Herşey Senden, Sen ganîsin
Rabbim Sana döndüm yüzüm.
HÜVE
Cenab-ı Hakk’ın nimetlerini O’ndan bilmek.. ihsanları O’na izafe ederek hatırlamak bir şükr-ü manevidir. Bu da, o türden nimetlerin ziyadeleşmesine vesile olur. Onu görmezlikten gelmek ise nankörlüktür. Nankörlük de azab-ı ilahîyi gerektirir ve nimetin inkıtaına vesile olur. Hususiyle “enaniyet asrı” diyebileceğimiz içinde yaşadığımız zaman diliminde, insanlar pöhpöhlenmek, övülmek için bahaneler arıyor.. her şey bir çalıma, kuruntu ve riyaya bağlanmış gidiyor, her yerde bir hevâîlik hakim. Bu hevâîliğe karşı ciddi olmak iktiza ediyor.
Eğer insanın davranışları, azmi, cehdi ve tercihi herhangi bir şeyin meydana gelmesi için bir sebepse ve buna bir değer atfedilecekse bunu öbür aleme bırakmalı. Burada onlara değer atfettiğimiz zaman hiç farkına varmadan, işi o işin asıl sahibinden koparmış ve kendimize mâletmiş oluruz. Bunda da bir şirk-i hafî vardır. “Vallahu halakakum vemâ ta’melûn - Sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratan Allah’tır.”(Sâffât, 96) ilahî beyanı bize bunu ifade ediyor. Bu sebeple başkalarını takdir edenler, takdir ederken temkinli olmalılar; hem fiilleri asıl sahibinden koparmamaları, hem de takdir ettikleri insana zarar vermemeleri açısından dikkatli davranmalılar.
Bazen kendisine başarı isnad edilen şahıs öyle bir takdir karşısında dayanamayacak kadar zayıf, çelimsiz bir adam olabilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle bir münasebetle “kardeşinin boynunu kırdın” diyor. “O yaptı, o etti, o mükemmel, o şöyle, eşi-menendi yok” şeklinde şeyler söylenince “onun boynunu kırdın” buyuruyor. Üstad Hazretleri de hem onları övmek suretiyle boyunlarını kırmamak, hem de başkalarında rekabet, kıskançlık ve haset hislerini tahrik etmemek için talebelerinde sadakat, samimiyet ve vefa arıyor. Onları keşif, keramet ya da harikuladeliklere değil, bu vasıfları elde etmeye ve mübalağalardan kaçarak herşeye rağmen vefalı olmaya çağırıyor.
Öyleyse, herşeyi silmeli, O demeli. “Ene”den vazgeçip “Hüve”ye bağlanmalı. Bütün meseleleri “Hû”ya irca etmeli. Gerçi, Üstad Hazretleri, “ene”yi yırt, “nahnü”yü göster diyor. Bu mülahazanın manası şudur: İlle de bazı işler, başarılar, muvaffakiyetler için bir sebep gösterilecekse heyet gösterilmeli, tek tek fertler değil de onların vifak ve ittifakıyla hasıl olan şahs-ı manevî nazara verilmeli.. Cenab-ı Hakk’ın tevfîkinin tahakkuku için vifak ve ittifak bir şart-ı adîdir mülahazasına bağlanmalı. Fakat, esas tevhîde ulaşma ene’yi yırtıp nahnü’den geçip Hüve’yi göstermekle olur. Temelde ene (ben), ente (sen), entüm (siz) ve nahnü (biz), bunların hepsi Hüve’ye bağlanmalıdır. Acz, fakr yolunun esası da budur:
Rabbim Sana döndüm yüzüm.
HÜVE
Cenab-ı Hakk’ın nimetlerini O’ndan bilmek.. ihsanları O’na izafe ederek hatırlamak bir şükr-ü manevidir. Bu da, o türden nimetlerin ziyadeleşmesine vesile olur. Onu görmezlikten gelmek ise nankörlüktür. Nankörlük de azab-ı ilahîyi gerektirir ve nimetin inkıtaına vesile olur. Hususiyle “enaniyet asrı” diyebileceğimiz içinde yaşadığımız zaman diliminde, insanlar pöhpöhlenmek, övülmek için bahaneler arıyor.. her şey bir çalıma, kuruntu ve riyaya bağlanmış gidiyor, her yerde bir hevâîlik hakim. Bu hevâîliğe karşı ciddi olmak iktiza ediyor.
Eğer insanın davranışları, azmi, cehdi ve tercihi herhangi bir şeyin meydana gelmesi için bir sebepse ve buna bir değer atfedilecekse bunu öbür aleme bırakmalı. Burada onlara değer atfettiğimiz zaman hiç farkına varmadan, işi o işin asıl sahibinden koparmış ve kendimize mâletmiş oluruz. Bunda da bir şirk-i hafî vardır. “Vallahu halakakum vemâ ta’melûn - Sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratan Allah’tır.”(Sâffât, 96) ilahî beyanı bize bunu ifade ediyor. Bu sebeple başkalarını takdir edenler, takdir ederken temkinli olmalılar; hem fiilleri asıl sahibinden koparmamaları, hem de takdir ettikleri insana zarar vermemeleri açısından dikkatli davranmalılar.
Bazen kendisine başarı isnad edilen şahıs öyle bir takdir karşısında dayanamayacak kadar zayıf, çelimsiz bir adam olabilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle bir münasebetle “kardeşinin boynunu kırdın” diyor. “O yaptı, o etti, o mükemmel, o şöyle, eşi-menendi yok” şeklinde şeyler söylenince “onun boynunu kırdın” buyuruyor. Üstad Hazretleri de hem onları övmek suretiyle boyunlarını kırmamak, hem de başkalarında rekabet, kıskançlık ve haset hislerini tahrik etmemek için talebelerinde sadakat, samimiyet ve vefa arıyor. Onları keşif, keramet ya da harikuladeliklere değil, bu vasıfları elde etmeye ve mübalağalardan kaçarak herşeye rağmen vefalı olmaya çağırıyor.
Öyleyse, herşeyi silmeli, O demeli. “Ene”den vazgeçip “Hüve”ye bağlanmalı. Bütün meseleleri “Hû”ya irca etmeli. Gerçi, Üstad Hazretleri, “ene”yi yırt, “nahnü”yü göster diyor. Bu mülahazanın manası şudur: İlle de bazı işler, başarılar, muvaffakiyetler için bir sebep gösterilecekse heyet gösterilmeli, tek tek fertler değil de onların vifak ve ittifakıyla hasıl olan şahs-ı manevî nazara verilmeli.. Cenab-ı Hakk’ın tevfîkinin tahakkuku için vifak ve ittifak bir şart-ı adîdir mülahazasına bağlanmalı. Fakat, esas tevhîde ulaşma ene’yi yırtıp nahnü’den geçip Hüve’yi göstermekle olur. Temelde ene (ben), ente (sen), entüm (siz) ve nahnü (biz), bunların hepsi Hüve’ye bağlanmalıdır. Acz, fakr yolunun esası da budur: