alem-i ervah
New member
- Katılım
- 20 Ocak 2006
- Mesajlar
- 463
- Tepkime puanı
- 4
- Puanları
- 0
Kâinatın Yaratılışı, Evrim ve İnsan
KÂİNATTA, yani evrende milyarlarca galaksi var. Her bir galaksi milyarlarca yıldızı içerisinde barındırıyor. Bu ne muhteşem bir uzaydır ve ne harika bir düzenlemedir! Evrenin her yerinde esrarlı ve şuurlu bir tanzim ve büyüleyici bir güzellik var. Gözümüzü semadan yere indirdiğimiz zaman, son derece harika güzellikler ve sırlarla örülmüş ve örtülmüş bitkiler ve hayvanlar gibi esrarengiz varlıkların etrafımızı kapladığını görüyoruz.
Ünlü uzay bilgini Prof. Stephen Hawking gibi çevremize bakarak şöyle diyoruz:
“Kendimizi acayip bir dünyada bulduk. Uzay niye bu kadar esrarlıdır? Evren nereden ortaya çıktı ve biz nereden geldik? Bu evren içinde bizim yerimiz nedir?”…
Dünya üzerinde milyonlarca canlı türü yaşamakta. Hepsi de son derece mükemmel sistemlere sahip bulunan bu canlılar nasıl ortaya çıktı? Bu ve benzeri sorular insanlık tarihi boyunca hep sorulmuş ve bunlara cevaplar aranmıştır. Özellikle konunun içerisinde insanın kendisinin bulunuyor olması, sadece ilim adamlarını değil, geçmişini anlama konusunda herkesi alâkadar eder hâle gelmiştir.
Çevremizdeki bu ağaçlar, böcekler, çiçekler ve hayvanlar ve hatta insanlar, hep aynı şekilde mi kalmaktadır, yoksa devamlı bir değişiklik içerisinde midir? Değişiklik varsa, bu değişikliği kim yapmaktadır?
Çevremize küçük bir dikkat, bu sorunun cevabını kolayca bulmamızı sağlayacaktır. Dünyaya gelenlerin büyümesi, farklılaşması, büyüyenlerin yaşlanması, yaşlıların dünyadan gitmesi, etrafımızdaki hiçbir şeyin kararında kalmadığını ve her an değişime tâbi tutulduğunu göstermektedir. Elma çekirdeğinin açılarak filizlikten fidanlığa, fidanlıktan ağaç ve hatta meyveli ağaç safhasına ulaşması neyin ifadesidir? Bir yumurtanın civcive dönüşmesi, onun piliç ve horoz kademelerine geçişi, insanın da yumurta safhasından bebeklik, çocukluk, gençlik ve olgunluk devreleri, hep bu değişikliğin ürünü değil midir? Her birimizin içinden yaşayarak geçip geldiğimiz bu safhaları unutmamız mümkün mü? Dünya da birden bire bu şekli almış değil!
Bu mânâda kâinatın tamamında her an ve devamlı, ama gayet yavaş işleyen bir değişiklik söz konusudur. Buna biz tedrici tekâmül de diyebiliriz. Yani, yavaş yavaş değişme. Bu manadaki değişiklik teori değil, bir kanundur. Yani kâinat, tedrici tekâmül kanununa tâbidir.
Şimdi baştaki soruya dönersek, evrim var mıdır, yok mudur? Ne diyeceğiz?
Bu, bizim evrimden neyi kastettiğimize bağlıdır. Evrime çok farklı mefhum ve manalar yükleniyor ve dolayısıyla bu kelimeden herkesin anladığı mana farklı oluyor.
Genellikle evrim; değişme, başkalaşma, farklılaşma ve bir canlıdan bir başka canlının tesadüfen meydana gelmesi manalarında kullanılıyor. Eğer evrimden tekamülü veya embriyodan itibaren bir canlının geçirdiği safhaları ifade eden ontojeni manasını kastediyorsak, bu manadaki değişiklik teori değil, bir kanundur. Ya da, elementlerin bir halden bir başka hâle geçmesini ifade eden değişiklik, yani bir molekülün atomlarına ayrılması ve yeni bileşikler vermek üzere birleşmesiyle meydana gelen farklılaşmalar kastediliyorsa, bu manadaki değişiklik de teori değil, bir kanundur.
Yok, eğer evrim felsefesini savunanların ifade ettiği gibi, evrimden; bir türden bir başka türün, bir canlıdan bir başka canlının tesadüfen meydana gelmesi kastediliyorsa, o mânâda bir evrim kâinatta mevcut değildir.
Yeryüzünün canlılarla şenlendirilmesi
Dünya birden bire bu şekli almamış. Güneşten ayrıldıktan sonra belli devreleri geçirmiş. Önce soğuyarak kabuk bağlamış. Sonra atmosfer yapılmış ve onun içerisine hava yerleştirilmiş. Denizlerde ve yerin altında sular biriktirilmiş. Yerküre üstünde canlı varlıkların barınabileceği bir hâle ulaşınca yer yüzüne, kademe kademe canlılar gönderilmiş. Önce bitkiler âleminden, daha kanaatkâr ve güç şartlarda hayatiyetlerini devam ettirme özelliğine sahip olan yosunlar kendilerine yer edinmiş. Daha sonra yüksek yapılı bitkiler boyunlarını, gayp âleminden yeryüzüne uzatmışlar ve zemini rengarenk çiçekler ve yemyeşil çimenlerle bezetmişler. Arkadan çimeni ve çayırı, suyu ve havası hazırlanmış olan yeryüzüne, koyunlar, keçiler, arılar ve sinekler gönderilmiş.
Ya aksi olsa idi! Yani, çimenden önce koyun, çiçekten önce arı gönderilseydi, o zavalılıların hâli nice olurdu. Hele suları, ya da teneffüs edecekleri havaları bulunmasa idi. Demek ki, kâinatın sahibi, herkesin yeryüzü sofrasını tamam ettikten sonra, onları hazır mekânlara davet etmiş.
Yeryüzü bu halde iken, yani koyunlar meleşir, kediler oynaşır, kuşlar cıvıldaşırken meyve ağaçları da ormanların arasında, gayet leziz, tatlı ve hoş kokulu meyvelerini elleriyle uzatıp, yer yüzü sultanının gelip almasını bekler bir halde iken, Hz. Âdem babamız ve Hz. Havva validemiz yer yüzüne teşrif ediyorlar.
Artık yer yüzünde umumi bir şenlik başlamıştı. Kuşların ötüşü, arıların uçuşu, kuzuların meleyişi değişiyordu. Rüzgâr daha bir nazlı nazlı esiyor, bulutlar yağmur vermek için emir bekliyordu. Güneşin ışığı daha aydınlık, ısısı daha ısındırıcı, suların çağlayışı daha canlıydı. Çünkü, bütün varlıkların süsü, yeryüzünün halifesi, varlıkların efendisi gelmişti. O’nun gelişiyle yeryüzü şenlenmiş, gariplikten kurtulmuştu.
Önceleri melâikeler yeryüzünde atın varlığına, devenin bulunmasına bir mânâ veremiyorlardı. Yer altında demirin, altının ve petrolün istif edilip yerleştirilmesini bir türlü anlayamamışlardı. Çünkü ne devenin ve ne de atın bunlara ihiyacı yoktu. Hele kömürün ne işe yarayacağını bir türlü açıklayamıyorlardı.
Yeryüzüne teşrif eden bu insan, diğer canlılara benzemiyordu. Bütün varlıkların üzerinde bir kumandan gibiydi. Bütün yer yüzünün idaresi ve kontrolü ona verilmişti. Artık, yeryüzündeki varlıklar adına söz söyleme yetkisi ona aitti. Böylece, melâikelerin önceleri yaratılışlarına bir anlam veremedikleri her bir canlının yaratılışının sebebi yavaş yavaş anlaşılmaya başlamıştı.
Dünyaya gönderilen bu insanın hiçbir ihtiyacı unutulmamıştı. Bu şerefli misâfirin ayağının altına bütün yeryüzü serilmiş, denizler emrine verilmiş, bitki ve hayvanlar sofrasına konmuş, gökyüzü de üstüne açılmıştı.
Bütün varlık âlemlerinin hayranlıkla takip ettiği bu misâfirin öyle engin duygu ve düşünceleri, öyle geniş hayal ve tasavvurları vardı ki, bu dünya ona az geliyordu. Belli ki bu değerli misâfir, başka bir âlem için yaratılmış, sonsuzluğu isteyen ve arayan duygu ve düşünceleri, ebedî bir âlemin varlığından haber veriyordu. Zaten buraya da o âlemden gelmemiş miydi? Burada misâfirliği bitince yoluna devam edecekti.
Prof. Dr. Âdem Tatlı
KÂİNATTA, yani evrende milyarlarca galaksi var. Her bir galaksi milyarlarca yıldızı içerisinde barındırıyor. Bu ne muhteşem bir uzaydır ve ne harika bir düzenlemedir! Evrenin her yerinde esrarlı ve şuurlu bir tanzim ve büyüleyici bir güzellik var. Gözümüzü semadan yere indirdiğimiz zaman, son derece harika güzellikler ve sırlarla örülmüş ve örtülmüş bitkiler ve hayvanlar gibi esrarengiz varlıkların etrafımızı kapladığını görüyoruz.
Ünlü uzay bilgini Prof. Stephen Hawking gibi çevremize bakarak şöyle diyoruz:
“Kendimizi acayip bir dünyada bulduk. Uzay niye bu kadar esrarlıdır? Evren nereden ortaya çıktı ve biz nereden geldik? Bu evren içinde bizim yerimiz nedir?”…
Dünya üzerinde milyonlarca canlı türü yaşamakta. Hepsi de son derece mükemmel sistemlere sahip bulunan bu canlılar nasıl ortaya çıktı? Bu ve benzeri sorular insanlık tarihi boyunca hep sorulmuş ve bunlara cevaplar aranmıştır. Özellikle konunun içerisinde insanın kendisinin bulunuyor olması, sadece ilim adamlarını değil, geçmişini anlama konusunda herkesi alâkadar eder hâle gelmiştir.
Çevremizdeki bu ağaçlar, böcekler, çiçekler ve hayvanlar ve hatta insanlar, hep aynı şekilde mi kalmaktadır, yoksa devamlı bir değişiklik içerisinde midir? Değişiklik varsa, bu değişikliği kim yapmaktadır?
Çevremize küçük bir dikkat, bu sorunun cevabını kolayca bulmamızı sağlayacaktır. Dünyaya gelenlerin büyümesi, farklılaşması, büyüyenlerin yaşlanması, yaşlıların dünyadan gitmesi, etrafımızdaki hiçbir şeyin kararında kalmadığını ve her an değişime tâbi tutulduğunu göstermektedir. Elma çekirdeğinin açılarak filizlikten fidanlığa, fidanlıktan ağaç ve hatta meyveli ağaç safhasına ulaşması neyin ifadesidir? Bir yumurtanın civcive dönüşmesi, onun piliç ve horoz kademelerine geçişi, insanın da yumurta safhasından bebeklik, çocukluk, gençlik ve olgunluk devreleri, hep bu değişikliğin ürünü değil midir? Her birimizin içinden yaşayarak geçip geldiğimiz bu safhaları unutmamız mümkün mü? Dünya da birden bire bu şekli almış değil!
Bu mânâda kâinatın tamamında her an ve devamlı, ama gayet yavaş işleyen bir değişiklik söz konusudur. Buna biz tedrici tekâmül de diyebiliriz. Yani, yavaş yavaş değişme. Bu manadaki değişiklik teori değil, bir kanundur. Yani kâinat, tedrici tekâmül kanununa tâbidir.
Şimdi baştaki soruya dönersek, evrim var mıdır, yok mudur? Ne diyeceğiz?
Bu, bizim evrimden neyi kastettiğimize bağlıdır. Evrime çok farklı mefhum ve manalar yükleniyor ve dolayısıyla bu kelimeden herkesin anladığı mana farklı oluyor.
Genellikle evrim; değişme, başkalaşma, farklılaşma ve bir canlıdan bir başka canlının tesadüfen meydana gelmesi manalarında kullanılıyor. Eğer evrimden tekamülü veya embriyodan itibaren bir canlının geçirdiği safhaları ifade eden ontojeni manasını kastediyorsak, bu manadaki değişiklik teori değil, bir kanundur. Ya da, elementlerin bir halden bir başka hâle geçmesini ifade eden değişiklik, yani bir molekülün atomlarına ayrılması ve yeni bileşikler vermek üzere birleşmesiyle meydana gelen farklılaşmalar kastediliyorsa, bu manadaki değişiklik de teori değil, bir kanundur.
Yok, eğer evrim felsefesini savunanların ifade ettiği gibi, evrimden; bir türden bir başka türün, bir canlıdan bir başka canlının tesadüfen meydana gelmesi kastediliyorsa, o mânâda bir evrim kâinatta mevcut değildir.
Yeryüzünün canlılarla şenlendirilmesi
Dünya birden bire bu şekli almamış. Güneşten ayrıldıktan sonra belli devreleri geçirmiş. Önce soğuyarak kabuk bağlamış. Sonra atmosfer yapılmış ve onun içerisine hava yerleştirilmiş. Denizlerde ve yerin altında sular biriktirilmiş. Yerküre üstünde canlı varlıkların barınabileceği bir hâle ulaşınca yer yüzüne, kademe kademe canlılar gönderilmiş. Önce bitkiler âleminden, daha kanaatkâr ve güç şartlarda hayatiyetlerini devam ettirme özelliğine sahip olan yosunlar kendilerine yer edinmiş. Daha sonra yüksek yapılı bitkiler boyunlarını, gayp âleminden yeryüzüne uzatmışlar ve zemini rengarenk çiçekler ve yemyeşil çimenlerle bezetmişler. Arkadan çimeni ve çayırı, suyu ve havası hazırlanmış olan yeryüzüne, koyunlar, keçiler, arılar ve sinekler gönderilmiş.
Ya aksi olsa idi! Yani, çimenden önce koyun, çiçekten önce arı gönderilseydi, o zavalılıların hâli nice olurdu. Hele suları, ya da teneffüs edecekleri havaları bulunmasa idi. Demek ki, kâinatın sahibi, herkesin yeryüzü sofrasını tamam ettikten sonra, onları hazır mekânlara davet etmiş.
Yeryüzü bu halde iken, yani koyunlar meleşir, kediler oynaşır, kuşlar cıvıldaşırken meyve ağaçları da ormanların arasında, gayet leziz, tatlı ve hoş kokulu meyvelerini elleriyle uzatıp, yer yüzü sultanının gelip almasını bekler bir halde iken, Hz. Âdem babamız ve Hz. Havva validemiz yer yüzüne teşrif ediyorlar.
Artık yer yüzünde umumi bir şenlik başlamıştı. Kuşların ötüşü, arıların uçuşu, kuzuların meleyişi değişiyordu. Rüzgâr daha bir nazlı nazlı esiyor, bulutlar yağmur vermek için emir bekliyordu. Güneşin ışığı daha aydınlık, ısısı daha ısındırıcı, suların çağlayışı daha canlıydı. Çünkü, bütün varlıkların süsü, yeryüzünün halifesi, varlıkların efendisi gelmişti. O’nun gelişiyle yeryüzü şenlenmiş, gariplikten kurtulmuştu.
Önceleri melâikeler yeryüzünde atın varlığına, devenin bulunmasına bir mânâ veremiyorlardı. Yer altında demirin, altının ve petrolün istif edilip yerleştirilmesini bir türlü anlayamamışlardı. Çünkü ne devenin ve ne de atın bunlara ihiyacı yoktu. Hele kömürün ne işe yarayacağını bir türlü açıklayamıyorlardı.
Yeryüzüne teşrif eden bu insan, diğer canlılara benzemiyordu. Bütün varlıkların üzerinde bir kumandan gibiydi. Bütün yer yüzünün idaresi ve kontrolü ona verilmişti. Artık, yeryüzündeki varlıklar adına söz söyleme yetkisi ona aitti. Böylece, melâikelerin önceleri yaratılışlarına bir anlam veremedikleri her bir canlının yaratılışının sebebi yavaş yavaş anlaşılmaya başlamıştı.
Dünyaya gönderilen bu insanın hiçbir ihtiyacı unutulmamıştı. Bu şerefli misâfirin ayağının altına bütün yeryüzü serilmiş, denizler emrine verilmiş, bitki ve hayvanlar sofrasına konmuş, gökyüzü de üstüne açılmıştı.
Bütün varlık âlemlerinin hayranlıkla takip ettiği bu misâfirin öyle engin duygu ve düşünceleri, öyle geniş hayal ve tasavvurları vardı ki, bu dünya ona az geliyordu. Belli ki bu değerli misâfir, başka bir âlem için yaratılmış, sonsuzluğu isteyen ve arayan duygu ve düşünceleri, ebedî bir âlemin varlığından haber veriyordu. Zaten buraya da o âlemden gelmemiş miydi? Burada misâfirliği bitince yoluna devam edecekti.
Prof. Dr. Âdem Tatlı