Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Karabatak

ekreme

New member
Katılım
28 Kas 2006
Mesajlar
297
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
51
KARABATAK

Selim Gürselgil



Lisânımızda bir hayvan için kullanılan en karamsar kelimelerden biri de, "karabatak"tır. Karabatak, "kara" ile "batak" kelimelerinden oluşuyor, açık... Her iki kelimenin de ne kadar ağır ve menfî mânâları vardır.

Buna rağmen, bir varlık olarak "karabatak"ta, bir ümit unsuru da yok değildir. Bana vaktiyle bu ismi yakıştıran avlayıcım Ahmet Keskinkılıç, bu kabil bir ümit ve sevinç kasdındaydı:

-O bir karabataktır, bir batar, bir çıkar, demişti.

Bütün bir hayatımı bundan daha iyi tasvir eden bir ifade hatırlamıyorum. Bir batıp bir çıkmakla geçti ömrüm, bir gün tam batacağımı beklemenin korkusu ve bir gün tam çıkacağımı beklemenin ümidi arasında...

Ama diyebilirsiniz ki, herkes batar ve çıkar, mühim olan batınca nereye battığın ve çıkınca ne kadar çıktığındır... Haklısınız... Ben de size bunu arzetmek isterim; kelimenin olanca ağırlığı ve varlığın olanca çelişkili yapısı ile... Göreceksiniz ki, sizi de ilgilendiriyorum.

(.......................)

Toprakta, suda ve havada... Her şartta yaşayabiliyorum. En istemediğim, toprakta yaşamak; ama mecburen toprağa düşüyorum... Gıdamı sudan temin eder ve en rahat suda yaşarım. Adımı da buradan aldım zaten. Bazen altındayım suyun, bazen üstünde... Yegâne sığınak benim için su; "alt tabanın üstü"...

Hava ise daimî idealimdir... Toprakta ve suda, ekseriyetle kaybettiğim, ama zaman zaman ilahi bir lütufla hatırlayıp peşine düştüğüm bir ideal... Hep uçmak istemişimdir... Bir kartal gibi uçmak... Kanatlarımla göğü kulaçlamak... Efeler gibi seyretmek aşağıları... Ama ne mümkün?.. Allah bana böyle bir kabiliyet vermemiş... Uçabiliyorum, lâkin çok az... Uçmak denmez aslında benimkine, bir sudan bir suya geçmek denir... Bunda da ne kadar zavallıyım, anlayın martıya bakarak... Onun kadar sâdık olabilmek yârime, sonsuz denize... Çok isterdim!

Geçen mevsim bir sergüzeşt geçti ki başımdan, heyhat, uçma hevesimi de kırdı... Havadan, bir kimsenin nefsine dair sahip olabileceği o en son idealden, sıçanın kartaldan korktuğu gibi ürküttü beni...

Doğrusu uçmak değildi o gün düşüncem. Hattâ öyle bezgindim ki, sudan bile kaçmıştım. Mücbir sebepler bir kara hayvanı kılmıştı beni. Bahtıkara ceylânlar kadar ürkek, ama onlardan daha nasipsiz, dalmıştım ormana. Üç gün üç gece, ne uçmayı, ne yüzmeyi düşündüm; ne yemek geldi aklıma ne uyumak... Haplı kazlar gibi, badi badi seyran ettim çalılıkları ve yeşil otları... Binbir tehlike atlattım.

Oh, şu mücbir sebebi söylemeden edemeyeceğim. Avcılar bastı gölü... Birkaç arkadaşımı tepelediler... Beni de vurdular... Bu yüzden karadaydım...

Ne var ki üçüncü günün sonunda, daha suyun üstünde durabileceğimi bile hayâl etmezken ve hiç de tasarlamamışken, birdenbire havalandım... Yükseldim, kanat çırptım, çok sevindim ve çok korktum... Fakat bu olanlar benim irademin dışındaydı... Yarım saattir ormanın üstünde daireler çizen ve bir haylidir de mevcudiyetini unuttuğum bir kartalın merhametiydi... Birdenbire bir dalış yapmış, kuvvetli kollarıyla beni kavramış ve yükseltmiş, yükseltmişti... Ta ki, kendi gölüme kadar...

Beyzâde beni aynı hızla suya bırakıp gökyüzünün uçsuzluğuna döndüğünde, ona bir teşekkür bile edememiş olmanın ezikliğiyle vatanıma dönmenin mutluluğu arasındaydım. Bir müddet sonra bu lütfu tamamen unutup suya malikiyet taslamam, yaratılışımdan gelen bir haslet olacaktı... Yeniden, yaşama sevinciyle dopdolu, ormanın başıma yağdırdığı tonlarla yeisi unutmuş olarak dalıp çıkmaya başlamıştım bile...

Gökyüzüne son yolculuğum da bu oldu. Yardımsız başaramayacağım ve bir daha başıma geleceğini sanmadığım bir yüksekliğe çıkmıştım o gün... Bir rüya değildi bu, bir vakıaydı... Belki ömrüm boyunca daha iyisi olamayacak bir teselliydi... Fıtratımda eğer kartal gibi yükselmek olsaydı, ben de öyle sevindirirdim karabatakları, kazları, tavukları ve uçma hevesi kursağında kalmış bütün mahlûkları...

(.......................)

Fakat bu anlattıklarımdan sonra, size daha garip bir hissimi açmama müsaade eder misiniz, bilmiyorum. Yukarıda size yaşadığım hadiseyi ve buna dair gerçekleri olduğu gibi anlattım. Yani şu günkü bakışımla... Oysa ben o gün bunu öyle anlamamıştım ve yaşadığım hadiseye dair his ve zanlarım, size anlattığım gerçeklere pek benzemiyordu. Büsbütün batışımı ve nihayeten boğulacak gibi oluşumu da, sözkonusu benzememeye bağlıyorum zaten...

Göle inişimin ikinci gününde, heyecan ve halecanım hâlen devâm ediyordu. Avcıların baskılarından sağ kurtulan arkadaşlarımı etrafıma toplayıp şöyle bir nutuk attım:

-Muhterem karabatak sürüsü, size bugüne kadar bilmediğiniz bir hakikati beyân etmem, bugünün şerefine bahşolunmuş bir ihsandır. İnanınız ki ben, bir kartal gibi uçabilen bir kardeşinizim...

Genç olan kardeşlerim çok şaşırdı ve merakla çevremde halkalandı. Olgun olanlar ise beni inandırıcı bulmadı:

-Hadi canım sen de, sen bir kartal değilsin ki...

-Doğru, kartal değilim, ama kartal gibi uçabiliyorum. İsterseniz size de öğreteyim.

-Bas git, dedi olgunlar, boş lâfa karnımız tok bizim.

Ama bu sözler gençlerin toy merakına tesir etmedi. Bana daha da sokuldular:

-Ne olur bize de anlat, neler gördün yukarıda. Eğer mümkünse öğret, biz de öyle havalanalım.

Bütün ukalâlığımı dudaklarımda cem ettim ve onların gözlerini hayretten patlatan bir yığın güzellikler sıraladım. Anlattıklarım gördüklerimdi, aralarında yalandan eser yoktu. Fakat söz sahibinin değildi ve etrafımı saran toylar bunu farkedemiyordu. Daha kötüsünü söyleyeyim mi, ben de farkedemiyordum. Düşünmek bile ayıp ama, söz ve düşüncelerimde gizli bir münafıklık, sanki kartalın beni göğe kaldırması benim marifetim ve onun vazifesiymiş gibi bir hava vardı.

Böylelikle karar verdim, ormana dönüp bir ağaca çıkıp kartal uçuşu denemeye. Bu sefer yanımda bir de her sözde hikmetinin şahidi birkaç fedai olacaktı... Onlar râzı ve ben de hazır olduğumda, batakladık ormana...


(.......................)

Genç yoldaşlarıma yapmaları gerekeni tekrar tekrar ve dolay dolay anlattım. Ormanın en yüksek ağacına çıktıktan sonra, ben perdeli ayaklarımla dalları iterek vargücümle göğe fırlayacaktım. Benden sonra sırayla arkadaşlarım da aynını yapacaklardı. Sıçramanın tesiriyle bir kademe yükseldikten sonra, karabatak tabiatında olan uçma irtifaı seviyesini aşmak için, mürşidleri keza ben olacaktım. Ben ne yaparsam, onlar da onu yapacaklar, böylece hepimiz birer kartal olacaktık.

Son olarak:

-Unutmayın, dedim, kanatlarınızı ağır ağır çırpacaksınız. Zirâ yükselişimiz, bir karabatak uçuşu olmayacak.

-Tamam, sen hiç merak etme, dediler.

-Peki o hâlde, hazır mıyız?

-Ezelden!..

-Biir, kii, üç...

Diye tam fırlamıştım ki, birdenbire o mel'un çiftelerin sesi duyuldu. Birkaç avcı, deliler gibi saydırarak ortalığı bir ânda cehenneme çevirdiler. Ölümle kalım arasında kanatlarımı ters yüz edip kendimi topaç gibi aşağıdaki çalılıkların imdâdına bıraktım. Ancak talih, benden hemen sonra fırlayan kardeşimin yüzüne, bana olduğu gibi tebessüm etmemişti. Zavallıcık yürek parçalayıcı bir feryat ile, iki çalı öteme çakıldı. Şayet bizden sonra öteki karabataklar da havalansaydı, avcılara tam bir şölen imkânı sunmuş olacaktık. Benim yüzümden. Kahretsin, birkaç adım ilerimde zavallı arkadaşım, belki cansız, yatıyordu. Ve insanlarla köpekler vahşîlikte müştereklik bahisli bir çalışma üzerindeydiler.

-Heyt be, vurdum onu!..

-Hav, hav, hav.

-Haydi oğlum Hector, getir onu amcana.

"Başüstüne" mânâsına bir "hav" hecesiyle zıpkın gibi yerinden fırladı, Yunan atletlerine benzeyen İrlanda Seferi...

Aynı ânda ben de ışıktan hızlı, arkadaşımın bulunduğu yere şualandım. Kanlar içinde ve iniltiler arasında yerde yatıyordu. Görünüşe göre, boynuna ve kanadına birkaç saçma isabet etmişti. Ah ü vâhla ve "beni bırak" der gibi dramatik bir gözle bana baktı. Ona merhamet ve şefkat göstermeye vaktim olmadığını düşündüm. Belli bir hedef gütmekten uzak bir sertlikte, sağa sola birer bakış fırlatmıştım ki, aniden gözüme çarpan manzara mucizevî bir kurtuluş imkânıydı âdetâ. Göğsüm tarifsiz bir heyecanla kalkıp indi. Birkaç darbede arkadaşımı, hemen yanıbaşımda beliren kuyuya atmayı başarmıştım. O, cüssesinin icabı bir hızla kuyuya düştü ve suyun üstünde kaldı. Ben de peşinden atladıysam da, kuyruğumu rüşvet olarak Hector'a vermek zorunda kaldım.

Hector'un hemen ardından diğer köpekler ve avcılar yetişti kuyunun başına. Korkudan nefes nefese kaldığım hâlde, kuyunun ağzından şu konuşmaları işitebiliyordum:

-Buraya mı düştü canına yandığım?

-Hav, hav!..

-Kısmete bak babacığım sabah sabah yahu!

-Hav!..

-Dur ulan bir yedilik sıkayım şuraya!

-Dibi görünüyor mu ki?

-Hav, hav!..

-Hayır ama!

-Hırrrr!..

-Stir et o zaman!

-Tövbe estağfurullah ya!..

-Hav, hav!..

-Yürü oğlum, gidelim...


(.......................)

Avcılar gitmişti ama bizim için herşey yolunda sayılmıyordu hâlâ. Biraz hafif kaçtı, perişan bir hâldeydik kuyunun dibinde. Burada mahsur kalmıştık ve nasıl yukarı çıkabileceğimize dair hiçbir fikrimiz yoktu. Üstelik arkadaşım kalleş bir baygınlık nöbetine tutulmuştu. O baygın bir hâldeyken, ben birkaç defa yukarı çıkmayı denedim. Ancak her seferinde kuyunun duvarlarına çarpa çarpa, hüsranla başladığım yere düştüm. Lânet İrlandalının kuyruğuma verdiği hasar, tüm uçuş muvazenemi altüst etmişti. Çabalarımın sonuç vermeyeceğini kan ter içinde anladıktan sonra, suyun üstüne oturup hâlime acı acı gülmekten başka bir çare gelmedi aklıma:

-Daha birkaç saat önce, kibir içinde, kartal gibi uçabileceğini söyleyen sefil karabatağın düştüğü hâle bak. Şimdi bir tavuk kadar bile uçamıyor.

O gece ikimiz de ölü gibi uyumuşuz. Ertesi gün, arkadaşımın iniltileriyle uyandım. Ağlamaklı sesiyle yaralarının müthiş ağrıdığını söylerken, kendimi öldüresim geliyordu. Hoş kendini öldürmenin karabataklara mahsus bir davranış olmadığını biliyordum ama, biz sınırı çoktan aşmıştık. Ve bunun tek suçlusu bendim. Arkadaşıma bakmak zorunda hissetmeseydim kendimi, bunu da yapabilirdim. Gerçekten mi? Emin değilim!..

Arkadaşım her geçen gün daha bir elîm inliyor ve onun yaşayacağına dair ümitlerim her geçen gün azalıyordu. Üstelik bulunduğumuz yerde, bizim için gıda olabilecek hiçbir nesne yoktu. Açlıktan kursaklarımız kaynıyor, nefeslerimiz kokuyordu. Onun benden daha önce öleceğine iyice inanmıştım. Bu, benim için cezaların en büyüğü olacaktı. Bunu çoktan hak etmiştim. Geceleri aradabir kuyumuza dalıp çıkan yarasaların ağızlarından düşen böcekler olmasaydı, zannediyorum hakettiğim cezaya boyun eğerdim. Bizi asla doyurmayacak miktardaki böceklerin hepsini de arkadaşıma yedirmiştim. Ama o, bunu bilmiyordu.

(.......................)

Altıncı günün sabahı, başımıza bugüne kadar gelen felâketlerin en büyüğü geldi. Kuyunun ağzında önce bir çift göz gördük. Sonra tiksindirici bir soğuklukla tıslayan çatal bir dil. Birkaç saniye sonra o da bizi farketti ve ağır ağır yanımıza süzülmeye koyuldu. Bu bir piton yılanıydı ve biz de onun için mükemmel bir ziyafettik. O duvardan o duvara geçerek yiv yiv yanımıza yaklaşırken, daha şimdiden ziyafetin keyfini çıkarıyordu. Bunu aradabir çıkardığı, damperli kamyonların yükle rampa çıkarken çıkardığına benzer sesten anlıyorduk. Bir de maymun yalanmasını andıran dil hareketlerinden...

Artık ölüm ikimiz için de kaçınılmazdı. Belki bu benim için bir mükâfat olacaktı. Lâkin hayatımda duyduğum korkuların en büyüğüyle zangırdamaktan kendimi alamıyordum. Yılan yaklaşık yirmi metre yol aldığında, suda ilk defa titremelerimizden yayılan mevceler haricinde bir titreşme oldu. Korkunun ötesine geçmiş şuursuz bir gözükaralıkla havalandım ve hayatımda ilk ve son defa bir kahramanlık örneği sergiledim. Doludizgin kararıma göre, olabildiğince süratle yılanın kafasına bir gaga darbesi vuracaktım ve ne olursa olacaktı. Ancak ben ona ulaşamadan daha, o korkunç bir çeviklikle bana hamle yaptı; göğsümde inanılmaz bir sancı bırakarak da kuyunun dibini boyladı. Ne var ki bu, tehlikenin savuşması demek değil, çok daha büyüyerek geri gelmesi demekti.

Nitekim çok geçmeden fırsat düşkününün kafası suyun yüzünde göründü. Bu seferki hedefi arkadaşımdı. Arkadaşım daha o hamle yapmadan birkaç karış havalanacak takati buldu ki, hamle ondan sonra havayı ağızladı. Arkadaşım bütün çırpınmasına rağmen daha fazla yükselmeyi başaramayarak gerisin geri suya düştüğünde, herşeyin bittiği ân gelip çatmıştı. Lâin önce sudan kafasını kaldırdı ve arkadaşımın gözlerinin içine içine baktı. O ise bütün ağrılarını unutmuş ve teslim bayrağını çekmiş bir hâldeydi. Yılanın ikinci hamlesinden kaçmayacaktı. Kaçamayacaktı. Soğuk mahlûk da bundan emin olmuştu.

O esnâda ben, olan biteni sızıldanarak seyretmeyi bırakıp bir intihar saldırısı yapmayı kafamdan geçiriyordum. Ölümüne bir pike için gard almıştım.


(.......................)

Hikâyemin buraya kadar olan kısmını inandırıcı bulmayanlar için, bundan sonrasında dinleyecek birşey yok. Bir dizi fanteziyi üstüste koymuyorum London gibi... Kafka gibi sırf yenilik olsun diye de anlatmadım size bunca şeyi... Orwell gibi, La Fontaine gibi yeni bir şey söylüyorum. Daha doğrusu, bildiğiniz bir durumun bilmediğiniz macerasını anlatıyorum. Sizce dinlemeye değmez mi?

Buraya kadar hikâye ettiklerimden, battığımda nereye kadar battığımı gördünüz. En son noktaya kadar, artık batılamayacak yere kadar, "batma" kelimesini bile batıracak kadar... Fakat bir de çıkışım var ki, onu henüz gördünüz mü bilmiyorum. Yanlış anlamayın, çıktığım en son nokta, bana bir kartalın lütfu olan o tarifsiz yükseliş değildir. Zira bu yükselişte hiçbir dahlim yoktur. Hakikaten çıktığım en son nokta, denizin dibinde kontrolü kaybedip ciğerleri su ile dolu olan bir adamın suyun yüzüne bir ân çıkıp "imdat" diye bağırabildiği noktadır. "İmdat" diye bağırabildiğim ân, çıkabileceğim en son noktaya çıkmışım demektir. Hattâ hayatımda en büyük saadeti duyduğum ândır o ân; ve ben hemen akabinde gene batacağımı bile bile işte bu bir tek ânın saadetiyle yetinir ve o ânı gaye edinirim.

Bu izahatın hikâyenin sonuna dair merakları körlettiği ve hikâyenin sonunu da mânâsız kıldığının farkındayım. Ne var ki, bahismevzuu izahatlar, hikâyenin asıl hedefiyle bir kılıç-düğüm münasebeti içindedir ve bunlardan bahsetmemek, hikâyenin hiç yazılmamış olmasına denk bir ihmaldir.

Netice itibariyle arkadaşımın hâlen hayatta olduğunu bilmeniz, benim için kâfi... Üstelik yaraları kapanmış ve mutlu hayat sürer bir hâlde... Hem de öyle bir kurtuluştu ki, bütün batışları zevkle göze almaya değerdi... En nefessiz ânımızda tiz bir ses işitmiştik:

-Saklan, alt tabanın üstüne!..

Bu oydu, evet oydu... Kurtarıcımızın sesiydi. Kurtulmuştuk. Yılansa... Bakın birbirimizi aldatmış olmayalım; onun olup olmadığından şu ân emin değilim. Bir kâbus da olabilir, öyle değil mi?
 

ekreme

New member
Katılım
28 Kas 2006
Mesajlar
297
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
51
dest.jpg
 
Üst Alt