumda olan ne Müslüman ne kâfir asla bir başka sistemin, bir başka dinin, bir başka inancın egemenliği altında zillet içinde bir hayata razı olmayacaktır. Buna hiç kimse evet demeyecektir.
Madem ki fıtrat bunu gerektiriyor ve madem ki insanı yaratan ve onun fıtratını en iyi bilen Rabbimiz de bize böyle bir savaş emri ve*riyor, o zaman Müslümanlar da yeryüzünün en şerefli insanları olarak, Allah’ın mülkünde Allah adına hareket eden Allah’ın kulları olarak tâ-ğutların, kâfirlerin, müşriklerin egemenliği altında bir hayata razı ol*madıkları gibi, böyle bir hayata zorlanmış Allah kullarını da böyle zillet içinde bir hayattan, zalimlerin kulu kölesi olmaktan kurtarıp, özgür ira*deleriyle Rablerine kulluğa yönelebilecekleri âdil bir dünyaya kavuştu*rabilmek için bu kâfirlerle savaşmak zorundadırlar.
Ama bakın Allah’ın bu savaş emrini alan Medineli Müslüman*lar*dan kimileri serzenişte bulunuyorlar. Ya Rabbi! Bu savaşı bize niye yazdın? Ya Rabbi hiç olmazsa yakın bir geleceğe kadar bunu tehir et-seydin! Bizim için biraz erteleseydin bunu. Çok erken oldu bu iş. Bari bir hazırlık yapsa, kendimizi bir toparlasaydık, çok ani oldu bu iş. Zaten zulümden yeni kurtulmuştuk. Mekke zulüm ortamından yeni gelmiştik Medine’ye. Evet savaşın ertelenmesini istiyorlardı. Halbuki daha önce Mekke’de savaş istiyorlardı. Ne olur Allah’tan bize bir sa*vaş emri gelse de savaşsak diyorlardı. Önce böyle dedikleri halde şimdi isteyip durdukları emir kendilerine geliverince korkaklık göste*ren bu insanlara, hastalık içinde bulunan bu insanlara diyor ki bakın Rabbi-miz:
De ki dünya metaı çok azdır. Dünya hayatı, dünya geçimi çok azdır. Dünya metaı hem azdır, hem de geçicidir, fânidir. Yâni şu anda dünyanın ne kadarına sahip olsanız, ne kadarına egemen olsanız, tüm dünya mülkleri, tüm dünya saltanatları sizin de olsa bilesiniz ki çok azdır âhiretin ve âhiret saltanatının yanında. Madem ki dünya metaı çok azdır, madem ki tüm dünya sizin olsa bile bir gün bitecektir, öyleyse bir gün bitecek olan bir dünya metaı hesabıyla Allah için bir savaştan geri kalarak ebedî bir âhiret hayatını, ebedî bir cenneti fedâ etmek akıl kârımıdır? Muttakiler için, Allah’la yol bulanlar için, hayatla*rını Allah için yaşayanlar için, Allah’ın koruması altına girip Allah’ın istediği gibi yaşayan, Allah adına canlarını ve mallarını fedâya hazır olanlar için âhiret yurdu gerçekten çok hayırlıdır.
Böyle yapanlar yarın bir kıl kadar, bir iplik kadar bile zulme uğramayacaklardır. Allah adına yaptıklarının, yaşadıkları hayatın karşılığını mutlaka göreceklerdir. Bir tek nefesleri, bir damla terleri bile zayi olmayacaktır. Allah için yaptıkları en küçük amellerini bile yarın hazır bulacaklardır. Çünkü Allah için yapılan hiçbir amel boşa gitmez. Allah için yapılan amel dünya ve içindekilerinin tamamından daha değerli ve üstündür.
Bir de insanların en büyük hastalıklarının konusu olan ölümü değerlendirmesi de enteresandır Rabbimizin. Müslümanlar ölüm kor*kusuyla savaşın ertelenmesini istiyorlar, ölüm korkusuyla savaş ko*nusunda ağır davranıyorlardı ya, bakın bu konuda buyurur ki:
78. “Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: “Bu Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa “Bu, senin tarafındandır” derler. Ey Muhammed, de ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamağa yanaşmıyorlar?”