alptraum
New member
- Katılım
- 1 Ocak 2005
- Mesajlar
- 2,908
- Tepkime puanı
- 166
- Puanları
- 0
- Yaş
- 39
- Konum
- Aþk`dan
- Web sitesi
- www.muhakeme.net
İnsan, nefs-i emmaresi cihetiyle, kemâl ve cemâliyle iftihar etmek, kusurlarına ve cinayetlerine ise bahaneler aramak yahut bunları başkasına yüklemek ister. İnsanın kendisindeki güzellikleri ve üstün vasıfları O Cemil-i Zülkemâl’in bir ihsanı olarak bilmemesi ve bunlarla iftihar etmesi gurura yol açar. Gururun ise çok dereceleri vardır.
Kendi emsâline karşı gururlanmakla bir âlime karşı gururlanmak bir olmadığı gibi, bir müçtehide karşı gururlanmakla bir sahâbeye karşı gururlanmak da bir değildir. İşte bu gurur damarı, Ebû Cehil’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) karşı gurura saparak imandan mahrum olma noktasına varmış, Firavun’da ise daha ileri giderek onu Sultan-ı Ezel ve Ebed’e karşı gururlanmaya, ilâhlık iddiasında bulunmaya kadar götürmüştür.
İşte gurur, sonunda insanı küfre, inançsızlığa kadar götürebileceği için kader insanın karşısına çıkmakta, bütün meziyet ve güzelliklerin ancak Allah’ın lütuf ve ihsanları olduğunu bildirmekle O’nu gurur âfetinden kurtarmaktadır. Akl-ı selim sahibi her mü’min bu noktada şöyle düşünmektedir:
Arıyı bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatda yaratan Hâlık-ı Hakîm, insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halketmiştir.
Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın insana o istidadı lütfetmesinin neticesidir. O halde, arı balıyla, ipek böceği de ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kendi kemâliyle gururlanamaz.
Böyle düşünen bir mü’min hem gururdan kurtulur, hem de güzelliklerine bir güzellik daha katmış olur.
Evet, insan işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz. Zira:
“Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir. Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de Hak’tandır.”
Bu hakikati bir misâl ile açıklayalım: Cenâb-ı Hak, nar elde etmemizin yolunu nar ağacı yetiştirmek şeklinde takdir etmiştir. Burada nar ağacı sual, nar ise cevap makamındadır; ikisini de yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, O Hakîm-i Ezelî bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir takım ibâdetleri yapmamızı emretmiş ve o ibâdetlere de çeşitli sevap meyveleri takmıştır. Burada ibâdet sual, sevabı ise cevap makamında olup, ikisi de Hak’tandır.
Kendi kemâliyle gururlanan insan, yaptığı fenalıklara sahip çıkmak istemez. Hata ve kusurlara sahip çıkmamak, çocuklarda dahi görülen bir haldir. Bir çocuk, işlediği suçtan sıkılır, onu inkâr etmek yahut başkasına yüklemek ister.
Halbuki, aklı başında olan bir insan, kusurunu kabul edecek, ondan kurtulmak için gayret göstererek tövbe ile Rabb-ı Rahîm’inin dergâhına iltica edecektir. Kusurunu kabul etmeme hastalığı ilerledikçe sonunda insanı, işlediği günahların mesuliyetini kadere yükleme sapıklığına düşürür.
İşte insanı bu uçuruma düşmekten kurtarmak için, cüz’î ihtiyârî karşısına çıkar. İnsan bu cüz’î ihtiyârî ile, günahlarını kendi arzusuyla işlediğini, kaderin onu zorlamadığını kabul eder; gafletten uyandığında tövbe kapısına yönelir.
İşte, kader ve cüz’î ihtiyârî birer hudut olup, sonunda insanı küfre kadar götüren iki yolu kapamış oluyorlar.
Kendi emsâline karşı gururlanmakla bir âlime karşı gururlanmak bir olmadığı gibi, bir müçtehide karşı gururlanmakla bir sahâbeye karşı gururlanmak da bir değildir. İşte bu gurur damarı, Ebû Cehil’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) karşı gurura saparak imandan mahrum olma noktasına varmış, Firavun’da ise daha ileri giderek onu Sultan-ı Ezel ve Ebed’e karşı gururlanmaya, ilâhlık iddiasında bulunmaya kadar götürmüştür.
İşte gurur, sonunda insanı küfre, inançsızlığa kadar götürebileceği için kader insanın karşısına çıkmakta, bütün meziyet ve güzelliklerin ancak Allah’ın lütuf ve ihsanları olduğunu bildirmekle O’nu gurur âfetinden kurtarmaktadır. Akl-ı selim sahibi her mü’min bu noktada şöyle düşünmektedir:
Arıyı bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatda yaratan Hâlık-ı Hakîm, insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halketmiştir.
Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın insana o istidadı lütfetmesinin neticesidir. O halde, arı balıyla, ipek böceği de ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kendi kemâliyle gururlanamaz.
Böyle düşünen bir mü’min hem gururdan kurtulur, hem de güzelliklerine bir güzellik daha katmış olur.
Evet, insan işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz. Zira:
“Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir. Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de Hak’tandır.”
Bu hakikati bir misâl ile açıklayalım: Cenâb-ı Hak, nar elde etmemizin yolunu nar ağacı yetiştirmek şeklinde takdir etmiştir. Burada nar ağacı sual, nar ise cevap makamındadır; ikisini de yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, O Hakîm-i Ezelî bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir takım ibâdetleri yapmamızı emretmiş ve o ibâdetlere de çeşitli sevap meyveleri takmıştır. Burada ibâdet sual, sevabı ise cevap makamında olup, ikisi de Hak’tandır.
Kendi kemâliyle gururlanan insan, yaptığı fenalıklara sahip çıkmak istemez. Hata ve kusurlara sahip çıkmamak, çocuklarda dahi görülen bir haldir. Bir çocuk, işlediği suçtan sıkılır, onu inkâr etmek yahut başkasına yüklemek ister.
Halbuki, aklı başında olan bir insan, kusurunu kabul edecek, ondan kurtulmak için gayret göstererek tövbe ile Rabb-ı Rahîm’inin dergâhına iltica edecektir. Kusurunu kabul etmeme hastalığı ilerledikçe sonunda insanı, işlediği günahların mesuliyetini kadere yükleme sapıklığına düşürür.
İşte insanı bu uçuruma düşmekten kurtarmak için, cüz’î ihtiyârî karşısına çıkar. İnsan bu cüz’î ihtiyârî ile, günahlarını kendi arzusuyla işlediğini, kaderin onu zorlamadığını kabul eder; gafletten uyandığında tövbe kapısına yönelir.
İşte, kader ve cüz’î ihtiyârî birer hudut olup, sonunda insanı küfre kadar götüren iki yolu kapamış oluyorlar.