Elma Sürgünleri
Şu Mevlevî dünyada zevk için hemcinsini öldüren tek canlı insanoğludur. Yine birkaç gün bekletildiğinde ölüsü diğer canlılardan çok daha pis kokan canlı da –herhalde- insanoğludur. Bu yineleri daha çook yineleyebiliriz. Zira ölmek, öldürmek, öldürülmek kavramları insanlığın en eski kavramlarındandır. İlk insanlar Âdem ile Havva’dan olma Habil ile Kabil de bu kavramları yaşayarak öğrenmemişler miydi zaten? Daha da ilginci ‘âdem’ sözcüğünün insan; ‘adem’ sözcüğünün ise ölüm demek olduğu gerçeğidir. Bu da gösteriyor ki insan doğarken ölümle nikâhlanmaktadır. Ve nikâhı Allah kıydığı içindir ki kimse bu nikâhtan dönememektedir. Türk örf ve ananesinin en güzel temennilerinden biri olan “Bir yastıkta kocayın.” sözüne bir de “Ölümü, yastığınızın altında bilin.” hadis-i şerifini eklerseniz Türk-İslâm kültürünün güzelliği ve evrenselliği de böylece ortaya çıkmaktadır cancağızlar.
Zaman zaman ‘Ölümün soğuk yüzü…’ gibilerden bahisler edildiğini duymuşsunuzdur. İyi de, samimi bir Müslüman için ölüm korkulacak bir son mudur? Ölüm, ölen için değil; kalan için zordur. Zira ölen samimi bir Müslüman ise dünyalık işlerinin hesabını verip, işin içinden yüzünün akıyla çıkacaktır. Zor olan ise geride kalanlar için başlayacak olan vadeli süredir. Sabır, şükür ve dua temeline dayanan bir olgunlaşma (kemale erme) süreci başlar ister istemez. Bir nevi derstir bu yeni süreç; hayat dersidir. Dersin adı ölüm; dersin hocası Azrail ve ders araç-gereci olarak da omuzlarda akıp giden faniler… Kısacası ölüm, ölenler için bir özgürlük (kurtuluş); kalanlar içinse bir sınavdır. Peki, sonun en sonunda ne olacaktır? Ölümün hükmü ortadan kaldırılacak, yani ölüm de öldürülecektir. Sözün kısası (vel’hâsıl-ı kelam) “Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun.” diyen Necip Fazıl da bu hususa dikkat çekmek istemiştir.
Bir kitapta okumuştum, ‘Ölüm, ölgünleşmemize değil; olgunlaşmamıza vesile olmalıdır.’ diye özetleyebileceğim sözler sarf ediliyordu. Bana göre sonuna kadar da haklıydı. Zira ümmet-i Muhammed, ölümü yeterince algılayamamamıştı. Yok, içki içmeseydi; yok, hızlı gitmeseydi; yok, ilaçlarını alsaydı… gibi laflarla başlayıp ‘ölmeyecekti’ ile biten mırıldanmalar da gösteriyor ki kişioğlu ölümü anlayamamış, kavrayamamıştır. Çünkü insanımız İslâm değil, Müslüman’dır. Bu Müslümanlık da ‘sırat korkusu’ndan kaynaklanan bir riyakârlıktan öteye geçememektedir. Düşünün bir kere; yakınlarınızdan birisi bir suç işledi ve hapse girecek. Onu demir parmaklıklar ardına gönderirken ağlar mısınız, yoksa güler misiniz? Ya, o yakınınız tahliye olup çıkınca, gülüp sevinirsiniz değil mi? Peki, bu hayat da sonuçta inancımız gereği bir ‘ten kafes’ değil mi? Öyleyse bir bebek dünyaya gelince onun adına üzülmek; bir fani ebediyete göçünce de onun adına sevinmek gerekmez mi? Üstelik hayat denen bu serencamın bir film, bizim de kendi sahnemizin başrolünde oynadığımızı düşünürsek… Bu arada filmin bir de adı olmalı değil mi? Söz gelimi (misal) 'Elma Sürgünleri' diyebiliriz bu filme.
Dünya fanidir; dünya ahiretin bahçesidir; dünya sürgün yeridir… Ne derseniz deyin. Hepsi aynı kapıya çıkmaktadır. Dediğimiz gibi oynadığımız filmin adı ‘Elma Sürgünleri’dir. Biz Müslümanlara düşen görev ise bu sürgün hayatını en iyi şekilde değerlendirerek, hesap günü geldiğinde de en yüksek notu almaya çalışmak olmalıdır. Kısacası sürgünden kurtulup, ebedi (sonsuz) hayata kavuşmak da elimizde; elma kurtları gibi yaşayarak, ölüp gitmek de… Sahi cancağızlar, elma kurtları gibi yaşamıyorsunuz değil mi? Aman dikkat edin de, kör şeytanın dişleri arasında can vermeyin. Sonra başınızı kızgın taşlara vurursunuz. Ben hatırlatayım da… Gerisi sizin bileceğiniz iş… Serik–22.06.2008
Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com
Şu Mevlevî dünyada zevk için hemcinsini öldüren tek canlı insanoğludur. Yine birkaç gün bekletildiğinde ölüsü diğer canlılardan çok daha pis kokan canlı da –herhalde- insanoğludur. Bu yineleri daha çook yineleyebiliriz. Zira ölmek, öldürmek, öldürülmek kavramları insanlığın en eski kavramlarındandır. İlk insanlar Âdem ile Havva’dan olma Habil ile Kabil de bu kavramları yaşayarak öğrenmemişler miydi zaten? Daha da ilginci ‘âdem’ sözcüğünün insan; ‘adem’ sözcüğünün ise ölüm demek olduğu gerçeğidir. Bu da gösteriyor ki insan doğarken ölümle nikâhlanmaktadır. Ve nikâhı Allah kıydığı içindir ki kimse bu nikâhtan dönememektedir. Türk örf ve ananesinin en güzel temennilerinden biri olan “Bir yastıkta kocayın.” sözüne bir de “Ölümü, yastığınızın altında bilin.” hadis-i şerifini eklerseniz Türk-İslâm kültürünün güzelliği ve evrenselliği de böylece ortaya çıkmaktadır cancağızlar.
Zaman zaman ‘Ölümün soğuk yüzü…’ gibilerden bahisler edildiğini duymuşsunuzdur. İyi de, samimi bir Müslüman için ölüm korkulacak bir son mudur? Ölüm, ölen için değil; kalan için zordur. Zira ölen samimi bir Müslüman ise dünyalık işlerinin hesabını verip, işin içinden yüzünün akıyla çıkacaktır. Zor olan ise geride kalanlar için başlayacak olan vadeli süredir. Sabır, şükür ve dua temeline dayanan bir olgunlaşma (kemale erme) süreci başlar ister istemez. Bir nevi derstir bu yeni süreç; hayat dersidir. Dersin adı ölüm; dersin hocası Azrail ve ders araç-gereci olarak da omuzlarda akıp giden faniler… Kısacası ölüm, ölenler için bir özgürlük (kurtuluş); kalanlar içinse bir sınavdır. Peki, sonun en sonunda ne olacaktır? Ölümün hükmü ortadan kaldırılacak, yani ölüm de öldürülecektir. Sözün kısası (vel’hâsıl-ı kelam) “Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun.” diyen Necip Fazıl da bu hususa dikkat çekmek istemiştir.
Bir kitapta okumuştum, ‘Ölüm, ölgünleşmemize değil; olgunlaşmamıza vesile olmalıdır.’ diye özetleyebileceğim sözler sarf ediliyordu. Bana göre sonuna kadar da haklıydı. Zira ümmet-i Muhammed, ölümü yeterince algılayamamamıştı. Yok, içki içmeseydi; yok, hızlı gitmeseydi; yok, ilaçlarını alsaydı… gibi laflarla başlayıp ‘ölmeyecekti’ ile biten mırıldanmalar da gösteriyor ki kişioğlu ölümü anlayamamış, kavrayamamıştır. Çünkü insanımız İslâm değil, Müslüman’dır. Bu Müslümanlık da ‘sırat korkusu’ndan kaynaklanan bir riyakârlıktan öteye geçememektedir. Düşünün bir kere; yakınlarınızdan birisi bir suç işledi ve hapse girecek. Onu demir parmaklıklar ardına gönderirken ağlar mısınız, yoksa güler misiniz? Ya, o yakınınız tahliye olup çıkınca, gülüp sevinirsiniz değil mi? Peki, bu hayat da sonuçta inancımız gereği bir ‘ten kafes’ değil mi? Öyleyse bir bebek dünyaya gelince onun adına üzülmek; bir fani ebediyete göçünce de onun adına sevinmek gerekmez mi? Üstelik hayat denen bu serencamın bir film, bizim de kendi sahnemizin başrolünde oynadığımızı düşünürsek… Bu arada filmin bir de adı olmalı değil mi? Söz gelimi (misal) 'Elma Sürgünleri' diyebiliriz bu filme.
Dünya fanidir; dünya ahiretin bahçesidir; dünya sürgün yeridir… Ne derseniz deyin. Hepsi aynı kapıya çıkmaktadır. Dediğimiz gibi oynadığımız filmin adı ‘Elma Sürgünleri’dir. Biz Müslümanlara düşen görev ise bu sürgün hayatını en iyi şekilde değerlendirerek, hesap günü geldiğinde de en yüksek notu almaya çalışmak olmalıdır. Kısacası sürgünden kurtulup, ebedi (sonsuz) hayata kavuşmak da elimizde; elma kurtları gibi yaşayarak, ölüp gitmek de… Sahi cancağızlar, elma kurtları gibi yaşamıyorsunuz değil mi? Aman dikkat edin de, kör şeytanın dişleri arasında can vermeyin. Sonra başınızı kızgın taşlara vurursunuz. Ben hatırlatayım da… Gerisi sizin bileceğiniz iş… Serik–22.06.2008
Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com