fetih
New member
- Katılım
- 16 Şub 2007
- Mesajlar
- 1,994
- Tepkime puanı
- 355
- Puanları
- 0
- Yaş
- 45
Bazıları, duyduğu her meselenin Kur'an ve sünnette geçip geçmediğini sorar. Onlarda anlatılmayan her şeyi dinin dışında sayar. Bu ciddi bir hatadır.
Tasavvufun manasını ve muhtevasını iyice incelemeden onu tenkit eden bazıları ilk olarak şu soruyu sorarlar:
"Sûfî, şeyh, tasavvuf gibi kelimeler Kur'an ve sünnette zikrediliyor mu? Zikrediliyorsa gösterin. Zikredilmiyorsa, bunlar niçin kullanılıyor? Bu durumda onları dine ait bir kavram gibi zikretmek doğru mudur?"
Önce, şunu hatırlatalım:
Azıcık dînî ilmi ve biraz insafı olan kimse bilir ki, Kur'an-ı Kerim, hayatımızda kullandığımız bütün isim ve terimlerin zikredildiği bir lügat veya ansiklopedi değildir.
Malumdur ki Kur'an, bir hidayet ve hakikat kitabıdır. Onda salihlerin ismi değil, sıfatları anlatılır. Ona inanan ve kalbini açabilenler için her harfinde bir ilim ve edep mevcuttur. Ondaki ilim ve edebi ancak Allah'a dost olanlar alır.
Kur'an, müminler için bir zikir sebebi ve şifâ kaynağıdır. Onda güzel ahlaklar anlatılmış ve müminler onlara davet edilmiştir. Ayrıca, kötü sıfat ve ahlaklar zikredilip herkes onlardan sakındırılmıştır. Hz. Kur'an, kendisiyle Yüce Allah'a ibadet edilen bir kitaptır, onunla hareket yönü belirlenir, Cenab-ı Hakk'a gidilir.
Sünnet, Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz'in hayat-ı saadetlerinde Kur'an-ı Hakîm'in uygulanmış ve yaşanmış şeklidir.
Hz. Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın yeryüzüne emanet ettiği, her şeyi ölçecek en hassas bir terazidir; sünnet ise onun dilidir, göstergesidir. Onlar bir mihenk taşıdır; her meslek ve mesele onlarla ölçülüp değerlendirilir. Onlardan güzel sıfatını alanlar güzel, çirkin hükmünü giyenler çirkindir.
O halde, bize gereken iş, bir şeyin ismini değil, o ismi taşıyanların sıfatlarını Kur'an ve sünnette aramak ve onların verdiği nota bakmaktır.
Şimdi sorunun cevabını verelim:
Evet, "sûfî" ve "tasavvuf" kelimeleri Kur'an ve sünnette geçmiyor, ancak; gerçek sûfilerin sahip olduğu bütün ilim, hâl ve ahlaklar Kur'an ve sünnette ya açıkça zikrediliyor veya onların hak olduğuna işaret ediliyor. Aynı zamanda bunlar, duruma göre, her mü'mine ya emir, ya teşvik ya da tavsiye ediliyor. Kısaca, sûfîliğin iç yüzü ilahî aşk, dış yüzü güzel ahlaktır.
Tasavvuf, bir kâmil mürşit rehberliğinde ve nezaretinde terbiye almaktır. Bu terbiyenin sonu, kâmil insan olmaktır. Kâmil insana "ricalullah" denir. Manası, Allah dostu, hak eri, hakikat adamı demektir.
Tasavvuf, dünyaya aşık olanı Allah dostu yapmaktır. Tasavvuf, kalbi fani şeylerden çözüp Yüce Allah'a bağlamaktır.
Tasavvuf, aslını tanımış, benlik engelini aşmış, nefsini ıslah etmiş, ilahî sevgi ile tatlanmış; kalbi hür, gönlü nûr, Allah ile huzur bulmuş güzel insan yetiştirmektir.
Tasavvufun ne olduğunu anlamak ve bu konuda bir hüküm vermek için önce Kur'an ve sünneti iyice incelemek gerekir. Sonra, tasavvufun kurucuları olan sûfî mürşitleri tanımak icap eder.
Onların eserlerinde tasavvufun ne olduğu, neye dayandığı ve neyi hedeflediği yeterince anlatılmıştır. Bunların yanında en önemlisi, kâmil bir mürşidin nezareti altında manevî terbiyeye girmektir. Bu olmadan tasavvuf ancak kelimelerle tarif edilmiş olur, hakikatiyle anlaşılmış olmaz.
İşiniz nedir? diye soranlara büyükler şu cevabı verirler: Gel, gir, gör, tat, anla!
Böyle olursa tasavvuf taklitten kurtulur tahkik olur. Başkasının sözünü nakil değil, kendi müşahedesini tarif olur. Temenni olmaktan çıkar, yaşanan bir hayat olur.
Sakın, bu devirde kâmil mürşitler, Rabbanî alimler ve geçek arifler kalmadı, bulunması da imkansız denilmesin. Şu gerçek bilinmelidir:
Kıyamete kadar, Yüce Allah'ın hükümlerini ve şerefli İslam ahlakını ayakta tutacak, onu yayacak bir topluluk, bu ümmetin içinden hiç eksik olmayacaktır. Cemiyet hâlinde bu emanete sahip çıkılamasa da, ilahî bir yardım ve destekle bazı aşıklar bu işe muvaffak olacaklardır. Din yaşanarak tadılır ve yayılır. Yüce Allah, bu dini özel himayesine almıştır. İslam dini her devirde ve her kesimde mevcut olan Allah dostları, peygamber aşıkları tarafından hakkıyla temsil edilecektir.
Hz. Peygamberin (s.a.v) şu müjdeleri bunu gösterir:
"Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar Allah'ın emrini ayakta tutmaya devam ederler. Onları terk edenler ve muhalif davrananlar, kendilerine bir zarar veremez. Bu, kıyamet emri gelinceye kadar devam eder. Onlar insanlara dâima üstün gelirler."(Buhârî, 1'tisâm, 10; Müslim, imaret, 53; Tirmizî, Fiten, 27; Ib-nu Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed, Müsned, V, 34, 269, 278.)
"Ümmetimden her devirde sâbikûn (hayırlarda önderlik eden kimseler) bulunur."(Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, I, 7; Süyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, No: 7327; Elbani, Sahiha, No: 2001.)
"Şüphesiz Allahu Teala bu ümmet için her yüz senenin başında, onlara dinlerini yenileyecek (kalpleri nifak ve gafletten, hâlleri bid'at ve ma'siyetten temizleyip kulları Allah'a sevk edecek) kimseler gönderir."(Ebû Dâvûd, Melâhim, 1, Hâkim, Müstedrek, IV, 523.)
Büyük arif Ebû Nasr es-Serrac (k.s) (378/988), şu güzel tespiti yapar:
"Allah ve Resulü, mü'minlere ait hangi sıfattan bahsetmişlerse o sıfata sahip insanlar her devirde her zaman bulunur. Yoksa, bulunmayan ve bulunmayacak bir şeyden bahsedilmesi abes olurdu. Veliler hakkında bahsedilen hâl ve sıfatlar da böyledir.'(Serrâc, el-Lüma', 34-35.)
Bir şey hakkında kesin ve doğru bilgi olmadan hüküm vermek yanlıştır. Hele olumsuz hükümlerde daha fazla dikkat etmek gerekir. Bir de konu Allahu Teala'nın halifesi, Hz. Rasûlullah'ın (a.s) vârisi insan-ı kâmil olunca, iş daha da çetin ve ciddi olmaktadır.
Bu konuda tasavvuf yolunun büyüklerinden Hucvirî (k.s) (470/1077) demiştir ki: "Eğer münkirler, sadece tasavvuf ve sûfî kelimesinin Kur'an'da bulunmadığını söylüyorlarsa bunda garipsenecek bir şey yoktur; bu doğrudur. Fakat tasavvufun içerdiği manayı ve ahlakı inkar ederlerse, o takdirde Hz. Peygamber'in (s.a.v) getirdiği dinin tümünü ve onun bütün güzel ahlaklarını inkar etmiş olurlar."(Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb, 54.)
Hucvirî (k.s) der ki: "Evliyanın muhakkik olanlarına ve velayette yüksek kemâlât derecesine ulaşanlara "sûfi" denir. Bu kelime herhangi bir dil kaidesine göre türetilmemiştir; çünkü, sûfi kelimesinin çok geniş ve yüksek bir manası vardır. Onun manası, sözle anlatarak değil, bizzat yaşanarak anlaşılır.''(Hucvirî, a.g.e, 53-54.)
Tasavvuf yolunun önderlerinden İmam Kuşeyr de (k.s) (465/1072), bu konudaki tartışmalara şu tespiti ile son vermek istemiştir:
"Sûfî" ve "tasavvuf" kelimelerinin hangi kökler den nasıl türetildiği ile uğraşmak yersiz ve gereksizdir. Bu isim, halleri ve yolları meşhur veliler topluluğuna verilmiş bir lakaptır."(Kuşeyrî, Risale, II, 550.)
Farklı isimlerle anıldıkları için sûfîleri ayrı bir dine mensup zannetmek ve onları karanlık örgütler gibi tanıtmak yanlıştır. Bu anlayış gerçeğe aykırıdır Onların isimleri ne olursa olsun, sıfatları, Yüce Allah'a dostluk ve insanlara rahmet olmaktır.
Tasavvufun manasını ve muhtevasını iyice incelemeden onu tenkit eden bazıları ilk olarak şu soruyu sorarlar:
"Sûfî, şeyh, tasavvuf gibi kelimeler Kur'an ve sünnette zikrediliyor mu? Zikrediliyorsa gösterin. Zikredilmiyorsa, bunlar niçin kullanılıyor? Bu durumda onları dine ait bir kavram gibi zikretmek doğru mudur?"
Önce, şunu hatırlatalım:
Azıcık dînî ilmi ve biraz insafı olan kimse bilir ki, Kur'an-ı Kerim, hayatımızda kullandığımız bütün isim ve terimlerin zikredildiği bir lügat veya ansiklopedi değildir.
Malumdur ki Kur'an, bir hidayet ve hakikat kitabıdır. Onda salihlerin ismi değil, sıfatları anlatılır. Ona inanan ve kalbini açabilenler için her harfinde bir ilim ve edep mevcuttur. Ondaki ilim ve edebi ancak Allah'a dost olanlar alır.
Kur'an, müminler için bir zikir sebebi ve şifâ kaynağıdır. Onda güzel ahlaklar anlatılmış ve müminler onlara davet edilmiştir. Ayrıca, kötü sıfat ve ahlaklar zikredilip herkes onlardan sakındırılmıştır. Hz. Kur'an, kendisiyle Yüce Allah'a ibadet edilen bir kitaptır, onunla hareket yönü belirlenir, Cenab-ı Hakk'a gidilir.
Sünnet, Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz'in hayat-ı saadetlerinde Kur'an-ı Hakîm'in uygulanmış ve yaşanmış şeklidir.
Hz. Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın yeryüzüne emanet ettiği, her şeyi ölçecek en hassas bir terazidir; sünnet ise onun dilidir, göstergesidir. Onlar bir mihenk taşıdır; her meslek ve mesele onlarla ölçülüp değerlendirilir. Onlardan güzel sıfatını alanlar güzel, çirkin hükmünü giyenler çirkindir.
O halde, bize gereken iş, bir şeyin ismini değil, o ismi taşıyanların sıfatlarını Kur'an ve sünnette aramak ve onların verdiği nota bakmaktır.
Şimdi sorunun cevabını verelim:
Evet, "sûfî" ve "tasavvuf" kelimeleri Kur'an ve sünnette geçmiyor, ancak; gerçek sûfilerin sahip olduğu bütün ilim, hâl ve ahlaklar Kur'an ve sünnette ya açıkça zikrediliyor veya onların hak olduğuna işaret ediliyor. Aynı zamanda bunlar, duruma göre, her mü'mine ya emir, ya teşvik ya da tavsiye ediliyor. Kısaca, sûfîliğin iç yüzü ilahî aşk, dış yüzü güzel ahlaktır.
Tasavvuf, bir kâmil mürşit rehberliğinde ve nezaretinde terbiye almaktır. Bu terbiyenin sonu, kâmil insan olmaktır. Kâmil insana "ricalullah" denir. Manası, Allah dostu, hak eri, hakikat adamı demektir.
Tasavvuf, dünyaya aşık olanı Allah dostu yapmaktır. Tasavvuf, kalbi fani şeylerden çözüp Yüce Allah'a bağlamaktır.
Tasavvuf, aslını tanımış, benlik engelini aşmış, nefsini ıslah etmiş, ilahî sevgi ile tatlanmış; kalbi hür, gönlü nûr, Allah ile huzur bulmuş güzel insan yetiştirmektir.
Tasavvufun ne olduğunu anlamak ve bu konuda bir hüküm vermek için önce Kur'an ve sünneti iyice incelemek gerekir. Sonra, tasavvufun kurucuları olan sûfî mürşitleri tanımak icap eder.
Onların eserlerinde tasavvufun ne olduğu, neye dayandığı ve neyi hedeflediği yeterince anlatılmıştır. Bunların yanında en önemlisi, kâmil bir mürşidin nezareti altında manevî terbiyeye girmektir. Bu olmadan tasavvuf ancak kelimelerle tarif edilmiş olur, hakikatiyle anlaşılmış olmaz.
İşiniz nedir? diye soranlara büyükler şu cevabı verirler: Gel, gir, gör, tat, anla!
Böyle olursa tasavvuf taklitten kurtulur tahkik olur. Başkasının sözünü nakil değil, kendi müşahedesini tarif olur. Temenni olmaktan çıkar, yaşanan bir hayat olur.
Sakın, bu devirde kâmil mürşitler, Rabbanî alimler ve geçek arifler kalmadı, bulunması da imkansız denilmesin. Şu gerçek bilinmelidir:
Kıyamete kadar, Yüce Allah'ın hükümlerini ve şerefli İslam ahlakını ayakta tutacak, onu yayacak bir topluluk, bu ümmetin içinden hiç eksik olmayacaktır. Cemiyet hâlinde bu emanete sahip çıkılamasa da, ilahî bir yardım ve destekle bazı aşıklar bu işe muvaffak olacaklardır. Din yaşanarak tadılır ve yayılır. Yüce Allah, bu dini özel himayesine almıştır. İslam dini her devirde ve her kesimde mevcut olan Allah dostları, peygamber aşıkları tarafından hakkıyla temsil edilecektir.
Hz. Peygamberin (s.a.v) şu müjdeleri bunu gösterir:
"Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar Allah'ın emrini ayakta tutmaya devam ederler. Onları terk edenler ve muhalif davrananlar, kendilerine bir zarar veremez. Bu, kıyamet emri gelinceye kadar devam eder. Onlar insanlara dâima üstün gelirler."(Buhârî, 1'tisâm, 10; Müslim, imaret, 53; Tirmizî, Fiten, 27; Ib-nu Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed, Müsned, V, 34, 269, 278.)
"Ümmetimden her devirde sâbikûn (hayırlarda önderlik eden kimseler) bulunur."(Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, I, 7; Süyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, No: 7327; Elbani, Sahiha, No: 2001.)
"Şüphesiz Allahu Teala bu ümmet için her yüz senenin başında, onlara dinlerini yenileyecek (kalpleri nifak ve gafletten, hâlleri bid'at ve ma'siyetten temizleyip kulları Allah'a sevk edecek) kimseler gönderir."(Ebû Dâvûd, Melâhim, 1, Hâkim, Müstedrek, IV, 523.)
Büyük arif Ebû Nasr es-Serrac (k.s) (378/988), şu güzel tespiti yapar:
"Allah ve Resulü, mü'minlere ait hangi sıfattan bahsetmişlerse o sıfata sahip insanlar her devirde her zaman bulunur. Yoksa, bulunmayan ve bulunmayacak bir şeyden bahsedilmesi abes olurdu. Veliler hakkında bahsedilen hâl ve sıfatlar da böyledir.'(Serrâc, el-Lüma', 34-35.)
Bir şey hakkında kesin ve doğru bilgi olmadan hüküm vermek yanlıştır. Hele olumsuz hükümlerde daha fazla dikkat etmek gerekir. Bir de konu Allahu Teala'nın halifesi, Hz. Rasûlullah'ın (a.s) vârisi insan-ı kâmil olunca, iş daha da çetin ve ciddi olmaktadır.
Bu konuda tasavvuf yolunun büyüklerinden Hucvirî (k.s) (470/1077) demiştir ki: "Eğer münkirler, sadece tasavvuf ve sûfî kelimesinin Kur'an'da bulunmadığını söylüyorlarsa bunda garipsenecek bir şey yoktur; bu doğrudur. Fakat tasavvufun içerdiği manayı ve ahlakı inkar ederlerse, o takdirde Hz. Peygamber'in (s.a.v) getirdiği dinin tümünü ve onun bütün güzel ahlaklarını inkar etmiş olurlar."(Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb, 54.)
Hucvirî (k.s) der ki: "Evliyanın muhakkik olanlarına ve velayette yüksek kemâlât derecesine ulaşanlara "sûfi" denir. Bu kelime herhangi bir dil kaidesine göre türetilmemiştir; çünkü, sûfi kelimesinin çok geniş ve yüksek bir manası vardır. Onun manası, sözle anlatarak değil, bizzat yaşanarak anlaşılır.''(Hucvirî, a.g.e, 53-54.)
Tasavvuf yolunun önderlerinden İmam Kuşeyr de (k.s) (465/1072), bu konudaki tartışmalara şu tespiti ile son vermek istemiştir:
"Sûfî" ve "tasavvuf" kelimelerinin hangi kökler den nasıl türetildiği ile uğraşmak yersiz ve gereksizdir. Bu isim, halleri ve yolları meşhur veliler topluluğuna verilmiş bir lakaptır."(Kuşeyrî, Risale, II, 550.)
Farklı isimlerle anıldıkları için sûfîleri ayrı bir dine mensup zannetmek ve onları karanlık örgütler gibi tanıtmak yanlıştır. Bu anlayış gerçeğe aykırıdır Onların isimleri ne olursa olsun, sıfatları, Yüce Allah'a dostluk ve insanlara rahmet olmaktır.