Atıf efendi Akkoyonlu aşiretinden ve İmamoğulları denilen aileden Mehmed Ali ağanın oğlu olup, 1292 hicri senesinde Çorum’un İskilip kazasının Tophane köyünde dünyaya gelmiştir.
Annesi Mekke-i Mükerremeden göç etmiş Ben-i Hattap aşiretinden, Arap dedenin torunlarından Nazlı hanımdır. Altı aylıkken öksüz kalan Mehmed Atıf, dedesi Hasan Kethüda efendinin himayesinde yetişmiştir.
Büyük babası Hasan Kethüda efendinin himmetiyle evvela köy hocasından başladığı tahsiline 1891 yılından itibaren iki sene İskilip’te, müderris Hoca Abdullah efendi nezaretinde devam etmiştir. 1893 Nisanında ailesinin karşı çıkmasına rağmen İstanbul’a geldi ve medrese tahsiline burada devam etti. Meşhur Çarşambalı hocanın rahle-i tedrisine (Bir âlimden alınan ders) oturdu. Medresede daha çok “İskilipli Mehmed” olarak anılırdı.1902’de medrese eğitimini iyi derece ile bitti ve aynı yıl açılan Ruus imtihanına(bir nevi mesleki kariyer sınavı) girerek İstanbul müderrisliğini (Profesör) kazandı, ertesi sene Fatih Camiinde ders vermeye başladı.
Bu arada İstanbul Dar-ül Fünunu ( Üniversite) İlahiyat Fakültesine girdi ve 1905’te buradan mezun olarak Kabataş Lisesi Arapça muallimliğine (öğretmenliğine) atandı.
Mehmed Atıf Efendi Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, Meşrutiyet ( Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi) öncesi ve sonrasında da çeşitli garazkarların (Hased ve düşmanlık) yanlış tevil (yorum) ve nazarları (bakış açıları) yüzünden taşlanıp durdu. Ama o bunlara tevekkülle sabretti, fazilet yemişleri vermeyi sürdürdü.
Meşihat –ı İslamiye dairesinde ( İslâmî işlerin ilmî mes'eleleri ile uğraşan devlet dairesi) bulunan dersiamların (Asistan) mağduriyetini giderme konusunda yaptığı çalışmalar üzerine devrin Şeyhülİslam’ı tarafından Bodrum’a sürüldü. Üzerinde yoğunlaşan baskılar yüzünden Kırım’lı İbrahim Tali efendinin pasaportu ile gizlice Kırım’a geçti. Kırım’dan Varşova’ya kadar gitti.. Meşrutiyet’in ilanından bir hafta evvel İstanbul’a geri döndü.
1910’da medreselerin genel müfettişliğine getirildi. Bu sıralar Sebilürreşad, Beyan-ül Hak, Mahfel gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Fazileti ve ilmi İstanbul’un her tarafına yayıldı, hatta yurtdışına kadar taştı. Kosova, Plevne, Üsküp gibi yerlerden heyetlerin memleketlerinde yerleşmesi için yaptıkları ricaları, Kırım evkaf nazırlığı (vakıflar bakanlığı) tekliflerini nazikçe geri çevirdi.
Rivayete göre Japon büyükelçisi Baron Uşida kendisini ziyaret ettiğinde Atıf Hocaya şöyle söylemiş: “Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslamiyet bütün Doğuyu, bu arada Japonya’yı da fethederdi.”
Bilahare Çorum’dan mebus (milletvekili) adayı oldu. 31 Mart olayında bir hafta tutuklu kaldı. Suçsuz olduğu tebeyyün edince (ortaya çıkınca) serbest bırakıldı. İttihatçıların entrikaları ile, Mahmud Şevket paşanın öldürülmesi olayında dahli (katkısı) olduğu gerekçesi ile Sinop’a sürüldü. Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu'da yaklaşık 1,5 yıl sürgün hayatı yaşadı.
Sinop sürgününün canlı şahitlerinden emekli imam Cevdet Soydanses bey, Atıf hocayı şöyle anlatmakta: “Atıf hocayı ilk defa Sinop’ta gördüm. Küçük bir çocuktum henüz. İttihatçılar 600 kadar kişiyi Sinop’a sürmüştü. Aralarında babamla Atıf Hocanın da bulunduğu bu sürgünlerin mühim kısmı hoca idi, din adamıydı. Atıf Hoca çok efendi bir insandı. Sessiz, sedasız, ağzı çok iyi laf yapar, eli kalem tutardı. Bu sürgünden sonra İstanbul’a dönmüştü.”
Bahsi geçen iki hadisede de resmi makamlar, bir yanlışlığa kurban gittiğini, suçlu olmadığının anlaşıldığını ifade etmişlerdir.
1919 yılında Dar-ül Hilafet-i âliye (Yüce Hilafet merkezi) medresesi İbtida-i Dahil umum müdürlüğü ve Medreset-ül Kudat’ta (Hakimler okulu) Hikmet-i Teşriiyye (kanun yapma hikmetleri) dersi müderrisliğine getirildi. Bu yıllardan itibaren Atıf Hocanın şöhreti iyice arttı. 21 Ocak 1926 tarihli Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarında Reis Kel Ali bu durumu şöyle ifade etmekte ve idam konusunda bize bir ipucu vermektedir: “Fatihin en tanınmış bir hocasıdır.”
Atıf efendi içine kapalı, toplumdan uzak, kitapları arasında ördüğü kozasında yaşayan bir insan değildi. Eserlerine baktığımızda da her birinin bir toplumsal yarayı tedaviye, bir hayır hizmetine matuf (yönelik) hazırlandığını görürüz. Mesela, geliri donanma cemiyetine bağışlanmak üzere kaleme aldığı “Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Ehemmiyeti Ve Vücubu - Şeriata göre Deniz ve Kara kuvvetlerinin önemi ve gerekliliği” adlı eser o sıralar çok takdir toplamıştı.
19 Ocak 1919’da Mustafa Sabri, Bediüzzaman Molla Said efendi, Ermenekli Saffet efendi gibi arkadaşları ile beraber Müderrisler cemiyetini (profesörler derneği) kurdu ve ikinci başkanlığına getirildi. Bu cemiyet müderrislerin haklarını korumak ve aralarında dayanışmayı sağlamak üzere kurulmuştu. Daha sonra cemiyet aldığı bir karar gereği ismini Teali-i İslam’a (İslamı yüceltme) çevirdi ve halka açıldı. Mustafa Sabri beyin Şeyhülİslam olması üzerine cemiyetin başkanlığına getirildi.
Tahir-ül Mevlevi bey Atıf Hocayla ilk tanışmasını şöyle anlatıyor:“Fatih dersiamlarından İskilip’li Mehmed Atıf efendi 1336(1920) tarihlerinde İbtida-i Dahil medresesi umum müdürlüğüne getirilmişti ki, ben de orada müderris bulunuyordum. İttihat hükümeti tarafından nefy (sürgün) edilmiş ve birkaç sene sürgünde kalmış olan Atıf Efendiyi o vakte gelinceye kadar tanımıyordum. Kendisi ile vazife sebebiyle görüştüğümde “Cemiyet-i Müderrisin” adı ile teşkil eylemiş (kurmuş) olduğu cemiyete benim de dahil olmamı (katılmamı) teklif etti.”
Memleketin kara günleriydi...Payitahta (başkente) düşman çizmesi girmiş, vatan toprakları yüzyıllar sonra yeni bir haçlı işgaline maruz kalmıştı. Şairin dediği gibi “felek bi rahm (acımasız) , devran bir sükun. Dert çok, derman yok, düşman kavi (kuvvetli) , talih zebundu (acizdi) ”
İzmir’in işgali üzerine Teali-i İslam cemiyeti bir protesto beyannamesi neşretti.
1922 yılı Ramazan ayında Saray’daki Huzur derslerine muhatap olarak katıldı. Huzur dersleri Ramazan aylarında, Saray’da padişah huzurunda yapılan ve seçkin bazı alimlerle saray erkanının katıldığı ilmi sohbetlerdi. Huzurda doğrudan ders veren alimlere “mukarrrer” ders veren hocalara soru tevcih eden (yönelten) , ve kendisine soru sorulursa cevap veren hoca efendilere ise “muhatap” denirdi. Bu gelenek 1922 yılında son bulmuştu.
Bu sıralar Atıf hocanın Alemdar ve Mahfil’de yazıları yayınlandı. Bu arada şunu da belirtelim; Alemdar Gazetesinde 11 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa hakkındaki idam kararı yayınlanmıştı. Atıf Hocanın idamında burada yazı yazmasının etkisi var mıdır, bilemiyoruz.
Fakat tam bu sıralar cereyan eden bir başka hadise hocanın idam edilmesinde mühim bir amil (sebep) olmuştur. İstanbul hükümeti Anadolu’daki Kuvva-i Milliye (milli kuvvetler) hareketine karşı halkın teveccühünü (yönelişini) kırmak için bir fetva yayınlamış, ama Anadolu ulemasının (alimlerinin) karşı fetvası bunu boşa çıkarmıştı. Bunun üzerine Şeyhülislam Mustafa Sabri efendinin marifetiyle Teali-i İslam cemiyeti namına yazılmış ve bastırılmış bir beyanname zorla Teali-i İslam cemiyeti idare heyetine imzalatılmaya çalışılmıştı. Ama Atıf Hoca ve Tahir-ül Mevlevi’nin şiddetle karşı koymaları üzerine de mühürsüz olarak Yunan uçaklarınca Anadolu’ya atıldı. Buna karşın, o zamanın Vakit gazetesinde Atıf Hoca tekzibname (yalanlama) yayınladıysa da, Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarında okuduğumuza göre, bu beyanname Hocaefendi’ye karşı güdülen kinin mühim bir amili (sebebi) olarak zihinlerde kaldı. (Geniş bilgi için Tahir-ül Mevlevi’nin hatıralarının 73 ila 81. sayfalarına bakılabilir.)
Atıf Efendi, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yazılarında, Frenkleşme (batılılaşma) illetine (hastalığına) tutulmuş Cenab Şahabeddin, Ömer Rıza Doğrul, Süleyman Nazif gibi zatlarla çeşitli mevzularda kalem münakaşalarına girişti. Yazılarını ve eserlerini incelediğimizde onun Şark (doğu) ve Garb’da (batıda) yazılan eserlere vukufu (haberdar) rahatlıkla anlaşılmaktadır. Yalnız şunu da hatırlatalım ki, merhum hocamız bazen muhataplarına çok sert bir üslup kullanmıştır. Mesela meşhur İslam seyyahı ve alimi Abdürreşit İbrahim hakkındaki “Bir Müçtehid Taslağının Dalalet Ve İdlali (sapkınlığı ve azgınlığı)” adlı yazısında olduğu gibi…
O, Ehl-i sünnet vel cemaat düşüncesinin yılmaz bir müdafaacısı ve kalesi idi. Tabii bu özelliği, onun İbn-i Teymiyye’den alıntılar yapmasına engel teşkil etmiyordu. Ona göre güzel bir fikir kimden gelirse gelsin alınır ve sahip çıkılırdı.
Özelikle modernist düşüncelerin Osmanlı ülkesinin saçaklarını sardığı bir zamanda engin bilgisiyle bunlara karşı dimdik durdu. Şimdilerde memlekette cirit atan bir grup modernist, oryantalist (doğu bilimci) mütercimi, ilmilik yaparak meşhur olmak isteyen zavallılar o zaman da vardı. Ama karşılarında Atıf Hoca ve emsali çetin ceviz ulemayı bulmuşlardı. Beyan-ül Hak dergisinde bir yazısında Atıf Hoca bunlar hakkında şunları yazıyordu:
“Vakıa şimdiye kadar İslam dini aleyhinde hasımlar (düşmanlar) tarafından hücumlar olmuş ve bu konuda pek çok küfür ve hezeyanlar neşredilmiş ise de, ulema-i kiram hazeratı (saygın alimler) ilmi satvetleri (ezici ilmi güçleri) ile hepsini red ve iptal etmişlerdir. Son zamanda ise bir taraftan maddeciler, tabiatçılar, farmasonlar gibi İslam dininin en şiddetli düşmanları tarafından ilahi nurun mahvına çalışılıyor. Diğer taraftan İslamiyet kisvesi altında türlü türlü küfür, hezeyan ve fesatlıklarla İslam dininin yıkılmasına çalışılıyor.
Zamanımızdan ikinci zümreden olmak üzere bir takım müçtehid, istinbat (Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.) melekesine malik imişler gibi içtihada yeltenmek ve hatta bütün Ehl-i sünnetçe Allah katında umum (bütün) Ümmet-i Muhammed’den efdaliyetleri (daha faziletli olmaları) müsellem (herkesçe kabul edilmiş) olan şeyhayn hazeratına(Hz. Ebubekir ve Ömer) dil uzatmak, dört imam gibi müçtehidin-i kiram (şerefli) ve fukaha-i izamı (Büyük hukuk alimleri) hatalı bulmak ve tahkir etmek (aşağılamak) , esası bütün müçtehidlerce kabul olunan dini meseleleri inkar etmek cüretinde bulunan dalalet ve idlal erbabının Müslümanları zehirlemekte olduğu maalesef görülmektedir. Nitekim bunlardan evvel birisinin de hakkında nass varit olan (hakkında ayet ve hadis ile hüküm verilmiş) kurban meselesinde içtihad hülyasında bulunduğu malumdur.”(Not: Hatırlanacağı gibi günümüz Türkiye’sinde de sözüm ona bir profesör böyle bir iddiayı önümüze sunmuştu; Tavuktan kurban olabilir diye…)
1923 yılında yayınladığı “Tesettür-ü Şer’i” (dini örtünme) ve 1924’de neşrettiği “Din-i İslam’da Men-i Müskirat” (islamda içki yasağı) adlı eserleri ile “Atıf Efendi Kütüphanesi Neşriyatından” adıyla yeni bir serinin telifine başladı. Bu seriyi 10 sene içerisinde 50 kitaba ulaştırma azmindeydi. Üçüncü eser “Frenk Mukallitliği -batı taklitçiliği- ve Şapka”dır. Dikkat edilirse, üç eser de devrin idaresini rahatsız edecek cinstendir ve devam etmesine meydan verilmemiştir.
FRENK MUKALLİDLİĞİ VE ŞAPKA
Atıf hoca 1924 yılında Frenk mukallitliği ve Şapka kitabını neşretti. Yani Şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel. Tabii, diğer kitapları gibi neşretmeden önce onu da Maarif vekaletine (milli eğitim teşkilatı) gönderdi, izin hatta takdir aldı.
Bu risale körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi. Atıf efendi 32 sayfalık bu eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz, hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil (bağımsız) bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i Ekrem’in Ebu Davud gibi sünen kitaplarında geçen “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.” hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:
“Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”
Hoca bu görüşünde yalnız da değildi. İşte Bediüzzaman’dan bir misal: “Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi(şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi."
Ben de dedim: “On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (avrupa hayranı) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısıyla) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer'iye ve takvâ (dine sıkı bağlanma ve duruş) cihetiyle, (yönüyle) yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.”
Atıf efendi kitabını neşrettikten sonra bu eser hakkında bir tenkit (eleştiri) kaleme alan Süleyman Nazif’e verdiği cevapta şöyle diyordu: “Risalede şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan, Bezzaziye, Muhit-i Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından ahz ile (almakla) tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir şey ilave etmedim.”
Bu arada şunu da belirtelim ki, Atıf efendi meselesinde iki jurnalciden (ispiyoncu) bahsetmek doğru olacaktır;
1-Zeynelabidin; İsmi ile müsemma olmayan bu şahıs, medrese öğrencisiyken Atıf efendiye haksız yere kin bağlamış bir ruh hastasıdır. Şapka inkılabı (devrimi) olunca çeşitli yerlere “filan şapka aleyhtarıdır” diye ihbarlarda bulunan bu zavallı, Atıf efendinin asılmasında ve onca mazlumun zindanlarda sürünmesinde başlıca amillerden birisidir. Mesela, iğrenç bir hareketinden dolayı kendisini pataklayan ve medreseden kovan Nuruosmaniye camii imamı Hafız Osman efendi için; “Frenk Mukallitliği ve Şapka eserini Atıf efendi ile birlikte kaleme aldı” gibi iftiralarda bulunmuştur.
2-Süleyman Nazif: Bu edibimiz (edebiyatçı) de daha önce oruç ile alakalı bir meselede kaleminin Atıf efendi karşısında susması üzerine intikam için fırsat kollamış, Şapka risalesi yazılınca “Bir Hocaefendiye cevap” adıyla vukufsuzca (meseleye hakim olmadan) bir yazı yazmıştı. Atıf efendi’nin mukabil (karşı) yazısı ve cevabı üzerine daha sert karşılık vermiş ama bunu hocanın eli kolu bağlanıp, hapse gönderildiği sırada yayınlamıştır. Daha sonra da kendi iki makalesini maalesef-Atıf Hocanın verdiği cevabı araya koymadan- "İmana Tasallut" adıyla neşretmiştir.
Süleyman Nazif adı geçen yazısında tehevvürle ( Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek) ve hakaretvari davranmış ve selef ulemasına(islamın ilk dönem alimleri) ağır ithamlarda bulunmuştu. İşte bazı misaller: “Fetva kitapları İslam’a ayak bağı olacak satırlarla dopdoludur.” “Ben bile bugün usulden hüküm çıkarmaya ilmim yeterli olsa bin iki yüz senelik mezhebimin imamı olan Ebu Hanife’yi aradan hürmetle çıkartarak Peygamberim ve Allahımla yalnız kalacağım.” “Hicretin bin senesinden beri fıkıh ve fukaha (hukuk alimleri) bizde cehaleti çoğaltıp, istismar eden zararlı bir kuruluş ve bir sürü zararlı şahıslardır.”
Nazif bu yazısında Atıf efendi için de “dar düşünceli, cahil, Allah’ın haram etme yetkisini gasp eden” gibi seviyesiz ithamlarda bulunmuştu.
Atıf efendi bu hücuma mükemmel bir cevap verdi. İşte bir paragrafı:“Fıkıh ilminde ihtisas sahiplerinden bulunan ve sözleri her vech (yönü) ile itimada şayan olan (güvenilen) muhterem zatların sözlerine mi Müslümanların itimad ve iman etmesi vacip olur, yoksa kendi itiraf ettiği vech ile, 20’den 45 yaşına kadar 25 sene şüphe vadisinde dolaşıp ve diğer bir makalesinde itiraf ettiği üzere bu esnada bir çok kimseleri dalalete sürüklemiş (sapıklığa yöneltmiş) olan, on bir senelik bir Müslüman olduğu halde, benim bildiğim bir sene içinde iki defa, dini zaruretlere taarruz eden, (biri orucun mükellefiyetinin vücubunu inkar, diğeri Hz. İsa’yı(as) tahkir ve tezyif etmiş olması) artık 25 sene dinsizlik, dalal ve idlal vadisinde yaşayan, on bir senelik İslamiyet zamanında da dini zaruretlere saldırmaktan geri durmayan Süleyman Nazif beyin Şapka hakkında vermiş olduğu hükümlere, fetvaları mı itimat etmeleri lazım geleceğine dair verilecek hükmü yine efkar-ı ammeye havale ederim.”
Bu konuda da sözü Tahir-ül Mevlevi’ye bırakalım: “Bir adam; dine, imana, peygambere hatta Allah’a karşı dil uzatabilir. Bu, onun vicdanına ait bir şeydir. Fakat dindar görünmemek şartıyla. Hem dindar, hem dine tecavüzkar görünmek ya daimi nifaktır (iki yüzlülük) , yahut gizlenemez bir deliliktir. Bana karşı Mevlana’yı takdis ettiğini söyleyen bir adamın, asrın en beliği gazel söyleyeni Muhyiddin Raif bey muvacehesinde (huzurunda) onun, (haşa) Hüsameddin ismindeki oğlana abayı yakmış bir kallaş olduğunu ağıza alması, zekasının taşkın ve derece-i lüzumu pek aşkın bulunduğuna delalet eder. Bu gibilere acınır ve Allah şifa versin denilir.
Lakin bir adamın en tehlikeli anında, sırf ilmi bir mübahesedeki (tartışmadaki) mağlubiyetin hıncını çıkarmak için onun aleyhinde ve müdafaa edemeyeceği bir surette jurnal vermeye (şikayete) kalkışmak ne dinde hoş görülür ne dinsizlikte.”
Süleyman Nazif, İskilipli Mehmed Atıf hocanın şehadetinden tam bir yıl sonra 4 Şubat 1927’de zatürreeden öldü...
Annesi Mekke-i Mükerremeden göç etmiş Ben-i Hattap aşiretinden, Arap dedenin torunlarından Nazlı hanımdır. Altı aylıkken öksüz kalan Mehmed Atıf, dedesi Hasan Kethüda efendinin himayesinde yetişmiştir.
Büyük babası Hasan Kethüda efendinin himmetiyle evvela köy hocasından başladığı tahsiline 1891 yılından itibaren iki sene İskilip’te, müderris Hoca Abdullah efendi nezaretinde devam etmiştir. 1893 Nisanında ailesinin karşı çıkmasına rağmen İstanbul’a geldi ve medrese tahsiline burada devam etti. Meşhur Çarşambalı hocanın rahle-i tedrisine (Bir âlimden alınan ders) oturdu. Medresede daha çok “İskilipli Mehmed” olarak anılırdı.1902’de medrese eğitimini iyi derece ile bitti ve aynı yıl açılan Ruus imtihanına(bir nevi mesleki kariyer sınavı) girerek İstanbul müderrisliğini (Profesör) kazandı, ertesi sene Fatih Camiinde ders vermeye başladı.
Bu arada İstanbul Dar-ül Fünunu ( Üniversite) İlahiyat Fakültesine girdi ve 1905’te buradan mezun olarak Kabataş Lisesi Arapça muallimliğine (öğretmenliğine) atandı.
Mehmed Atıf Efendi Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, Meşrutiyet ( Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi) öncesi ve sonrasında da çeşitli garazkarların (Hased ve düşmanlık) yanlış tevil (yorum) ve nazarları (bakış açıları) yüzünden taşlanıp durdu. Ama o bunlara tevekkülle sabretti, fazilet yemişleri vermeyi sürdürdü.
Meşihat –ı İslamiye dairesinde ( İslâmî işlerin ilmî mes'eleleri ile uğraşan devlet dairesi) bulunan dersiamların (Asistan) mağduriyetini giderme konusunda yaptığı çalışmalar üzerine devrin Şeyhülİslam’ı tarafından Bodrum’a sürüldü. Üzerinde yoğunlaşan baskılar yüzünden Kırım’lı İbrahim Tali efendinin pasaportu ile gizlice Kırım’a geçti. Kırım’dan Varşova’ya kadar gitti.. Meşrutiyet’in ilanından bir hafta evvel İstanbul’a geri döndü.
1910’da medreselerin genel müfettişliğine getirildi. Bu sıralar Sebilürreşad, Beyan-ül Hak, Mahfel gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Fazileti ve ilmi İstanbul’un her tarafına yayıldı, hatta yurtdışına kadar taştı. Kosova, Plevne, Üsküp gibi yerlerden heyetlerin memleketlerinde yerleşmesi için yaptıkları ricaları, Kırım evkaf nazırlığı (vakıflar bakanlığı) tekliflerini nazikçe geri çevirdi.
Rivayete göre Japon büyükelçisi Baron Uşida kendisini ziyaret ettiğinde Atıf Hocaya şöyle söylemiş: “Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslamiyet bütün Doğuyu, bu arada Japonya’yı da fethederdi.”
Bilahare Çorum’dan mebus (milletvekili) adayı oldu. 31 Mart olayında bir hafta tutuklu kaldı. Suçsuz olduğu tebeyyün edince (ortaya çıkınca) serbest bırakıldı. İttihatçıların entrikaları ile, Mahmud Şevket paşanın öldürülmesi olayında dahli (katkısı) olduğu gerekçesi ile Sinop’a sürüldü. Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu'da yaklaşık 1,5 yıl sürgün hayatı yaşadı.
Sinop sürgününün canlı şahitlerinden emekli imam Cevdet Soydanses bey, Atıf hocayı şöyle anlatmakta: “Atıf hocayı ilk defa Sinop’ta gördüm. Küçük bir çocuktum henüz. İttihatçılar 600 kadar kişiyi Sinop’a sürmüştü. Aralarında babamla Atıf Hocanın da bulunduğu bu sürgünlerin mühim kısmı hoca idi, din adamıydı. Atıf Hoca çok efendi bir insandı. Sessiz, sedasız, ağzı çok iyi laf yapar, eli kalem tutardı. Bu sürgünden sonra İstanbul’a dönmüştü.”
Bahsi geçen iki hadisede de resmi makamlar, bir yanlışlığa kurban gittiğini, suçlu olmadığının anlaşıldığını ifade etmişlerdir.
1919 yılında Dar-ül Hilafet-i âliye (Yüce Hilafet merkezi) medresesi İbtida-i Dahil umum müdürlüğü ve Medreset-ül Kudat’ta (Hakimler okulu) Hikmet-i Teşriiyye (kanun yapma hikmetleri) dersi müderrisliğine getirildi. Bu yıllardan itibaren Atıf Hocanın şöhreti iyice arttı. 21 Ocak 1926 tarihli Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarında Reis Kel Ali bu durumu şöyle ifade etmekte ve idam konusunda bize bir ipucu vermektedir: “Fatihin en tanınmış bir hocasıdır.”
Atıf efendi içine kapalı, toplumdan uzak, kitapları arasında ördüğü kozasında yaşayan bir insan değildi. Eserlerine baktığımızda da her birinin bir toplumsal yarayı tedaviye, bir hayır hizmetine matuf (yönelik) hazırlandığını görürüz. Mesela, geliri donanma cemiyetine bağışlanmak üzere kaleme aldığı “Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Ehemmiyeti Ve Vücubu - Şeriata göre Deniz ve Kara kuvvetlerinin önemi ve gerekliliği” adlı eser o sıralar çok takdir toplamıştı.
19 Ocak 1919’da Mustafa Sabri, Bediüzzaman Molla Said efendi, Ermenekli Saffet efendi gibi arkadaşları ile beraber Müderrisler cemiyetini (profesörler derneği) kurdu ve ikinci başkanlığına getirildi. Bu cemiyet müderrislerin haklarını korumak ve aralarında dayanışmayı sağlamak üzere kurulmuştu. Daha sonra cemiyet aldığı bir karar gereği ismini Teali-i İslam’a (İslamı yüceltme) çevirdi ve halka açıldı. Mustafa Sabri beyin Şeyhülİslam olması üzerine cemiyetin başkanlığına getirildi.
Tahir-ül Mevlevi bey Atıf Hocayla ilk tanışmasını şöyle anlatıyor:“Fatih dersiamlarından İskilip’li Mehmed Atıf efendi 1336(1920) tarihlerinde İbtida-i Dahil medresesi umum müdürlüğüne getirilmişti ki, ben de orada müderris bulunuyordum. İttihat hükümeti tarafından nefy (sürgün) edilmiş ve birkaç sene sürgünde kalmış olan Atıf Efendiyi o vakte gelinceye kadar tanımıyordum. Kendisi ile vazife sebebiyle görüştüğümde “Cemiyet-i Müderrisin” adı ile teşkil eylemiş (kurmuş) olduğu cemiyete benim de dahil olmamı (katılmamı) teklif etti.”
Memleketin kara günleriydi...Payitahta (başkente) düşman çizmesi girmiş, vatan toprakları yüzyıllar sonra yeni bir haçlı işgaline maruz kalmıştı. Şairin dediği gibi “felek bi rahm (acımasız) , devran bir sükun. Dert çok, derman yok, düşman kavi (kuvvetli) , talih zebundu (acizdi) ”
İzmir’in işgali üzerine Teali-i İslam cemiyeti bir protesto beyannamesi neşretti.
1922 yılı Ramazan ayında Saray’daki Huzur derslerine muhatap olarak katıldı. Huzur dersleri Ramazan aylarında, Saray’da padişah huzurunda yapılan ve seçkin bazı alimlerle saray erkanının katıldığı ilmi sohbetlerdi. Huzurda doğrudan ders veren alimlere “mukarrrer” ders veren hocalara soru tevcih eden (yönelten) , ve kendisine soru sorulursa cevap veren hoca efendilere ise “muhatap” denirdi. Bu gelenek 1922 yılında son bulmuştu.
Bu sıralar Atıf hocanın Alemdar ve Mahfil’de yazıları yayınlandı. Bu arada şunu da belirtelim; Alemdar Gazetesinde 11 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa hakkındaki idam kararı yayınlanmıştı. Atıf Hocanın idamında burada yazı yazmasının etkisi var mıdır, bilemiyoruz.
Fakat tam bu sıralar cereyan eden bir başka hadise hocanın idam edilmesinde mühim bir amil (sebep) olmuştur. İstanbul hükümeti Anadolu’daki Kuvva-i Milliye (milli kuvvetler) hareketine karşı halkın teveccühünü (yönelişini) kırmak için bir fetva yayınlamış, ama Anadolu ulemasının (alimlerinin) karşı fetvası bunu boşa çıkarmıştı. Bunun üzerine Şeyhülislam Mustafa Sabri efendinin marifetiyle Teali-i İslam cemiyeti namına yazılmış ve bastırılmış bir beyanname zorla Teali-i İslam cemiyeti idare heyetine imzalatılmaya çalışılmıştı. Ama Atıf Hoca ve Tahir-ül Mevlevi’nin şiddetle karşı koymaları üzerine de mühürsüz olarak Yunan uçaklarınca Anadolu’ya atıldı. Buna karşın, o zamanın Vakit gazetesinde Atıf Hoca tekzibname (yalanlama) yayınladıysa da, Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarında okuduğumuza göre, bu beyanname Hocaefendi’ye karşı güdülen kinin mühim bir amili (sebebi) olarak zihinlerde kaldı. (Geniş bilgi için Tahir-ül Mevlevi’nin hatıralarının 73 ila 81. sayfalarına bakılabilir.)
Atıf Efendi, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yazılarında, Frenkleşme (batılılaşma) illetine (hastalığına) tutulmuş Cenab Şahabeddin, Ömer Rıza Doğrul, Süleyman Nazif gibi zatlarla çeşitli mevzularda kalem münakaşalarına girişti. Yazılarını ve eserlerini incelediğimizde onun Şark (doğu) ve Garb’da (batıda) yazılan eserlere vukufu (haberdar) rahatlıkla anlaşılmaktadır. Yalnız şunu da hatırlatalım ki, merhum hocamız bazen muhataplarına çok sert bir üslup kullanmıştır. Mesela meşhur İslam seyyahı ve alimi Abdürreşit İbrahim hakkındaki “Bir Müçtehid Taslağının Dalalet Ve İdlali (sapkınlığı ve azgınlığı)” adlı yazısında olduğu gibi…
O, Ehl-i sünnet vel cemaat düşüncesinin yılmaz bir müdafaacısı ve kalesi idi. Tabii bu özelliği, onun İbn-i Teymiyye’den alıntılar yapmasına engel teşkil etmiyordu. Ona göre güzel bir fikir kimden gelirse gelsin alınır ve sahip çıkılırdı.
Özelikle modernist düşüncelerin Osmanlı ülkesinin saçaklarını sardığı bir zamanda engin bilgisiyle bunlara karşı dimdik durdu. Şimdilerde memlekette cirit atan bir grup modernist, oryantalist (doğu bilimci) mütercimi, ilmilik yaparak meşhur olmak isteyen zavallılar o zaman da vardı. Ama karşılarında Atıf Hoca ve emsali çetin ceviz ulemayı bulmuşlardı. Beyan-ül Hak dergisinde bir yazısında Atıf Hoca bunlar hakkında şunları yazıyordu:
“Vakıa şimdiye kadar İslam dini aleyhinde hasımlar (düşmanlar) tarafından hücumlar olmuş ve bu konuda pek çok küfür ve hezeyanlar neşredilmiş ise de, ulema-i kiram hazeratı (saygın alimler) ilmi satvetleri (ezici ilmi güçleri) ile hepsini red ve iptal etmişlerdir. Son zamanda ise bir taraftan maddeciler, tabiatçılar, farmasonlar gibi İslam dininin en şiddetli düşmanları tarafından ilahi nurun mahvına çalışılıyor. Diğer taraftan İslamiyet kisvesi altında türlü türlü küfür, hezeyan ve fesatlıklarla İslam dininin yıkılmasına çalışılıyor.
Zamanımızdan ikinci zümreden olmak üzere bir takım müçtehid, istinbat (Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.) melekesine malik imişler gibi içtihada yeltenmek ve hatta bütün Ehl-i sünnetçe Allah katında umum (bütün) Ümmet-i Muhammed’den efdaliyetleri (daha faziletli olmaları) müsellem (herkesçe kabul edilmiş) olan şeyhayn hazeratına(Hz. Ebubekir ve Ömer) dil uzatmak, dört imam gibi müçtehidin-i kiram (şerefli) ve fukaha-i izamı (Büyük hukuk alimleri) hatalı bulmak ve tahkir etmek (aşağılamak) , esası bütün müçtehidlerce kabul olunan dini meseleleri inkar etmek cüretinde bulunan dalalet ve idlal erbabının Müslümanları zehirlemekte olduğu maalesef görülmektedir. Nitekim bunlardan evvel birisinin de hakkında nass varit olan (hakkında ayet ve hadis ile hüküm verilmiş) kurban meselesinde içtihad hülyasında bulunduğu malumdur.”(Not: Hatırlanacağı gibi günümüz Türkiye’sinde de sözüm ona bir profesör böyle bir iddiayı önümüze sunmuştu; Tavuktan kurban olabilir diye…)
1923 yılında yayınladığı “Tesettür-ü Şer’i” (dini örtünme) ve 1924’de neşrettiği “Din-i İslam’da Men-i Müskirat” (islamda içki yasağı) adlı eserleri ile “Atıf Efendi Kütüphanesi Neşriyatından” adıyla yeni bir serinin telifine başladı. Bu seriyi 10 sene içerisinde 50 kitaba ulaştırma azmindeydi. Üçüncü eser “Frenk Mukallitliği -batı taklitçiliği- ve Şapka”dır. Dikkat edilirse, üç eser de devrin idaresini rahatsız edecek cinstendir ve devam etmesine meydan verilmemiştir.
FRENK MUKALLİDLİĞİ VE ŞAPKA
Atıf hoca 1924 yılında Frenk mukallitliği ve Şapka kitabını neşretti. Yani Şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel. Tabii, diğer kitapları gibi neşretmeden önce onu da Maarif vekaletine (milli eğitim teşkilatı) gönderdi, izin hatta takdir aldı.
Bu risale körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi. Atıf efendi 32 sayfalık bu eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz, hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil (bağımsız) bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i Ekrem’in Ebu Davud gibi sünen kitaplarında geçen “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.” hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:
“Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”
Hoca bu görüşünde yalnız da değildi. İşte Bediüzzaman’dan bir misal: “Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi(şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi."
Ben de dedim: “On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (avrupa hayranı) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısıyla) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer'iye ve takvâ (dine sıkı bağlanma ve duruş) cihetiyle, (yönüyle) yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.”
Atıf efendi kitabını neşrettikten sonra bu eser hakkında bir tenkit (eleştiri) kaleme alan Süleyman Nazif’e verdiği cevapta şöyle diyordu: “Risalede şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan, Bezzaziye, Muhit-i Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından ahz ile (almakla) tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir şey ilave etmedim.”
Bu arada şunu da belirtelim ki, Atıf efendi meselesinde iki jurnalciden (ispiyoncu) bahsetmek doğru olacaktır;
1-Zeynelabidin; İsmi ile müsemma olmayan bu şahıs, medrese öğrencisiyken Atıf efendiye haksız yere kin bağlamış bir ruh hastasıdır. Şapka inkılabı (devrimi) olunca çeşitli yerlere “filan şapka aleyhtarıdır” diye ihbarlarda bulunan bu zavallı, Atıf efendinin asılmasında ve onca mazlumun zindanlarda sürünmesinde başlıca amillerden birisidir. Mesela, iğrenç bir hareketinden dolayı kendisini pataklayan ve medreseden kovan Nuruosmaniye camii imamı Hafız Osman efendi için; “Frenk Mukallitliği ve Şapka eserini Atıf efendi ile birlikte kaleme aldı” gibi iftiralarda bulunmuştur.
2-Süleyman Nazif: Bu edibimiz (edebiyatçı) de daha önce oruç ile alakalı bir meselede kaleminin Atıf efendi karşısında susması üzerine intikam için fırsat kollamış, Şapka risalesi yazılınca “Bir Hocaefendiye cevap” adıyla vukufsuzca (meseleye hakim olmadan) bir yazı yazmıştı. Atıf efendi’nin mukabil (karşı) yazısı ve cevabı üzerine daha sert karşılık vermiş ama bunu hocanın eli kolu bağlanıp, hapse gönderildiği sırada yayınlamıştır. Daha sonra da kendi iki makalesini maalesef-Atıf Hocanın verdiği cevabı araya koymadan- "İmana Tasallut" adıyla neşretmiştir.
Süleyman Nazif adı geçen yazısında tehevvürle ( Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek) ve hakaretvari davranmış ve selef ulemasına(islamın ilk dönem alimleri) ağır ithamlarda bulunmuştu. İşte bazı misaller: “Fetva kitapları İslam’a ayak bağı olacak satırlarla dopdoludur.” “Ben bile bugün usulden hüküm çıkarmaya ilmim yeterli olsa bin iki yüz senelik mezhebimin imamı olan Ebu Hanife’yi aradan hürmetle çıkartarak Peygamberim ve Allahımla yalnız kalacağım.” “Hicretin bin senesinden beri fıkıh ve fukaha (hukuk alimleri) bizde cehaleti çoğaltıp, istismar eden zararlı bir kuruluş ve bir sürü zararlı şahıslardır.”
Nazif bu yazısında Atıf efendi için de “dar düşünceli, cahil, Allah’ın haram etme yetkisini gasp eden” gibi seviyesiz ithamlarda bulunmuştu.
Atıf efendi bu hücuma mükemmel bir cevap verdi. İşte bir paragrafı:“Fıkıh ilminde ihtisas sahiplerinden bulunan ve sözleri her vech (yönü) ile itimada şayan olan (güvenilen) muhterem zatların sözlerine mi Müslümanların itimad ve iman etmesi vacip olur, yoksa kendi itiraf ettiği vech ile, 20’den 45 yaşına kadar 25 sene şüphe vadisinde dolaşıp ve diğer bir makalesinde itiraf ettiği üzere bu esnada bir çok kimseleri dalalete sürüklemiş (sapıklığa yöneltmiş) olan, on bir senelik bir Müslüman olduğu halde, benim bildiğim bir sene içinde iki defa, dini zaruretlere taarruz eden, (biri orucun mükellefiyetinin vücubunu inkar, diğeri Hz. İsa’yı(as) tahkir ve tezyif etmiş olması) artık 25 sene dinsizlik, dalal ve idlal vadisinde yaşayan, on bir senelik İslamiyet zamanında da dini zaruretlere saldırmaktan geri durmayan Süleyman Nazif beyin Şapka hakkında vermiş olduğu hükümlere, fetvaları mı itimat etmeleri lazım geleceğine dair verilecek hükmü yine efkar-ı ammeye havale ederim.”
Bu konuda da sözü Tahir-ül Mevlevi’ye bırakalım: “Bir adam; dine, imana, peygambere hatta Allah’a karşı dil uzatabilir. Bu, onun vicdanına ait bir şeydir. Fakat dindar görünmemek şartıyla. Hem dindar, hem dine tecavüzkar görünmek ya daimi nifaktır (iki yüzlülük) , yahut gizlenemez bir deliliktir. Bana karşı Mevlana’yı takdis ettiğini söyleyen bir adamın, asrın en beliği gazel söyleyeni Muhyiddin Raif bey muvacehesinde (huzurunda) onun, (haşa) Hüsameddin ismindeki oğlana abayı yakmış bir kallaş olduğunu ağıza alması, zekasının taşkın ve derece-i lüzumu pek aşkın bulunduğuna delalet eder. Bu gibilere acınır ve Allah şifa versin denilir.
Lakin bir adamın en tehlikeli anında, sırf ilmi bir mübahesedeki (tartışmadaki) mağlubiyetin hıncını çıkarmak için onun aleyhinde ve müdafaa edemeyeceği bir surette jurnal vermeye (şikayete) kalkışmak ne dinde hoş görülür ne dinsizlikte.”
Süleyman Nazif, İskilipli Mehmed Atıf hocanın şehadetinden tam bir yıl sonra 4 Şubat 1927’de zatürreeden öldü...