fetih
New member
- Katılım
- 16 Şub 2007
- Mesajlar
- 1,994
- Tepkime puanı
- 355
- Puanları
- 0
- Yaş
- 45
İMANIN BEDELİ NE?
O Kutlu Elçi insanları Allah'a imana ve kulluğa davet ederken, karşılığında dünyalık bir menfaat, rahat bir gelecek vaat etmiyordu. Hiç kimseye. Aksine, O'na iman edenler, O'nun yoluna baş koyanlar, akla gelebilecek her türlü ızdırabı , horlanmayı, hatta öldürülmeyi göze almalıydılar, alıyorlardı.
Gecenin yarısına doğru sessizce kafileden ayrılanlar oldu. Hepsi aynı yöne doğru, kimseye hissettirmeden süzülüp gittiler.
Kafile Medine'den gelmişti. Beşyüz civarında insan. Aralarından sadece yetmiş kadarı müslüman . Onların da bir kısmı Allah'ın son elçisini ilk kez görecek. Heyecanlı, coşkulu.
Önceden aralarında anlaşmışlardı. Kafiledekilere hissettirmeden gece yarısına doğru Mina yakınlarındaki Akabe'de buluşacaklardı.
Gecenin sessizliğinde, adeta çölün kumlarını incitmeden, yumuşak adımlarla Akabe'de toplanan yetmiş kadar Medine'li müslüman , şimdi heyecanla bekliyordu. O gelecekti. O kutlu elçi.
Biraz sonra Allah Rasulü s.a.v., amcası Abbas r.a. ile oradaydı. Kalpler titredi, selamlaşıldı ve konuşuldu, anlaşıldı, büyük sözler verildi.
İkinci Akabe Biatı diye isimlendirilen bu buluşma, hicretten üç ay kadar önce büyük bir gizlilik içinde yapılıyordu. Peygamber s.a.v. Efendimiz ile Medineli müslümanlar arasında, İslâm'ın geleceği için dönüm noktası sayılabilecek bir sözleşme gerçekleşiyordu.
Sıra ellerini uzatıp Efendimiz'e biat etmeye gelmişti. Hicretten sonra Ensar ismini alacak olan Medineli müslümanların sözcüleri şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Rasulü ! Bizden, kendin için ve Rabbin için istediğin sözü al.
Rasulullah s.a.v. şöyle cevap verdi:
- Rabbim için O'na hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet etmenizi; kendim için de beni ve ashabımı barındırmanızı, bize yardımcı olmanızı, mallarınızı ve canlarınızı koruduğunuz şeylerden beni ve ashabımı da korumanızı istiyorum.
Sözcüler sordular:
- Peki, bunu yaparsak bize ne var?
Allah Rasulü buyurdular ki:
- Allah'ın rızası ve cennet var.
Bunun üzerine Medineli müslümanlar dediler ki:
- Ne kazançlı bir alışveriş bu! Biz bundan ne cayarız, ne de vazgeçmek isteriz.
(M. A. Köksal, İslâm Tarihi, VI/26-40'den özet.)
* * *
Medineli müslümanlar , yaptıkları sözleşmenin ne kadar ağır olduğunun bilincindeydi. Hatta bunu konuşmalarında da ifade etmişlerdi. Bu sözleşme, bütün dünyayı karşılarına dikiyordu. Canları dahil her şeylerini feda etmeyi göze almışlardı.
Bütün bunlara karşılık Allah Rasulü s.a.v. onlara ne vaat etmişti? Zafer mi? Yeryüzüne hakimiyet, insanlığa liderlik mi? Mal-mülk mü? Bolluk, bereket mi?
Hiçbiri... Sadece Allah'ın rızası ve cennet.
Esasen Allah Rasulü s.a.v.'in ve Mekke'deki müslümanların durumu da başlarına gelebilecekleri izah etmeye yeterdi. Horlanmak, işkenceye uğramak, kovulmak, hayat hakkı bile tanınmamak…
Ama o aşk, o muhabbet var ya... Allah rızası var ya... Yürekten kopup gelen o ırmak...
O Kutlu Elçi insanları Allah'a imana ve kulluğa davet ederken, karşılığında dünyalık bir menfaat, rahat bir gelecek vaat etmiyordu. Hiç kimseye. Aksine, O'na iman edenler, O'nun yoluna baş koyanlar, akla gelebilecek her türlü ızdırabı , horlanmayı, hatta öldürülmeyi göze almalıydılar, alıyorlardı.
Onüç yıl böyle geçti. İmanın ve kulluğun, nur ırmağında yıkanmış bir kalbin huzurundan başka hiçbir dünyevi karşılığı olmadı. Sadece ıstırap... Yüce Mevlâ, o günün müslümanlarını ve Rasulü'nü bütün dünyevi karşılıklardan uzaklaştırdı. Onların imanını, ibadetini, kulluğunu adeta ateşte pişirdi, olgunlaştırdı. Beklenebilecek ne dünyalık varsa hepsini tüketti.
İman nasıl bir güçtür! İtminana ermiş bir kalp nasıl bir zırhtır! Artık onlar, ne kâfirlerin konforundan, ne de kendilerinin böylesine horlanıp hayat hakkı bile tanınmamasından bunalıma düşmediler, düşmüyorlardı. Ve şimdi... Artık Medine'li müslümanlar , bu yola baş koyuyordu. Uzakta, bir çöl gecesinde, gizlice, meleklerin duaları, gülücükleri altında...
Yüce Mevlâ'nın sonraları müslümanlara bahşettiği izzet, iktidar, mal-mülk ise, işin ne başında ne sonunda sözü geçmeyen , talep edilmeyen birer ihsandan başka bir şey değildi. Ve dikkat edilmesi gereken bir imtihan. Allah rızası ve cennet ise, Mekkeli ve Medineli müminlerin namazlarında, zikirlerinde, dualarında, sadakalarında, savaşlarında tek hedef ve beklentileriydi. Kâfirlerin rahatlığına gelince, Yüce Mevlâ buyurdu ki:
“İnkarcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.” (Âl-i İmran, 196-197)
Mübarek Rasulü'nün şahsında bütün müslümanları ise şöyle irşad ediyordu:
“Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin. Kalktığın zaman Rabbini hamd ile tesbih et! Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O'nu tesbih et!” (Tur, 48-49)
* * *
Zaman geçiyor , ama insan ve imtihanı hiç değişmiyor. Günümüzde de imanın, kulluğun önünde nice engeller var. Çoğu insan helal haram demeden yiyor, içiyor, geziyor, dolaşıyor. Zenginliğine zenginlik katmada hiçbir ölçü tanımıyor. Nefsi nereye götürürse oraya. Ne yazık, bir kısmı bununla da kalmıyor. Kalbindeki iman muhabbetini hayatına nakşetmeye gayret edenleri aşağılıyor, nice sıkıntılar çıkartıyor.
İnandım ve itaat ettim diyen, dinini yaşamaya çalışan müslüman , böyle bir ortamda helal yiyebilmek için çırpınıp duruyor. Faize bulaşmamak, kul hakkına girmemek, kamu malı yememek için nice meşakkate katlanıyor. Vücudunu sergilemenin medenilik sayıldığı, insanların giyim kuşamla üstünlük edinme yarışına çıktıkları caddelerde gözünü, gönlünü korumaya çalışıyor.
Bütün bunların yanında ibadetlerinde şeytanın ve nefsin binbir türlü vesvesesinden sıyrılıp, sırf Allah için kulluk yapabilmenin mücadelesini veriyor. Gurur, kibir, haset, bencillik, gaflet gibi manevi hastalıklarla boğuşuyor.
Günler geçiyor , yıllar akıp gidiyor; müslüman , tahammülü güç meşakkatlere katlanırken, niceleri nimet ve saltanat içinde, zevk ü sefa ile yaşayıp gidiyor.
Şimdi soru şu: Müslümana bu dünyada rahatlık yok mu? Onun haklılığını ispat edecek, gayretinin, ibadetlerinin bir karşılığı, ölmeden önce onu mutlu edecek bir dünyalık yok mu?
Yok!.. Böyle bir dünyalık bedel yok. Bunu beklemek de yok.
Cenab-ı Mevlâ, iman ve kulluğun karşılığını ölümden sonra verecek.
Dünya hayatında verdikleri ve verecekleri, tamamen O'nun ihsanıdır; imana ve kulluğa bağlı şeyler değil.
Ve bilenler biliyor; yüreği ısıtan, güzelleştiren, güller açtıran, dokunduğu her şeyi yıkayıp arındıran o muhabbet ırmağı var ya ... O cennet ırmağı...
Sığınağımız, tesellimiz, varlığımız, mülkümüz... Her gün bin kez ölsek de ölümsüzlüğümüz.
Huzur arayan gönlümüz; oraya, o ırmağa...
Mehmet Işık
ESSELAM
O Kutlu Elçi insanları Allah'a imana ve kulluğa davet ederken, karşılığında dünyalık bir menfaat, rahat bir gelecek vaat etmiyordu. Hiç kimseye. Aksine, O'na iman edenler, O'nun yoluna baş koyanlar, akla gelebilecek her türlü ızdırabı , horlanmayı, hatta öldürülmeyi göze almalıydılar, alıyorlardı.
Gecenin yarısına doğru sessizce kafileden ayrılanlar oldu. Hepsi aynı yöne doğru, kimseye hissettirmeden süzülüp gittiler.
Kafile Medine'den gelmişti. Beşyüz civarında insan. Aralarından sadece yetmiş kadarı müslüman . Onların da bir kısmı Allah'ın son elçisini ilk kez görecek. Heyecanlı, coşkulu.
Önceden aralarında anlaşmışlardı. Kafiledekilere hissettirmeden gece yarısına doğru Mina yakınlarındaki Akabe'de buluşacaklardı.
Gecenin sessizliğinde, adeta çölün kumlarını incitmeden, yumuşak adımlarla Akabe'de toplanan yetmiş kadar Medine'li müslüman , şimdi heyecanla bekliyordu. O gelecekti. O kutlu elçi.
Biraz sonra Allah Rasulü s.a.v., amcası Abbas r.a. ile oradaydı. Kalpler titredi, selamlaşıldı ve konuşuldu, anlaşıldı, büyük sözler verildi.
İkinci Akabe Biatı diye isimlendirilen bu buluşma, hicretten üç ay kadar önce büyük bir gizlilik içinde yapılıyordu. Peygamber s.a.v. Efendimiz ile Medineli müslümanlar arasında, İslâm'ın geleceği için dönüm noktası sayılabilecek bir sözleşme gerçekleşiyordu.
Sıra ellerini uzatıp Efendimiz'e biat etmeye gelmişti. Hicretten sonra Ensar ismini alacak olan Medineli müslümanların sözcüleri şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Rasulü ! Bizden, kendin için ve Rabbin için istediğin sözü al.
Rasulullah s.a.v. şöyle cevap verdi:
- Rabbim için O'na hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet etmenizi; kendim için de beni ve ashabımı barındırmanızı, bize yardımcı olmanızı, mallarınızı ve canlarınızı koruduğunuz şeylerden beni ve ashabımı da korumanızı istiyorum.
Sözcüler sordular:
- Peki, bunu yaparsak bize ne var?
Allah Rasulü buyurdular ki:
- Allah'ın rızası ve cennet var.
Bunun üzerine Medineli müslümanlar dediler ki:
- Ne kazançlı bir alışveriş bu! Biz bundan ne cayarız, ne de vazgeçmek isteriz.
(M. A. Köksal, İslâm Tarihi, VI/26-40'den özet.)
* * *
Medineli müslümanlar , yaptıkları sözleşmenin ne kadar ağır olduğunun bilincindeydi. Hatta bunu konuşmalarında da ifade etmişlerdi. Bu sözleşme, bütün dünyayı karşılarına dikiyordu. Canları dahil her şeylerini feda etmeyi göze almışlardı.
Bütün bunlara karşılık Allah Rasulü s.a.v. onlara ne vaat etmişti? Zafer mi? Yeryüzüne hakimiyet, insanlığa liderlik mi? Mal-mülk mü? Bolluk, bereket mi?
Hiçbiri... Sadece Allah'ın rızası ve cennet.
Esasen Allah Rasulü s.a.v.'in ve Mekke'deki müslümanların durumu da başlarına gelebilecekleri izah etmeye yeterdi. Horlanmak, işkenceye uğramak, kovulmak, hayat hakkı bile tanınmamak…
Ama o aşk, o muhabbet var ya... Allah rızası var ya... Yürekten kopup gelen o ırmak...
O Kutlu Elçi insanları Allah'a imana ve kulluğa davet ederken, karşılığında dünyalık bir menfaat, rahat bir gelecek vaat etmiyordu. Hiç kimseye. Aksine, O'na iman edenler, O'nun yoluna baş koyanlar, akla gelebilecek her türlü ızdırabı , horlanmayı, hatta öldürülmeyi göze almalıydılar, alıyorlardı.
Onüç yıl böyle geçti. İmanın ve kulluğun, nur ırmağında yıkanmış bir kalbin huzurundan başka hiçbir dünyevi karşılığı olmadı. Sadece ıstırap... Yüce Mevlâ, o günün müslümanlarını ve Rasulü'nü bütün dünyevi karşılıklardan uzaklaştırdı. Onların imanını, ibadetini, kulluğunu adeta ateşte pişirdi, olgunlaştırdı. Beklenebilecek ne dünyalık varsa hepsini tüketti.
İman nasıl bir güçtür! İtminana ermiş bir kalp nasıl bir zırhtır! Artık onlar, ne kâfirlerin konforundan, ne de kendilerinin böylesine horlanıp hayat hakkı bile tanınmamasından bunalıma düşmediler, düşmüyorlardı. Ve şimdi... Artık Medine'li müslümanlar , bu yola baş koyuyordu. Uzakta, bir çöl gecesinde, gizlice, meleklerin duaları, gülücükleri altında...
Yüce Mevlâ'nın sonraları müslümanlara bahşettiği izzet, iktidar, mal-mülk ise, işin ne başında ne sonunda sözü geçmeyen , talep edilmeyen birer ihsandan başka bir şey değildi. Ve dikkat edilmesi gereken bir imtihan. Allah rızası ve cennet ise, Mekkeli ve Medineli müminlerin namazlarında, zikirlerinde, dualarında, sadakalarında, savaşlarında tek hedef ve beklentileriydi. Kâfirlerin rahatlığına gelince, Yüce Mevlâ buyurdu ki:
“İnkarcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.” (Âl-i İmran, 196-197)
Mübarek Rasulü'nün şahsında bütün müslümanları ise şöyle irşad ediyordu:
“Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin. Kalktığın zaman Rabbini hamd ile tesbih et! Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O'nu tesbih et!” (Tur, 48-49)
* * *
Zaman geçiyor , ama insan ve imtihanı hiç değişmiyor. Günümüzde de imanın, kulluğun önünde nice engeller var. Çoğu insan helal haram demeden yiyor, içiyor, geziyor, dolaşıyor. Zenginliğine zenginlik katmada hiçbir ölçü tanımıyor. Nefsi nereye götürürse oraya. Ne yazık, bir kısmı bununla da kalmıyor. Kalbindeki iman muhabbetini hayatına nakşetmeye gayret edenleri aşağılıyor, nice sıkıntılar çıkartıyor.
İnandım ve itaat ettim diyen, dinini yaşamaya çalışan müslüman , böyle bir ortamda helal yiyebilmek için çırpınıp duruyor. Faize bulaşmamak, kul hakkına girmemek, kamu malı yememek için nice meşakkate katlanıyor. Vücudunu sergilemenin medenilik sayıldığı, insanların giyim kuşamla üstünlük edinme yarışına çıktıkları caddelerde gözünü, gönlünü korumaya çalışıyor.
Bütün bunların yanında ibadetlerinde şeytanın ve nefsin binbir türlü vesvesesinden sıyrılıp, sırf Allah için kulluk yapabilmenin mücadelesini veriyor. Gurur, kibir, haset, bencillik, gaflet gibi manevi hastalıklarla boğuşuyor.
Günler geçiyor , yıllar akıp gidiyor; müslüman , tahammülü güç meşakkatlere katlanırken, niceleri nimet ve saltanat içinde, zevk ü sefa ile yaşayıp gidiyor.
Şimdi soru şu: Müslümana bu dünyada rahatlık yok mu? Onun haklılığını ispat edecek, gayretinin, ibadetlerinin bir karşılığı, ölmeden önce onu mutlu edecek bir dünyalık yok mu?
Yok!.. Böyle bir dünyalık bedel yok. Bunu beklemek de yok.
Cenab-ı Mevlâ, iman ve kulluğun karşılığını ölümden sonra verecek.
Dünya hayatında verdikleri ve verecekleri, tamamen O'nun ihsanıdır; imana ve kulluğa bağlı şeyler değil.
Ve bilenler biliyor; yüreği ısıtan, güzelleştiren, güller açtıran, dokunduğu her şeyi yıkayıp arındıran o muhabbet ırmağı var ya ... O cennet ırmağı...
Sığınağımız, tesellimiz, varlığımız, mülkümüz... Her gün bin kez ölsek de ölümsüzlüğümüz.
Huzur arayan gönlümüz; oraya, o ırmağa...
Mehmet Işık
ESSELAM