Kâfir ve müşriklerin saldırıları doruğa çıkmış ve müslümanlar sanki her tarafta Batıl'ın muhasarası altına girmişken kendilerini teselli eden ve cesaretlerini arttıran ve aydınlık geleceği vaadeden bir sûre daha nazil oldu. Adı İnşirah'tı. Bunun bazı bölümlerini buraya naklediyoruz:
"(Habibim) Biz senin göğsünü açmadık mı?" (Ayet; 1)
Böyle bir soruyla söze başlanması ve daha sonraki sözler; Hazreti Peygamber (a.s.)'in tebliğ çalışmalarının en çetin günlerini yaşadığını göstermektedir. Böyle bir ortamda Cenab-ı Hak kendisine hitap ederek diyor ki: "Ey Habibim, ben sana bundan önce de ihsan ve lütufta bulunmadım mı? Sen neden üzülüyorsun ve niçin cesaretini kırıyorsun?" Yukarıdaki ayette "göğüsün açılması" iki manada kullanılmıştır. Göğüsün açılmasının bir anlamı; her türlü endişe, tereddüt ve kuşkudan kurtulmaktır. İkinci anlamı; cesaretin büyümesi, azim ve kararlılığın geri gelmesidir. Birinci anlama göre nübüvvetten önce Hazreti Peygamber (a.s.) ister müşrik Araplar, ister nasârâ (Hıristiyan) ister Yahudi veya mecusiler olsun, hepsinin din ve inançlarının yanlış olduğunu düşünüyordu. Ayrıca, Arabistan'da Tevhid'e inanan bazı kimselerin kabul ettiği haniflikten de tatmin olmuyordu. Zira bu meçhul bir akide idi ve doğru yolun hiçbir garantisini vermiyordu. Fakat Hazreti Peygamber (a.s.) doğru yolun ne olduğunu tahmin ettiği için bu durumdan son derece rahatsız ve endişeliydi. Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)'e nübüvvet vermekle kendisini bu bunalım ve karar*sızlıktan kurtardı ve gerçek doğru yolun ne olduğunu kendisine gösterdi. Böylece, Hz. Peygamber (a.s.)'in "göğüsü açıldı" yani kendisi rahat etti ve içi huzurla doldu. İkinci anlama göre Cenab-ı Hak kendisine nübüvvet vermekle birlikte böylesine muazzam bir vazifenin altından muvaffakiyetle kalkabilmesi için cesaret, himmet, azim ve geniş kalplilik de verdi. Kendisine diğer insanların sahip olamayacağı bilgi ve bilgi kaynakları verdi; ayrıca zekâ ve hikmet verdi. Bu meziyetler sayesinde Hz. Muhammed (a.s.)'e tevdi edilen cesaret ve azim sayesinde kendisi en zor ve cesaret kırıcı şartlar altında azimle ve kararlılıkla yoluna devam etme haline geldi. Onun için. Yüce Allah diyor ki: "Ey Habibim, sana bunca cesaret ve azim verdikten sonra bu işin zorluklarından niçin üzülüyor ve perişan oluyorsun. Hiçbir şeyden korkma, hiçbir şeyden yılma." Aynı sûrede daha sonra şu ayete rastlanıyor:
"Ve senin şânını da yükselttik." (Ayet; 4)
Burada da Duhâ sûresinde olduğu gibi istikballe ilgili bir müjde verilmiş ve parlak bir gelecekten söz edilmiştir. Bu nasıl bir sözdü? Biraz önce gördüğümüz gibi, Velid bin Muğire ve diğer fesatçı kabile reislerinin önerisi üzerine, Hazreti Peygamber (a.s.) ve müslümanlar aleyhinde kesif bir kampanya açılmış bulunuyordu. Mekkeli müşriklerin heyetleri hac mevsiminde ve diğer zamanlarda herkese gidip Rasûlullah (a.s.)'ı, onun dinini ve diğer müslümanları kötülüyorlardı. Böyle bir durumda Hz. Peygamber (a.s.)'in ve İslâm'ın "şanının yükseltilmesi"nden söz edilebilir miydi? Fakat, ileriyi herkesten iyi görebilen Allah bunu biliyordu ve onun için dedi ki, müslümanlar er geç galip gelecek şan ve şöhreti her tarafa yayılacaktır. Nitekim, aradan ancak birkaç yıl geçtikten sonra bu sözler doğrulanmış oldu.
Şu Allah’ın hikmetine bakın ki, Kureyşli müşriklerin kullandıkları silah geri tepti ve şerrden hayır peydah oldu. Hz. Peygamber (a.s.)'i, İslâmı ve müslümanları kötülemek için açtıkları yoğun kampanya, aslında onların adının ve sanının bütün Arabistan'a ve hatta Arabistan'ın sınırlarının dışına kadar duyurulmasına sebep oldu. Bu yoğun propaganda yüzünden bazı kimseler belki de müslümanlar ve İslam peygamberi hakkında kötü ve menfi bir fikre sahip oldular, ama bir çoğu da bunların ne olduğunu merak etmeye başladılar. Rasûlullah (a.s.) hakkındaki menfi sözleri dinleyen kimseler bu zatın ne gibi bir "sihir" yaptığını, kendisinin nasıl bir adam olduğunu ve talimatının ne olduğunu merak etmeye başladılar. Meraklılar akın akın Mekke'ye gelmeye başladılar ve burada kendi gözleriyle Hz. Peygamber (a.s.)'in ve müslümanların durumunu görünce önce gözlerine inanamadılar. Sonra bunlar hakkında çok ters ve yalan yanlış propa*ganda yapıldığını anladılar. Anladıktan sonra da İslam camiasına girdiler. Dolayısıyla, müslümanların Medine'ye hicretine kadar yakında veya uzakta bir veya birden çok müslümanın bulunmadığı hiçbir kabile ve sülâle kalmadı. İşte Hazreti Peygamber (a.s.) ve fedailerinin şanının yükselmesinin bu ilk safhasıydı. Hicretten sonra da münâfıklar, Yahudiler, Arap müşrikler ve diğer fesatçıların menfi propagandaları, entrikaları ve karşı koymaları durmadı. Ama müslümanların Medine'de kurduğu İslâm Devleti Allah'tan korkma, Allah'a tapma, ibadet, itaat, takva, ahlâk ve fazilet, sosyal adalet ve insaf, hak ve hukuk, inananlar arasındaki eşitlik, zenginlerin cömertliği, fakirlerin bakımı, sözlere sadık kalma ve ister bireysel ister toplumsal olsun ilişkilerdeki doğruluk ve dürüstlüğün pratik örneğini dünyaya veriyor ve herkesin kalbini fethediyordu. Düşmanlar çatışmalar ve savaşlarla İslâmiyet'in gelişmesini ve yayılmasını durdurmaya çalıştılar. Fakat Hazreti Peygamber (a.s.)'in eşsiz önderliğinde vücuda gelen iman sahiplerinin cemaati, disiplin, birlik ve beraberlik, cesaret ve kahramanlık ve ister savaşta ister barışta olsun, bütün ahlâk kurallarına bağlı kalmanın öylesine güzel örneklerini verdiler ki, dost düşman onların üstünlüğünü kabul etti. 10 yılda, her tarafında muhaliflerin Hz. Peygamber (a.s.)'i kötülemeye çalıştıkları memleketin bir ucundan öbür ucuna kadar "Eşhedü enne Muhammed-er Rasûlullah" sözleri duyulmaya başladı. Bundan sonra da Hz. Peygamber (a.s.)'in adı ve sanı İslâmın gelişmesiyle dünyanın her köşesinde bilinmeye ve anılmaya başlandı ve bu süreç şimdi de devam ediyor ve âhirette de devam edecektir. Hz. Peygamber (a.s.)'in şanının yükseltilmesinin bu daha sonraki safhalarıdır.
"Muhakkak güçlükle beraber kolaylık vardır. (Evet) Muhakkak güçlükle beraber kolaylık vardır." (İnşirah; 5-6)
Bu sözler iki defa söylenmiştir; ki Hazreti Peygamber (a.s.) ve diğer müslümanlar iyice teselli edilmiş olsunlar. Cenab-ı Allah demek istiyor ki onların karşı karşıya bulunduğu güçlükler geçicidir ve bunlar bir gün mutlaka sona erecektir. İyi ve aydınlık günlere kısa bir süre sonra kavuşacaklardır. Hazreti Peygamber ile arkadaşlarına verilen müjde buydu; ki, bir süre sonra harfiyyen gerçekleşmiş oldu.
"(Habibim) Biz senin göğsünü açmadık mı?" (Ayet; 1)
Böyle bir soruyla söze başlanması ve daha sonraki sözler; Hazreti Peygamber (a.s.)'in tebliğ çalışmalarının en çetin günlerini yaşadığını göstermektedir. Böyle bir ortamda Cenab-ı Hak kendisine hitap ederek diyor ki: "Ey Habibim, ben sana bundan önce de ihsan ve lütufta bulunmadım mı? Sen neden üzülüyorsun ve niçin cesaretini kırıyorsun?" Yukarıdaki ayette "göğüsün açılması" iki manada kullanılmıştır. Göğüsün açılmasının bir anlamı; her türlü endişe, tereddüt ve kuşkudan kurtulmaktır. İkinci anlamı; cesaretin büyümesi, azim ve kararlılığın geri gelmesidir. Birinci anlama göre nübüvvetten önce Hazreti Peygamber (a.s.) ister müşrik Araplar, ister nasârâ (Hıristiyan) ister Yahudi veya mecusiler olsun, hepsinin din ve inançlarının yanlış olduğunu düşünüyordu. Ayrıca, Arabistan'da Tevhid'e inanan bazı kimselerin kabul ettiği haniflikten de tatmin olmuyordu. Zira bu meçhul bir akide idi ve doğru yolun hiçbir garantisini vermiyordu. Fakat Hazreti Peygamber (a.s.) doğru yolun ne olduğunu tahmin ettiği için bu durumdan son derece rahatsız ve endişeliydi. Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)'e nübüvvet vermekle kendisini bu bunalım ve karar*sızlıktan kurtardı ve gerçek doğru yolun ne olduğunu kendisine gösterdi. Böylece, Hz. Peygamber (a.s.)'in "göğüsü açıldı" yani kendisi rahat etti ve içi huzurla doldu. İkinci anlama göre Cenab-ı Hak kendisine nübüvvet vermekle birlikte böylesine muazzam bir vazifenin altından muvaffakiyetle kalkabilmesi için cesaret, himmet, azim ve geniş kalplilik de verdi. Kendisine diğer insanların sahip olamayacağı bilgi ve bilgi kaynakları verdi; ayrıca zekâ ve hikmet verdi. Bu meziyetler sayesinde Hz. Muhammed (a.s.)'e tevdi edilen cesaret ve azim sayesinde kendisi en zor ve cesaret kırıcı şartlar altında azimle ve kararlılıkla yoluna devam etme haline geldi. Onun için. Yüce Allah diyor ki: "Ey Habibim, sana bunca cesaret ve azim verdikten sonra bu işin zorluklarından niçin üzülüyor ve perişan oluyorsun. Hiçbir şeyden korkma, hiçbir şeyden yılma." Aynı sûrede daha sonra şu ayete rastlanıyor:
"Ve senin şânını da yükselttik." (Ayet; 4)
Burada da Duhâ sûresinde olduğu gibi istikballe ilgili bir müjde verilmiş ve parlak bir gelecekten söz edilmiştir. Bu nasıl bir sözdü? Biraz önce gördüğümüz gibi, Velid bin Muğire ve diğer fesatçı kabile reislerinin önerisi üzerine, Hazreti Peygamber (a.s.) ve müslümanlar aleyhinde kesif bir kampanya açılmış bulunuyordu. Mekkeli müşriklerin heyetleri hac mevsiminde ve diğer zamanlarda herkese gidip Rasûlullah (a.s.)'ı, onun dinini ve diğer müslümanları kötülüyorlardı. Böyle bir durumda Hz. Peygamber (a.s.)'in ve İslâm'ın "şanının yükseltilmesi"nden söz edilebilir miydi? Fakat, ileriyi herkesten iyi görebilen Allah bunu biliyordu ve onun için dedi ki, müslümanlar er geç galip gelecek şan ve şöhreti her tarafa yayılacaktır. Nitekim, aradan ancak birkaç yıl geçtikten sonra bu sözler doğrulanmış oldu.
Şu Allah’ın hikmetine bakın ki, Kureyşli müşriklerin kullandıkları silah geri tepti ve şerrden hayır peydah oldu. Hz. Peygamber (a.s.)'i, İslâmı ve müslümanları kötülemek için açtıkları yoğun kampanya, aslında onların adının ve sanının bütün Arabistan'a ve hatta Arabistan'ın sınırlarının dışına kadar duyurulmasına sebep oldu. Bu yoğun propaganda yüzünden bazı kimseler belki de müslümanlar ve İslam peygamberi hakkında kötü ve menfi bir fikre sahip oldular, ama bir çoğu da bunların ne olduğunu merak etmeye başladılar. Rasûlullah (a.s.) hakkındaki menfi sözleri dinleyen kimseler bu zatın ne gibi bir "sihir" yaptığını, kendisinin nasıl bir adam olduğunu ve talimatının ne olduğunu merak etmeye başladılar. Meraklılar akın akın Mekke'ye gelmeye başladılar ve burada kendi gözleriyle Hz. Peygamber (a.s.)'in ve müslümanların durumunu görünce önce gözlerine inanamadılar. Sonra bunlar hakkında çok ters ve yalan yanlış propa*ganda yapıldığını anladılar. Anladıktan sonra da İslam camiasına girdiler. Dolayısıyla, müslümanların Medine'ye hicretine kadar yakında veya uzakta bir veya birden çok müslümanın bulunmadığı hiçbir kabile ve sülâle kalmadı. İşte Hazreti Peygamber (a.s.) ve fedailerinin şanının yükselmesinin bu ilk safhasıydı. Hicretten sonra da münâfıklar, Yahudiler, Arap müşrikler ve diğer fesatçıların menfi propagandaları, entrikaları ve karşı koymaları durmadı. Ama müslümanların Medine'de kurduğu İslâm Devleti Allah'tan korkma, Allah'a tapma, ibadet, itaat, takva, ahlâk ve fazilet, sosyal adalet ve insaf, hak ve hukuk, inananlar arasındaki eşitlik, zenginlerin cömertliği, fakirlerin bakımı, sözlere sadık kalma ve ister bireysel ister toplumsal olsun ilişkilerdeki doğruluk ve dürüstlüğün pratik örneğini dünyaya veriyor ve herkesin kalbini fethediyordu. Düşmanlar çatışmalar ve savaşlarla İslâmiyet'in gelişmesini ve yayılmasını durdurmaya çalıştılar. Fakat Hazreti Peygamber (a.s.)'in eşsiz önderliğinde vücuda gelen iman sahiplerinin cemaati, disiplin, birlik ve beraberlik, cesaret ve kahramanlık ve ister savaşta ister barışta olsun, bütün ahlâk kurallarına bağlı kalmanın öylesine güzel örneklerini verdiler ki, dost düşman onların üstünlüğünü kabul etti. 10 yılda, her tarafında muhaliflerin Hz. Peygamber (a.s.)'i kötülemeye çalıştıkları memleketin bir ucundan öbür ucuna kadar "Eşhedü enne Muhammed-er Rasûlullah" sözleri duyulmaya başladı. Bundan sonra da Hz. Peygamber (a.s.)'in adı ve sanı İslâmın gelişmesiyle dünyanın her köşesinde bilinmeye ve anılmaya başlandı ve bu süreç şimdi de devam ediyor ve âhirette de devam edecektir. Hz. Peygamber (a.s.)'in şanının yükseltilmesinin bu daha sonraki safhalarıdır.
"Muhakkak güçlükle beraber kolaylık vardır. (Evet) Muhakkak güçlükle beraber kolaylık vardır." (İnşirah; 5-6)
Bu sözler iki defa söylenmiştir; ki Hazreti Peygamber (a.s.) ve diğer müslümanlar iyice teselli edilmiş olsunlar. Cenab-ı Allah demek istiyor ki onların karşı karşıya bulunduğu güçlükler geçicidir ve bunlar bir gün mutlaka sona erecektir. İyi ve aydınlık günlere kısa bir süre sonra kavuşacaklardır. Hazreti Peygamber ile arkadaşlarına verilen müjde buydu; ki, bir süre sonra harfiyyen gerçekleşmiş oldu.