Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hür olmadan nasıl ?

ekreme

New member
Katılım
28 Kas 2006
Mesajlar
297
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
51
HÜR OLMADAN NASIL?..

Erdal Durdu

Ruhun hissettiği ve özlediği mânâda hür değiliz. Hür değilsek ve hür olma mücadelesi vermiyorsak, gerçek mânâda insan da değiliz. Kendimizi insan gibi hissetmek için, insanca yaşayabilmek için, uğruna mücadele edilecek olan da, hürriyetimizdir.
Cesuryürek’de William Wallace, işgalci İngiliz ordusu karşısında dağılmaya yüz tutmuş İskoç savaşçılarına öyle hitap etmişti: “Hürriyetimiz olmadan nasıl yaşarız?”

İmam-ı Âzam hazretlerinin belirttiği üzere, "Söz kalbten gelince kalbe tesir eder". Wallace’ın işte bu kalbî hitabı da savaşçılara cesaret vermiş ve çıkan savaşta işgalci İngiliz kuvveti yerle bir edilmiştir.

"Bir düşmanı mağlup etmek, şüphesiz cesur ve gözükara savaşçıların varlığıyla mümkündür. Her aksiyon mihrakı bu türden insanları devşirmek, yetiştirmek zorundadır. Bir cemiyetin çürümeye, çözülmeye yüz tuttuğu devirde Allah’tan bir inayet olarak zuhur eden bir kahramanın etrafında “Şu, içimizde kaynaşan, sanki bizim uyuşuk iklimimizden değil de başka bir âlemden gelmiş gibi, cü’ret ve gözükaralıkta en aşırı derecelere tırmanabilen...” (1) bu tür insanlar maya tutmaya başlar ve çürüyen cemiyete yeni bir ruh, yeni bir çehre vermenin savaşı yükselir.

Her "mevcut düzeni yıkıp yerine yeni bir ruhun çehresini nakşetme" aksiyonu, bir kahramanın varlığını şart koşar. Hâlâ hükmünü sürdürebilen -çürümüş- mevcut düzen, bu tür insanlarda, diğerlerinde daha yumuşak ve bir yanıp bir sönen kriz halini, şiddetli ve devamlı hâle getirir. Bu kriz hâlinin halli, insan varoluşunun hem sebebi hem de neticesidir ve bu gayeye uygun varoluş, bu soydan kahramanlarda ifadesini bulur.

Bu tür kahramanların en büyük özelliği, "kendilerini verebilmeleri"dir. Muazzam şahsiyetleri altında benliklerini öldürmüşlerdir. Neredeyse insanî sıfatlar, bunlarda "zuhurunun şiddetinden gaib" olmuştur. Görünmez bir el tarafından sevk ediliyormuşcasına, "neyi ne zaman yapacaklarını bilirler". Ne dostları ne de düşmanları, "onları yapacaklarından alıkoyabilir". Kendileri dışında kalanlara karanlık ve ümitsiz görünen hâller, onlar için notasında akan bir bestenin motifi olarak, yerli yerindedir. Türlü imkânsızlıklar içinden zuhur eden ve zamanın nabzını tutan onlar, zamana hükmünü hâkim kılacak ruhun da temsilcisidirler.

Kahramanın etrafında maya tutan kadro, taşıyıcı kanatlarıdır bu ruhun. Alabildiğince maviliği ile sonsuzluğu ihtar eden gökyüzünün ebediyet davetine can atmış ve içinde yaşanılan bodrum hayatına sıkılmış bir yumruk olarak, ilahî sırdan olarak, nereden geldiği bilinmeyen bir cazibenin etkisi ile o kahramanın pervanesi olurlar. Kahramanın yapmak zorunda olduğu, "tohumu kimbilir kimin tarafından atılmış" bu fidanlara bir çehre vermek ve istikamet hissi uyandırmaktır. Elverişli kumaşa nasıl resim çiziyorsa nakkaş, kahraman da insan gergefinde öylece işler kadrosunu.

"Düzen değişiminin zaruri şartı olan lider ve kadro", aksiyon mihrakının bünyesini kurarken, toplumun hayatiyetini yitirmemiş damarlarında mânâsına uygun yeni akisler bulur. Şöyle veya böyle mevcut düzenden rahatsız olan şahıs ve teşekküller, tek başlarına öksüz ve renksizdirler. Bir anafor olan aksiyon mihrakının çevreye uzanan halkalarından birinin yörüngesine takılan bu unsurlar, bu gücün bir peyki durumuna gelirler. Bu bazen, yıllarca aranıp bulunamayan bir kurtarıcısına-ifadecisine bağlanmak şeklinde olur, bazen de ellerinde olmadan, belki istemeden. Fikir ve aksiyon mihrakının bu şahıs ve teşekküllerdeki tesiri peçeli kalmış bile olabilir. Bu durumu "sirayet ve nüfuz bahsi" çerçevesinde anlamak gerekir. “Bir şeyin diğerine sirayet ve nüfuzundan bahis, sirayet ve nüfuz eden şeyin, sirayet ve nüfuz edilen şeyle perdelenmesidir!” (2) Aksiyon mihrakının esas gücü, sirayet edebilmesidir. Özünde bir hayat cevheri olan her hareket sirayet edicidir, isterse alıcısı olmasın başlangıçta. En mefluç şartlarda bile, bu gücün hayata olan çağrısı isteklilerini doğurtur. Elbette, gövdesi böyle binlerce dereden, akıntıdan beslenen bir nehir, kendisini esas yatağından ayıran barajı yıkacak; hür akışına, özüne, hürriyetine kavuşacaktır.

Bağrında, kendini yeni bir müeyyideye dayandırmak isteyen bir güce yataklık ettiğini farkeden "mevcut" düzen, insiyakî olarak tehlikeyi sezer ve savunma refleksini gösterir; fakat düzen o kadar dağılmış, o kadar ayrı menfaatlere bölünmüştür ki, tehlikeyi bertaraf edici ciddi bir savunma stratejisini sürdüremez. Özellikle halkın inançlarına ve değerlerine karşı kurulmuş oligarşik bir çetenin menfaatlerini kollayan düzen, gelen tehlikeyi güya savuşturmak adına, halkın haklarına tecavüz etmeye başlar. Gerçi halka karşı yaptığı saldırılarda kendince pek de haksız sayılmaz; çünkü kendisini yıkmak isteyen güç halkın içinden gelmektedir. Halka rağmen kurulmuş veya neticesinde böyle bir duruma gelmiş her düzen, hayatını devam ettirebilmek için daimî olarak halkıyla savaş halindedir. Mevhum bir halk adına halk ezilir, dize getirilmeye çalışılır. Aristo, Politika adlı eserinde bu tür oligarşik bir düzenin, halkına bakışını şöyle ifade etmektedir:

"Bütün bu söylediklerimizi üçe ayırmak mümkündür. Bunların her biri diktatörlerin güttüğü üç gayeden birinin karşılığıdır. Diktatör, haysiyet ve istiklâl sahibi kimselerden daima nefret eder: tebaalarını aşağılaştırmak. Tyrannos bilir ki aşağılaşmış insanlar kimseye baş kaldırmaz. İkincisi, vatandaşların arasına nifak tohumları ekmek: tebaası arasında güvensizlik yaratmak; çünkü halk birbirine güvenmedikçe diktatörler yerlerinden atılmazlar. Üçüncüsü tyrannoslar tebaaların hareket kabiliyetinin olmamasını isterler; çünkü kimse imkânsız şeyi yapmaya kalkışmaz!...” (3)

Düzenin peçesi, halka karşı yaptığı haksız ve haksız olduğu kadar açık saldırılarla tamamen düşer. Şiddet artınca halk iki taraftan -aksiyon mihrakı ve düzeni idare eden oligarşik gü« birini seçmek zorunda kalır. Mevcut yapısıyla düzen, her zaman daha kuvvetli görünür. Menfaat grupları, rahatı olup da bozmak istemeyenler, düzen tarafında yer tutarlar. Muvazaacı olanlar ise, kendilerince orta bir yol tutmak isterler; fakat çelişkinin şiddetlenmesi ile düzen güçlerinin bu muvazaacılara ya kendi saflarında yer almalarını veyahut imha hedefi olacaklarını belirten tehditleri karşısında, işbirlikçi güç olarak düzen tarafında yer alırlar.

İşbirlikçi unsurlar, düzenin yemleridir. Muhalif kılığı altında, bunlar, düzenin propagandasını yaparlar. Düzenin esasında kötü olmadığını, birkaç unsuru değiştirilse her şeyin yoluna gireceğini, düzenle mücadelenin şimdi mümkün olmadığını, vs. avamı yakalayıcı propagandaya girişirler. Bütün bu laflar birtakım doğrularla bulandırılıp yutturulmaya çalışılır. Aksiyon mihrakının sirayet ettirdiği yeni anlayış tarafından, doğrular ait oldukları yerlere iade edilince, yaldızlı lafların altındaki işbirlikçi ruh sırıtır ve işbirlikçinin murad edindiği gaye akim kalır. Halk üzerinde yeterince tesir edemeyince, gazabla hareket eden efendilerinin bunlara olan öfkeleri daha da artar. Öte yandan, işbirlikçileri deşifre eden aksiyon mihrakının hedefi olan bu insanların çelişkileri gözler önüne serilince, halktan da buğz görmeye başlarlar. En nihayetinde, bu üç unsurdan Ğdüzen, aksiyon mihrakı ve halk- birisi tarafından imha edilirler. İşbirlikçi unsurların hikayesi de bu kadar.

Kendi içinde bölük pörçük olan siyasi kurumların inisiyatifi, askerî güçlerin eline geçer. Askerî otoritece siyasi güç beceriksizlikle itham edilir. Can korkusu, ikbal endişesi veyahut aşağılaşmış-aşağılanmış şahsiyetleriyle siyasiler, zoraki veya kendiliğinden askerî otoriteye boyun eğer. Basit bir akıl yürütüşle askerî güç, dışarıdan bakıldığında disiplinli bir yapı olarak görülmesiyle, karşıt güçle mücadele edebilecek ve zafer elde edebilecek bir güç mahiyetinde görünür. Askerî güç, inisiyatifi ele alır almaz, hürriyetlere göz diker; insan hak ve hürriyetlerine bir tahdit koyar. Bu işin manivelası da, adalet mekanizmasıdır. "Güçlülerin geçtiği, zayıfların,halkın- takıldığı" adalet mekanizması, büyük ölçüde boyun eğer ona.

Gazabla hareket edildiği için, otorite sadece istatistikî bilgilere önem verir. Kaç muhalif ölü-diri ele geçirildi, kaç dernek-vakıf kapatıldı, kaç memur ihraç edildi, gibi. Rakamların bolluğu, aynı zamanda siyasilere karşı olan haklılıklarını da pekiştirir. Aksiyon mihrakının taktik geri çekilişi ile, gözlerine bir avuç kum atılır. Kendilerini yerle bir edecek ruh, bir heyûla gibi, başları üzerinde dikilmiş savaş baltasını boyunlarına indirmeye hazırlanırken, karanlıkta yol alan birisi, mezarlık yanında korkuyu ıslıkla yatıştırmak nevînden, geçmişte halkı nasıl ezdiklerini ifade eden marşlar çığırır. İnisiyatifi elde tut(maya çalış)an otorite, seçtikleri metodla mücadele ederken, tehlikeyi bertaraf etmek şöyle dursun, daha da azdırır; gururlarını çiğnetmemek için bu işin zaman alıcı olduğunu söylerler veya çözülebilecek cinsten yeni problemler çıkarırlar. Temelde olan da budur: Aksiyon mihrakı, zamana nakşedilmek isteyen ruhun ifadecisidir; durdurulması imkânsız bir fışkırıştır. "Açıklarda patlamış bir fırtına"nın sahildeki gecekonduyu yerle bir etmesi nasıl mukadderse, öyle! “Kaçınılmaz ihtilâller vardır. Bunlar volkanların indifâını andıran manevî indifâlardır. Yer altındaki birtakım kimyevî kombinezonlar kıvamını bulunca, nasıl volkan indifâ ederse, manevî şartların bir araya gelmesiyle de ihtilâller patlak verir. Bunları önlemek için fikir hareketlerini izlemek gerekir.” (4)

Evet, dediğimiz gibi, düşmanı küçültme anlayışı yerine, tabiatları gereğince, halkın büyük bir bölümü düşman olarak görülmeye başlanır. Halk ise, gasb edilen hak ve hürriyetlerinden dolayı, daha da artan bir şiddette boğulma hissi ile çırpınır. Ferdî inhitat ve infilâklar, gittikçe toplu olarak belirmeye başlar. Halk artık her şeyin sorumlusu olarak idarecileri görür. Mazur görülecek yerlerde bile, suçlu yine idarecilerdir. Halkta şu düşünce artık şuurlaşır:

"Her tebaasını bir düşman gibi gören ve güya umumun selâmeti için, her vatandaşın huzurunu kaçıran bir hükümet ve hükümdar, ne kadar acınacak bir durumdadır.

Öyle ise, itiraf edelim; bu hükümet denilen şey ne garip bir teşekküldür ki, maddî-manevî bütün kuvvetleri avucunda tuttuğu hâlde, her fertten çekinip korkmaktadır!.. Şunu ilave edeyim ki, ben burada birini diğerinden ayırmadan bütün hükümetleri söz konusu yapmıyorum.

Maalesef ahvalin hususiyetleri bazen bu derece garabetler arz etmekte ve bir devletin "siyasi" varlığını yıkmadıkça, bünyesine sinen bu yolsuzlukları söküp atmaya imkân olmadığına inanmak zarureti doğmaktadır.” (5)

Balkonlarında sefahate dalanların sırtlarına bindikleri ve işretlerini finanse ettirdikleri halkın, gitgide ekmek kazanma hak ve hürriyetini de kaybetmesiyle, kaybedecek bir şeyi kalmaz. Kaybedecek bir şeyi kalmadığı her hâlinden belli olanların kendileri de bunun şuuruna varınca, zaten geriye bir şey kalmaz!

Kalmış mıdır?..

Dipnotlar

1) NFK, İhtilâl, Büyük Doğu Yayınları, 4. Basım, İstanbul 1992, s. 326
2) SM, İbda Diyalektiği, İbda Yayınları, 3 Basım, İstanbul 1995, s. 216
3) Aristo; Politika'dan naklen...
4) "Napolyon’dan Ölmez Sayfalar" adlı eserden naklen...
5) Montesquieu; İran Mektupları'ndan naklen...
NOT: Makale içinde tırnak içine alınmış "italik" ibareler, lâfız veya mânâ olarak, İBDA külliyatından nakledilmiştir.
 
Üst Alt