En fıtri ve en doğru dil; tatlı dildir. Eğer dilimiz bu
kadar yumuşak olmasaydı konuşmak da, lokmaları çiğnemek de büyük bir
ızdırap ve işkence olabilirdi. Görüldüğü gibi dilimizin maddi
yumuşaklığında bile tatlı neticeler var. Bir başka anlamda yumuşaklık
ve tatlılık dilin fıtratında var. Gerçekten de tatlı dilin bize ne
kadar yakıştığını fark edebilsek mesele kendiliğinden çözülmüş
olacaktır. Bu dil aslında bütün bir kainatın ortak dilidir. Bu dil
bize bütün kainatın kapılarını açan ve önümüze seren bir fıtrat
dilidir.
Bütün mevcudatın kendine has bir dille hepimize bir
şeyler anlattığını, beyin paraşütümüzü biraz açmaya çalıştığımızda
anlamamız mümkündür.
Örneğin, bir kelebeğin kanatlarını açarak gösterdiği
muhteşem güzellikler içinde sonsuza açılan bir pencereden, “ya
Müzeyyin” diye göz kırparak süzülmesi...
Toprak altındaki bir çekirdeğin, “ya Fettah” diyerek
patlamasıyla, içindeki programla birlikte esma pırıltılarını
gözlerimizin önüne sermesi...
Ve gözlerimiz... hakkında bildiklerimizin
bilmediklerimize kıyasla bir hiç olduğu gözlerimiz... Mesela; şu son
cümleyi okuduğumuzda gözlerimizde yüz milyar işlemin yapıldığını
düşünürsek ve çok basit ve sıradan gibi algıladığımız sayısız hadise
ve fiillerin ne kadar muhteşem ve mucize olduklarını fark ettiğimizde
o büyük manaların nasıl tatlı bir dille, nasıl güzel bir üslupla
anlatıldığını biraz biraz çözmeye başlarız sanırım.
Ve o esrarlı kalp gözümüzün açılıp dilinin çözülmesiyle
birlikte, kainatın da dili çözülüverir birden. Bir gül goncası gibi
açılıverir kainat; içindeki o güzel kelime ve cümlelerin gül gibi
manalarını, gül-ü Muhammedi gibi yayarken en ücra köşelere... Bir
karınca, bir arı, bir sivri sinek hasılı; içindeki bütün misafirlerle
birlikte saniyede yaklaşık otuz kilometre hızla, döner durur şu mavi
gezegen, geçtiği yerden bir daha geçmemek üzere... ve o mavi
gezegenin içinde öyle dikkatli bir seyirci, şerefli bir halife,
esmaya cami bir ayna vardır ki; kainat ağacı o çekirdeğin
hakikatından ve nurundan yaratılmıştır. İşte bu sebepten Kur’an-ı
Hakim semaya eşdeğer tutar arz dediği mavi gezegenimizi.
Kainat bize bu manaları ders verirken hiç kızmıyor, hiç
küsmüyor, hiç bıkmıyordu... Tatlı dilliydi, yumuşak sözlüydü. Bir
hakikati defalarca izah ve tekrar edebiliyordu, hem de farklı
güzellikler ve hazineler içinde. Bıktırmadan, usandırmadan...
Öncelikle bir nizama, bir ölçüye tabi idi her şey.
Hiçbir şey kendisine verilen vazifeyi ihmal etmiyor ve emirden de kıl
kadar sapmıyordu. Sultan-ı kainata itaat tamdı.
Örneğin, su; sıfır santigrat derecede, şartlar
oluştuğunda, o metin ve sert demiri bile parçalıyor, adeta genişlen
emrine itaatini ve inkıyadını gösteriyordu. Ve metin demir onun
önünde direnemiyor, duramıyordu. Ama aynı zamanda da rahmet olup
yüzümüzü ve kalbimizi; çağlayan olup gözümüzü, kulağımızı ve
duygularımızı; ab-ı hayat olup kavrulan dudağımızı ve ruhumuzu; bütün
bunlarla birlikte aklımızı da okşuyordu su. Hasıl-ı kelam; her
yönümüze hitap etmesini biliyordu su. Hem de yüz binlerce kalbe,
milyonlarca akla arz-ı endam ederek...
Evet, kainatta her bir mevcudun kendine has bir dili
vardı ve bu dil hakikati ayna gibi gösterip, ihtiyarı da elden
almadan; müessir, yumuşak, kendi kabiliyetince ve mükerrer olarak
akıllara, kalplere, ruhlara ve duygulara hitap eden efsunlu bir
dildi. Öyle ki; bir İngiliz’in de, Fransız’ın da, Amerikalının da,
Çinli’nin de, Hintlinin de yabancı ve bigane olmadığı bir lisandı bu.
İşte talebelerini kainatla kucaklaştıran ve mevcudata
ünsiyetle kardeş eden Kur’an-ı Hakim, bize aynı lisanla konuşmayı
emrediyordu. Kalbimizi, ruhumuzu, aklımızı ve sair latifelerimizi bu
lisana aşinalık kazandıra kazandıra... Çünkü, hiçbir bozulmamış kalp;
sahte ve kokuşmuşa tahammül edemezdi. Hiçbir bedbaht olmayan ruh ve
vicdan; faniye, iğrence ve aşağıların en aşağısına razı olmazdı. Ve..... alıntı
kadar yumuşak olmasaydı konuşmak da, lokmaları çiğnemek de büyük bir
ızdırap ve işkence olabilirdi. Görüldüğü gibi dilimizin maddi
yumuşaklığında bile tatlı neticeler var. Bir başka anlamda yumuşaklık
ve tatlılık dilin fıtratında var. Gerçekten de tatlı dilin bize ne
kadar yakıştığını fark edebilsek mesele kendiliğinden çözülmüş
olacaktır. Bu dil aslında bütün bir kainatın ortak dilidir. Bu dil
bize bütün kainatın kapılarını açan ve önümüze seren bir fıtrat
dilidir.
Bütün mevcudatın kendine has bir dille hepimize bir
şeyler anlattığını, beyin paraşütümüzü biraz açmaya çalıştığımızda
anlamamız mümkündür.
Örneğin, bir kelebeğin kanatlarını açarak gösterdiği
muhteşem güzellikler içinde sonsuza açılan bir pencereden, “ya
Müzeyyin” diye göz kırparak süzülmesi...
Toprak altındaki bir çekirdeğin, “ya Fettah” diyerek
patlamasıyla, içindeki programla birlikte esma pırıltılarını
gözlerimizin önüne sermesi...
Ve gözlerimiz... hakkında bildiklerimizin
bilmediklerimize kıyasla bir hiç olduğu gözlerimiz... Mesela; şu son
cümleyi okuduğumuzda gözlerimizde yüz milyar işlemin yapıldığını
düşünürsek ve çok basit ve sıradan gibi algıladığımız sayısız hadise
ve fiillerin ne kadar muhteşem ve mucize olduklarını fark ettiğimizde
o büyük manaların nasıl tatlı bir dille, nasıl güzel bir üslupla
anlatıldığını biraz biraz çözmeye başlarız sanırım.
Ve o esrarlı kalp gözümüzün açılıp dilinin çözülmesiyle
birlikte, kainatın da dili çözülüverir birden. Bir gül goncası gibi
açılıverir kainat; içindeki o güzel kelime ve cümlelerin gül gibi
manalarını, gül-ü Muhammedi gibi yayarken en ücra köşelere... Bir
karınca, bir arı, bir sivri sinek hasılı; içindeki bütün misafirlerle
birlikte saniyede yaklaşık otuz kilometre hızla, döner durur şu mavi
gezegen, geçtiği yerden bir daha geçmemek üzere... ve o mavi
gezegenin içinde öyle dikkatli bir seyirci, şerefli bir halife,
esmaya cami bir ayna vardır ki; kainat ağacı o çekirdeğin
hakikatından ve nurundan yaratılmıştır. İşte bu sebepten Kur’an-ı
Hakim semaya eşdeğer tutar arz dediği mavi gezegenimizi.
Kainat bize bu manaları ders verirken hiç kızmıyor, hiç
küsmüyor, hiç bıkmıyordu... Tatlı dilliydi, yumuşak sözlüydü. Bir
hakikati defalarca izah ve tekrar edebiliyordu, hem de farklı
güzellikler ve hazineler içinde. Bıktırmadan, usandırmadan...
Öncelikle bir nizama, bir ölçüye tabi idi her şey.
Hiçbir şey kendisine verilen vazifeyi ihmal etmiyor ve emirden de kıl
kadar sapmıyordu. Sultan-ı kainata itaat tamdı.
Örneğin, su; sıfır santigrat derecede, şartlar
oluştuğunda, o metin ve sert demiri bile parçalıyor, adeta genişlen
emrine itaatini ve inkıyadını gösteriyordu. Ve metin demir onun
önünde direnemiyor, duramıyordu. Ama aynı zamanda da rahmet olup
yüzümüzü ve kalbimizi; çağlayan olup gözümüzü, kulağımızı ve
duygularımızı; ab-ı hayat olup kavrulan dudağımızı ve ruhumuzu; bütün
bunlarla birlikte aklımızı da okşuyordu su. Hasıl-ı kelam; her
yönümüze hitap etmesini biliyordu su. Hem de yüz binlerce kalbe,
milyonlarca akla arz-ı endam ederek...
Evet, kainatta her bir mevcudun kendine has bir dili
vardı ve bu dil hakikati ayna gibi gösterip, ihtiyarı da elden
almadan; müessir, yumuşak, kendi kabiliyetince ve mükerrer olarak
akıllara, kalplere, ruhlara ve duygulara hitap eden efsunlu bir
dildi. Öyle ki; bir İngiliz’in de, Fransız’ın da, Amerikalının da,
Çinli’nin de, Hintlinin de yabancı ve bigane olmadığı bir lisandı bu.
İşte talebelerini kainatla kucaklaştıran ve mevcudata
ünsiyetle kardeş eden Kur’an-ı Hakim, bize aynı lisanla konuşmayı
emrediyordu. Kalbimizi, ruhumuzu, aklımızı ve sair latifelerimizi bu
lisana aşinalık kazandıra kazandıra... Çünkü, hiçbir bozulmamış kalp;
sahte ve kokuşmuşa tahammül edemezdi. Hiçbir bedbaht olmayan ruh ve
vicdan; faniye, iğrence ve aşağıların en aşağısına razı olmazdı. Ve..... alıntı