------İslam’da Yanlış Anlama ve Yorumlar
------Bilindiği gibi İslam hukukunda (fıkıh) suça karşılık gelecek cezalar a-rasında “kısasa kısas” unsuru da vardır. Bu uygulama, suç fiilinin daha başlamadan sona ermesi; suçlunun, işlediği suçun ne anlama geleceğini kavraması; mağdurun gönül rahatlığının sağlanması gibi yararlar sağla-maktadır. Günümüzde bu uygulama sadece maddi kayıplar için uygulan-makta, diğer alanlarda hapis cezası yolu takip edilmektedir. Bununla bir-likte, bir kulun, bir kula zarar vermesini; bir kulun, bir kulun verdiği zara-ra, zararla karşılık vermesini bile hoş görmeyen İslam dini, böylece top-lumsal barışı ve huzuru tesis etmedeki başarıyı da garantilemiş olmakta-dır. Zekât, fitre, sadaka ise bu barışın garanti belgesidir haliyle…
------Tarihi süreç incelendiğinde, her milletin, İslam’ı yorumlamasının fark-lı farklı olduğu görülür. Haliyle Türklerin İslam inancı da diğer yorum ve uygulamalardan farklılıklar göstermektedir. Misal Araplarda Selefiyye ve Kelam (fıkıh=hukuk) ağırlıklı bir İslam inancı hâkimken; Türkler Allah kor-kusu yerine, Allah sevgisini esas alan kelam ve tasavvuf terkibini uygun bulmuşlardır. Hanefî-Maturidî-Yesevî çizgisinde asl’olan Allah sevgisi ve kul iradesi olarak göze çarpar. Kişi bilmediğinden sorumlu tutulamayacağın-dan olsa gerek, kelam burada eğitim-öğretim faaliyetleri gibi algılanmıştır.
------İslam ülkelerinde, dinle ilgili yanlış anlama ve yorumlamaların olduğu ve/veya olabileceği muhakkaktır. Misal Yahudilerin, Cumartesi; Hıristiyan-ların, Pazar gününü dini inançları gereği hafta sonu tatili kabul etmelerin-den etkilenilmiş olunacak ki; Müslümanlar da Cuma gününün dini tatil gü-nü olduğuna dair yaygın bir kanaate (inanç, düşünce) sahiptirler. Oysa Cu-ma suresi bu konudaki kanaati gölgelemektedir. Surenin dokuzuncu aye-tinde, Cuma günü, ezan okunduğunda alış-verişin bırakılıp, camiye koşul-ması emredilmektedir. Yine onuncu ayette Müslümanlardan, namazın ar-dından yeryüzüne dağılmaları, Allah’ın lütfûnu yani rahmetini, bereketini aramaları istenmektedir. İki ayette de açıkça belirtildiği üzere Cuma günü-nün tatil olmasının dini bir geçerliliği yoktur. Hatta o gün çalışmak, -bir yerde- Allah’ın kullarından istediği bir şeydir de. Bunu derken, Yahudilerin veya Hıristiyanların dini inançlarını taklit edelim anlamında söylemiyorum elbette. Tatil illa olacaksa bu Cumartesi de olur, Pazartesi de… Zira devlet erkini elinde bulunduranların tasarrufunda olan bir meseledir. Bizim kaygı-mız ise İslam’da, haftanın şu günü çalışmayın diye bir ayet ve/veya hadis olma ması nedeniyle; bu durumu, İslam’ın temel kurallarından biriymiş gibi kabul etmenin bidat olacağına dair tereddüttür. Belki de Atatürk’ün icraatı, dini asli kaynağına döndü rmüştür. Kim bilir?
------İslam’da kafa karıştıran meselelerden biri de zekât uygulamasıdır. Genel kanı, Müslümanların devlete vergisini ödemesi; arta kalan mallardan da belirtilen miktarın ihtiyaç sahiplerine zekât olarak verilmesi şeklindedir. Peki, zekâtın vergi olarak devlete verilmesinde bir sakınca var mıdır? Misal hacca gidişte veya kurban keserken vekâlet verilmesinde bir sakınca olma-dığı din âlimlerince de belirtilmektedir. Hatta kurbanını devlete veya özel girişimcilere (cemaat, dernek vb.) hediye edenleri görüyor, duyuyoruz. Geçmiş tarihlerde, bazı İslam ülkelerinde (devlet) zekât memurları görev-lendirilerek, halktan zekâtların toplatıldığı; toplanan bu zekâtların devlet e-liyle ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığı hatta hayır hasenatta ya da başka bir ta-birle halkın ortak kullanım alanları olan köprü, çeşme… gibi imar işlerinde kullanıldığı da bilinmektedir. Üstelik zekât, vergi olarak devlete verildiği takdirde; hayır hasenat işlerinin daha düzenli (system) bir hale geleceği de malumdur. Böylece toplum, zekâtı bahane edip vergi kaçıranlardan da ver-giyi bahane edip zekât vermeyenlerden de arınacak; hem de Müslümanla-rın bu dünya ile öbür dünya arasındaki hassas dengeyi korumaları daha da kolaylaşacaktır.
------Bilip bilmeyenin yahut da art niyetli kimselerin İslam’la ilgili olarak dillerine en çok doladıkları konu bir erkeğin dört kadınla nikâhlanması me-selesidir herhalde. Aslında Nisa suresinin üçüncü ayetini okuyan akıl sahibi bir kimse için bu konu mesele olmaktan çıkacaktır. Ama lafı açıp da, öyle-ce bırakmamak gayesiyle; bir iki noktaya değinelim. Dört kadın ile nikâh meselesi aslında bir emir olmayıp, izindir. Erkeklere, gereklerinin yerine getirilmesi şartıyla verilmiştir. Bu şartlar, erkek nüfusun azalıp, kadın nü-fusun artması; zinanın önüne geçilmesi; neslin korunması (gayrimeşru ço-cuk olgusu açısından); miras konularında ortaya çıkacak sürtüşmelerin or-tadan kaldırılma sı; eşi ölmüş kadınların can, mal ve namuslarının güvence altına alınması; boşanmaların önlenmesi… diye giden sebeplerin ortaya çıkması ile yerine gelmiş olur. Toplumsal açıdan bakacak olursak, erkek i-çin hak olmaktan ziyade yükümlülük yönü ağır basan bir uygulamadır. Er-keğe, adaletli davranamama durumunda tek eşli olarak hayatını sürdür-mesi ise bizzat Kuran tarafından emredilmektedir. Hatta bu emir, tek eşli olmanın, erkekler için daha hayırlı olduğu vurgusu yapılarak ifade edilmek-tedir. Şu da unutulmamalıdır ki, Kuran, birinci kadından başlayarak, erke-ğe eş olma konusundaki kararı bizzat kadına bırakmıştır. Yani birinci, ikin-ci, üçüncü yahut dördüncü kadın olmanın onayını, kadının kendisi ve ken-disinden önce gelen yine başka bir kadın verecektir. Yine giyinme, beslen-me, barınma (Her bir kadın için ayrı ayrı ev şartı vardır.) hadi neyse de; erkeğin, sevgi ve cinsellik konusunda nasıl adil olacağı ise bir başka mu-ammadır. Bu şartlarda, erkeğin keyfi olarak harem kurmasının da önüne geçilmiş olunmaktadır. İşin bir başka boyutu da, İslam’ın, kadın ve çocuk sayısının çokluğu ile övünen Cahiliye Araplarını dizginlemek istemesi; bunu da -içki yasağında olduğu gibi- kademeli yasaklama yöntemine benzer bir uygulama ile yapmasıdır. Ayrıca beş bin yıllık kültürümüze ve aile yapımı-za bakacak olursanız; tek eşliliğin köklü bir gelenek olduğunu da görürsü-nüz. Yani cancağızlar, kısacası bu mesele dimağlarınızı bulandıracak kadar çetrefilli bir mesele değildir. İçiniz rahat olsun.
------Atatürk’ün, Cumhuriyet döneminin büyük âlimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır Hoca’ya Türkçe Kuran tefsirini hazırlatırken, “Bu tefsir, Hanefî fıkhı ve Maturidî itikadı üzerine kaleme alınacaktır.” diye şart koştuğunu sanırım biliyorsunuzdur. Bunda amaç, dinde bölücülük yahut mezhep ırkçılığı de-ğildir haliyle… Meselenin aslı, her milletin kendine göre bir İslam anlayışı ve yorumunun olması; bunun da yerel kültürlerin, inançların İslam’a karış-ması ya da İslam’ı etkilemesi ile ortaya çıktığının göz ardı edilmemesidir. Özellikle de Arap kaynaklı Selefiyye akımı yerine; tarihten gelen kelam (fı-kıh) ve tasavvuf merkezli Hanefî-Maturidî-Yesevî İslam’ının, yani İslâm’ın Türkçe yorumunun yerleştirilmeye çalışılmasıdır. Ki bu çabaların başlangıç noktası da, “Gök Sultan” Abdülhamit Han’ın, Vehabiliğe karşı başlattığı mücadele yılları ve o yıllarda bizzat Sultan’ın buyruğu ile hazırlatılan “Mız-raklı İlmihâl”dir dersek, yerinde bir tespit yapmış oluruz. Yalnız unutulma-ması gereken nokta şudur: Bu çabalar İslâm’ı yenilemek değil; İslâm’la yenilenmek için yapılmıştır. Çünkü pörsüyüp dökülen Kur’an değil; toplum yapımızdır. İşte bu yüzden siz, siz olun; küfünüzü, pasınızı salya yapıp, İs-lâm’a atmayın cancağızlar. Nedeni şu ki, İslam bundan bir şey kaybetmez. Çünkü İslâm, uçsuz bucaksız bir denizdir (derya) ve bir herze yahut zerre denizi kirletmeye yetmez. Üstelik bu çabalara olsa olsa kargalar güler! Sa-nırım, kime güleceği de malumunuzdur. Serik–31.01.2008
Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com
------Bilindiği gibi İslam hukukunda (fıkıh) suça karşılık gelecek cezalar a-rasında “kısasa kısas” unsuru da vardır. Bu uygulama, suç fiilinin daha başlamadan sona ermesi; suçlunun, işlediği suçun ne anlama geleceğini kavraması; mağdurun gönül rahatlığının sağlanması gibi yararlar sağla-maktadır. Günümüzde bu uygulama sadece maddi kayıplar için uygulan-makta, diğer alanlarda hapis cezası yolu takip edilmektedir. Bununla bir-likte, bir kulun, bir kula zarar vermesini; bir kulun, bir kulun verdiği zara-ra, zararla karşılık vermesini bile hoş görmeyen İslam dini, böylece top-lumsal barışı ve huzuru tesis etmedeki başarıyı da garantilemiş olmakta-dır. Zekât, fitre, sadaka ise bu barışın garanti belgesidir haliyle…
------Tarihi süreç incelendiğinde, her milletin, İslam’ı yorumlamasının fark-lı farklı olduğu görülür. Haliyle Türklerin İslam inancı da diğer yorum ve uygulamalardan farklılıklar göstermektedir. Misal Araplarda Selefiyye ve Kelam (fıkıh=hukuk) ağırlıklı bir İslam inancı hâkimken; Türkler Allah kor-kusu yerine, Allah sevgisini esas alan kelam ve tasavvuf terkibini uygun bulmuşlardır. Hanefî-Maturidî-Yesevî çizgisinde asl’olan Allah sevgisi ve kul iradesi olarak göze çarpar. Kişi bilmediğinden sorumlu tutulamayacağın-dan olsa gerek, kelam burada eğitim-öğretim faaliyetleri gibi algılanmıştır.
------İslam ülkelerinde, dinle ilgili yanlış anlama ve yorumlamaların olduğu ve/veya olabileceği muhakkaktır. Misal Yahudilerin, Cumartesi; Hıristiyan-ların, Pazar gününü dini inançları gereği hafta sonu tatili kabul etmelerin-den etkilenilmiş olunacak ki; Müslümanlar da Cuma gününün dini tatil gü-nü olduğuna dair yaygın bir kanaate (inanç, düşünce) sahiptirler. Oysa Cu-ma suresi bu konudaki kanaati gölgelemektedir. Surenin dokuzuncu aye-tinde, Cuma günü, ezan okunduğunda alış-verişin bırakılıp, camiye koşul-ması emredilmektedir. Yine onuncu ayette Müslümanlardan, namazın ar-dından yeryüzüne dağılmaları, Allah’ın lütfûnu yani rahmetini, bereketini aramaları istenmektedir. İki ayette de açıkça belirtildiği üzere Cuma günü-nün tatil olmasının dini bir geçerliliği yoktur. Hatta o gün çalışmak, -bir yerde- Allah’ın kullarından istediği bir şeydir de. Bunu derken, Yahudilerin veya Hıristiyanların dini inançlarını taklit edelim anlamında söylemiyorum elbette. Tatil illa olacaksa bu Cumartesi de olur, Pazartesi de… Zira devlet erkini elinde bulunduranların tasarrufunda olan bir meseledir. Bizim kaygı-mız ise İslam’da, haftanın şu günü çalışmayın diye bir ayet ve/veya hadis olma ması nedeniyle; bu durumu, İslam’ın temel kurallarından biriymiş gibi kabul etmenin bidat olacağına dair tereddüttür. Belki de Atatürk’ün icraatı, dini asli kaynağına döndü rmüştür. Kim bilir?
------İslam’da kafa karıştıran meselelerden biri de zekât uygulamasıdır. Genel kanı, Müslümanların devlete vergisini ödemesi; arta kalan mallardan da belirtilen miktarın ihtiyaç sahiplerine zekât olarak verilmesi şeklindedir. Peki, zekâtın vergi olarak devlete verilmesinde bir sakınca var mıdır? Misal hacca gidişte veya kurban keserken vekâlet verilmesinde bir sakınca olma-dığı din âlimlerince de belirtilmektedir. Hatta kurbanını devlete veya özel girişimcilere (cemaat, dernek vb.) hediye edenleri görüyor, duyuyoruz. Geçmiş tarihlerde, bazı İslam ülkelerinde (devlet) zekât memurları görev-lendirilerek, halktan zekâtların toplatıldığı; toplanan bu zekâtların devlet e-liyle ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığı hatta hayır hasenatta ya da başka bir ta-birle halkın ortak kullanım alanları olan köprü, çeşme… gibi imar işlerinde kullanıldığı da bilinmektedir. Üstelik zekât, vergi olarak devlete verildiği takdirde; hayır hasenat işlerinin daha düzenli (system) bir hale geleceği de malumdur. Böylece toplum, zekâtı bahane edip vergi kaçıranlardan da ver-giyi bahane edip zekât vermeyenlerden de arınacak; hem de Müslümanla-rın bu dünya ile öbür dünya arasındaki hassas dengeyi korumaları daha da kolaylaşacaktır.
------Bilip bilmeyenin yahut da art niyetli kimselerin İslam’la ilgili olarak dillerine en çok doladıkları konu bir erkeğin dört kadınla nikâhlanması me-selesidir herhalde. Aslında Nisa suresinin üçüncü ayetini okuyan akıl sahibi bir kimse için bu konu mesele olmaktan çıkacaktır. Ama lafı açıp da, öyle-ce bırakmamak gayesiyle; bir iki noktaya değinelim. Dört kadın ile nikâh meselesi aslında bir emir olmayıp, izindir. Erkeklere, gereklerinin yerine getirilmesi şartıyla verilmiştir. Bu şartlar, erkek nüfusun azalıp, kadın nü-fusun artması; zinanın önüne geçilmesi; neslin korunması (gayrimeşru ço-cuk olgusu açısından); miras konularında ortaya çıkacak sürtüşmelerin or-tadan kaldırılma sı; eşi ölmüş kadınların can, mal ve namuslarının güvence altına alınması; boşanmaların önlenmesi… diye giden sebeplerin ortaya çıkması ile yerine gelmiş olur. Toplumsal açıdan bakacak olursak, erkek i-çin hak olmaktan ziyade yükümlülük yönü ağır basan bir uygulamadır. Er-keğe, adaletli davranamama durumunda tek eşli olarak hayatını sürdür-mesi ise bizzat Kuran tarafından emredilmektedir. Hatta bu emir, tek eşli olmanın, erkekler için daha hayırlı olduğu vurgusu yapılarak ifade edilmek-tedir. Şu da unutulmamalıdır ki, Kuran, birinci kadından başlayarak, erke-ğe eş olma konusundaki kararı bizzat kadına bırakmıştır. Yani birinci, ikin-ci, üçüncü yahut dördüncü kadın olmanın onayını, kadının kendisi ve ken-disinden önce gelen yine başka bir kadın verecektir. Yine giyinme, beslen-me, barınma (Her bir kadın için ayrı ayrı ev şartı vardır.) hadi neyse de; erkeğin, sevgi ve cinsellik konusunda nasıl adil olacağı ise bir başka mu-ammadır. Bu şartlarda, erkeğin keyfi olarak harem kurmasının da önüne geçilmiş olunmaktadır. İşin bir başka boyutu da, İslam’ın, kadın ve çocuk sayısının çokluğu ile övünen Cahiliye Araplarını dizginlemek istemesi; bunu da -içki yasağında olduğu gibi- kademeli yasaklama yöntemine benzer bir uygulama ile yapmasıdır. Ayrıca beş bin yıllık kültürümüze ve aile yapımı-za bakacak olursanız; tek eşliliğin köklü bir gelenek olduğunu da görürsü-nüz. Yani cancağızlar, kısacası bu mesele dimağlarınızı bulandıracak kadar çetrefilli bir mesele değildir. İçiniz rahat olsun.
------Atatürk’ün, Cumhuriyet döneminin büyük âlimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır Hoca’ya Türkçe Kuran tefsirini hazırlatırken, “Bu tefsir, Hanefî fıkhı ve Maturidî itikadı üzerine kaleme alınacaktır.” diye şart koştuğunu sanırım biliyorsunuzdur. Bunda amaç, dinde bölücülük yahut mezhep ırkçılığı de-ğildir haliyle… Meselenin aslı, her milletin kendine göre bir İslam anlayışı ve yorumunun olması; bunun da yerel kültürlerin, inançların İslam’a karış-ması ya da İslam’ı etkilemesi ile ortaya çıktığının göz ardı edilmemesidir. Özellikle de Arap kaynaklı Selefiyye akımı yerine; tarihten gelen kelam (fı-kıh) ve tasavvuf merkezli Hanefî-Maturidî-Yesevî İslam’ının, yani İslâm’ın Türkçe yorumunun yerleştirilmeye çalışılmasıdır. Ki bu çabaların başlangıç noktası da, “Gök Sultan” Abdülhamit Han’ın, Vehabiliğe karşı başlattığı mücadele yılları ve o yıllarda bizzat Sultan’ın buyruğu ile hazırlatılan “Mız-raklı İlmihâl”dir dersek, yerinde bir tespit yapmış oluruz. Yalnız unutulma-ması gereken nokta şudur: Bu çabalar İslâm’ı yenilemek değil; İslâm’la yenilenmek için yapılmıştır. Çünkü pörsüyüp dökülen Kur’an değil; toplum yapımızdır. İşte bu yüzden siz, siz olun; küfünüzü, pasınızı salya yapıp, İs-lâm’a atmayın cancağızlar. Nedeni şu ki, İslam bundan bir şey kaybetmez. Çünkü İslâm, uçsuz bucaksız bir denizdir (derya) ve bir herze yahut zerre denizi kirletmeye yetmez. Üstelik bu çabalara olsa olsa kargalar güler! Sa-nırım, kime güleceği de malumunuzdur. Serik–31.01.2008
Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com